Denemeye Dair
Orhan Koçak

Adorno “ortadan başlayın” diyordu, “çünkü zaten ancak oradan başlayabilirsiniz ve ancak oradan başladığınızda sıkıcı olma ihtimalini savuşturabilirsiniz.” Demek yazınızda yeni ve beklenmedik olana, kesici kenarı olan düşünceye yer açabilirsiniz. Lukács da ondan yaklaşık otuz yıl önce, “şu ahir zamanda bütünü bütün olarak yakalamanın imkânsızlığı” önermesine dayanarak bir apoloji yazmıştı “deneme” biçimi için: bütünün vaadini, titreşimini, bütünün bütünlüğünü, onun parçalarından biriyle, bir ikisiyle sezdirin. Ve orada kalın, siz Aquinas veya Hegel değilsiniz, Aristo hiç: aksi takdirde hantallaşır, çevrenizdeki üç beş dinleyicinin de sessizce eksilişini izlemekle kalırsınız – düşünceniz ne kadar derin, nasıl değerli olursa olsun. Ve Vrankoviç: “Bahçenizde açtığınız kuyudan/çeşmeden haftalarca çamur akmasını açıklamak için Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sının önsözündeki ilkel-komünal toplum, kölecilik, feodalizm, kapitalizm şeklindeki tarihsel ilerleme teorisine başvurmak da bir yoldur belki. Ama bu arada çeşme büsbütün kurumuş ya da tersine sizden habersiz dupduru akmaya başlamış olabilir.” Şu halde ortadan başlayın, tam buradan değilse bile şuradan: evveliyat, müktesebat, “ilk prensipler” – bunlar yeterince güçlü, canlı, aktifse eğer, zaten sizin şu anda bulunduğunuz yere göz dikmiş olacaklardır: onları orada karşılayın, bilmedikleri, yeni geldikleri yerde, sizin kendi mahalli, noktasal, geç ve gecikmiş sorunlarınızın alanında. 

Şu var ki, Lukács ve Adorno’nun yazdıkları yıllarda deneme biçiminin muteber bir yazı türü olarak herhangi bir mazerete ihtiyacı yoktu. Nihayetinde, Rönesans’ın ikinci büyük yazarının kitabının adı Denemeler’di. Pascal de onun cömertçe açtığı serbest düşünüş alanında kesip kırpıyor, kısıtlıyor ve çelmeliyor, geniş ve herkesle iyi geçinmeye hazır düşünceyi zor sınavlara mecbur kılıyordu. (Öte yandan, ustasının çokça tartıştığı Avrupa kolonyal serüveni hakkında Düşünceler’de kayda değer hiçbir şey belirtilmemiş olması ilginçtir.) Sonra zaten Alman Romantizmi geldi, 1789’dan sonra: Novalis, Schlegel kardeşler, Schelling gibi koskoca filozoflar, hatta Goethe’nin kendisi – hepsi “tarz-dışı” yazmaya başlamışlardı, “fragmanlar” halinde, kendi anlık parıltılarıyla büyülenmiş şair-romancılar. 

Öyleyse Lukács ve Adorno’nun bu biçimle (“biçim” kendi terimleri) ilgili müdahalelerine de “apoloji” olarak bakmamak gerek: kendileri başka türlü yazamadıkları, ellerinden ancak bu kadarı geldiği, ancak kesik kesik yazabildikleri için övüyor değillerdi deneme biçimini. İkisinin de, öncesinde ve sonrasında, sistematik, “argümantatif”, “uzun soluklu”, sıkıcı, zor ve çok önemli yapıtları oldu: yeni yetmenin olgun insanlardan hoşlanmaması gibi değildi söyledikleri, ya da bir ayağı çukurda olan kişinin gençlere tahammül edemeyişi gibi. 

Asıl düşmanları “deneme” türünün kendisiydi. İkisi de, ama özellikle Adorno, Montaigne’den beri yüzyıllardır uygulanmakta olan ve artık körleşmiş, kesmez olmuş bir yazı tarzının kofluğundan söz etmek istiyorlardı. Dünyaya sayısız kâzip şöhret salmış bir tarz. Ne bir düşünceyi kendi sınavlarından geçirmeye yetecek kadar sabrı var, ne de onu kendi çelişkisinin önüne getirip bir anda bırakacak cesareti. Hayır, muteber biçim olarak denemeye değil, hatta orada birikmiş itibara da değil, bu prestjin, bu zevkin, istismar edilmesine, “zararına bozdurulmasına” (Adnan Çelik, Yeni Yaşam) itiraz ediyordu Adorno. Kaskatı muhafazakâr bir yanı vardı.

***

Bizim de deneme yazarlarımız var ve iyi yerden başlamıyorlar. Çünkü Nermi Uygur’la birlikte adı konduğu anda “hem öyle, ama hem de böyle” anlamına gelmeye başlamıştı Türkçede deneme. Bu var, ama şu da var. Şu kapıdan girelim, ama öbür kapıdan da girebilirdik. Denemeli Denemesiz’in yazarında, her şey, her düşünce, her edim, kendi ağırlığından, kendi zorluğundan, zorunluluğundan arındırılmıştır. Düşünülebildiği, hakkında iyi cümleler kurulabildiği sürece her edim, hatta her istek, muafiyet kazanmıştır. Çatışma çoktan geride kaldı, gereksizleşti. Zihnin engelsiz evrenindeyiz. Ahlak Denen Bilmece idi bu büyük yazarın bir kitabının adı: “bilmece” kavramının ilk kavramlaştığı tarih-öncesi sahnede, o bilmecenin cevabını bilmeyenlerin derhal hapır hupur yenilip yutulduğunu bilmiyor olabilir miydi Felsefenin Çağrısı yazarı? Gevşemeye vakit olmadığını?

Akif Kurtuluş’u da Tanıl Bora’yı da tenzih ederim, ama sonu kimse için iyi bitmeyecek bir “iyi geçinme” sekansı vardır bu hayatlarda. Keşke daha fazlasını yapmış olsaydık, deriz, keşke biraz daha gayret etseydik, azıcık direnç gösterseydik. Ama önümüzde kapılar açılmaktadır: hatırladığımız kadarıyla biz tek bir kapıdan girmiştik, ama şimdi hepsinden aynı anda çıkabileceğizdir, yedisinden, sekizinden. Zorluk ve zorunluluk güzelce iptal olur. Denemeli de denemesiz de.

***

Ama bu gevşekliğin sakatlayıcı sonuçları da oluyor. Nermi Uygur’un bizler için yazmaya gönül indirdiği denemelerde kendini gösteren bir zaaf. Kısaca: Çok daha zorlu felsefi çatışmalara konu olmuş bir meseleyi ben şimdi “deneme diliyle” sizin anlayacağınız şekle sokuyorum. Aslında bunu bir “çatışma” durumundan çıkarıp bir “panel” haline getiriyorum, sonunda dostça ayrılacağımız. Ya da, ben bir militan feminist olarak bunu kendi tartışma grubumda başka terimlerle, çok daha ödünsüz, çok daha kavrayışlı ve mahkûm edici terimlerle tartışıyorum, ama şimdilik siz bununla idare edin, anlarsınız, anlamazlık edemezsiniz, sözlüğü var. 

Bilmiyorum, belki çocuklar da düşüncenin bu iyicil, bu şekere bulanmış versiyonuyla yetinmeyi daha sağlıklı, daha kolaylaştırıcı bulmuşlardır Nermi Hoca’nın derslerinde, 70’li yıllarda. Şimdi, Bertrand Russell iyi bir yazardı: ister 1740-1800 arası Jefferson “demokrasisinden” söz ediyor olsun, ister İngiltere ve Belçika’daki sanayileşmeden, isterse Alfred North Whitehead’ın onun önüne çıkardığı mantık sorunlarına cevap yetiştirmeye çalışsın, ne dediğini anlatırdı, ne demek istediğini – sert leblebiyi şekere bulama gibi bir hamlesi hiç olmamıştı: düşünebildiğiyle nâtıkası arasındaki mesafe sadece matematiksel simgelerden oluşmaktaydı. Ve onlar da o dönemde henüz bizim, belki çok çalışsam benim bile anlayabileceğim bir noktadaydı.

***

Montaigne sağa sola savrulmaktan çok zevk almış olabilir – Novalis’ten veya Schopenhauer’den itibaren her türlü düşünüş, bir yönlenişten, bir arzu okundan yoksunsa eğer, Königsberg’linin bakkalının hesap defterinden fazlası değildir (şimdiki adı Kaliningrad). Lukács veya Adorno’nun “ortadan başlayın, çünkü gecikmiş zavallılar olarak zaten ancak oradan başlayabilirsiniz” derken kastettikleri şey, zihinsel veya kavramsal gevşeklik değildi, bulanıklık. Sert konuyu yumuşak terimlerle tercüme etmek de değildi, çeşitli tarafların seveceği şekilde. Hele “kavramın” teröründen kurtulmak hiç değildi. Birtakım “aksiyomlardan” veya “ilk prensiplerden” hareketle “sistem kurmaya” kalkışmayın diyorlardı, evet – ama sakın “sosyalist deneme” yazmaya da razı olmayın, sizin işiniz değil. Sistem kurmaya kalkışmayın ama sistematik düşünüşün kendi yazınızı elektriklendirerek, galvanize ederek geçmesine izin verin. Kavrama boş verin, basıncını hissedin, kesici kenarını. Dışlayıcılığını. Israrını.

Bunları konuştuğum genç kişi dedi ki, “Galiba Tanıl Bora’nın yazılarından söz ediyorsunuz, veya Nurdan Gürbilek’ten, şimdi az yazıyor olsa da. Veya Karl-Heinz Bohrer’in denemelerinden.” İlk ikisini tanıyordum; genç kişinin anlattıklarından üçüncüsünün de Airbus üreten şirketin yönetim kurulu üyesi olduğunu anladım. “Anilik” ya da “Apansızlık” başlıklı bir kitabı varmış. Uçaktan, evet, ama mühendis kökenli yazar Robert Musil’den de bolca söz ediyormuş orada. Söyleşi buralarda durgunlaştı.

***

Ama bir de ısrar var Lukács ve Flaubert’in kriterleri arasında, aniliğin, kesiciliğin ve kendiliğindenliğin yanında. Gözü kara ısrar, sistemli, durgun, ağır adımlı, artık ne beklediğini kendisi bile unutmaya yatkın çalışma: Bouvard ile Pécuchét’nin ısrarı. Vladimir İliç Lenin de büyük ölçüde bundan söz ediyordu. Flaubert’i okumasına gerek yoktu.

Son dönemin Türk düşünce hayatında bu türden bir Leninist ısrarın üç güzel örneğini gördüm ben. Bir: Türk yerli ve milli solunun Tayyip Erdoğan’ın aslında ve asla anti-Amerikan, anti-emperyalist olmadığını belirtmeye yönelik ısrarı (sanki ellerinden kaçırılmış bir şey var). İki: Birikim dergisinin son bir-iki yıldaki “popülizm” konuşma ısrarı: ilgimizin, tedirginliğimizin, heyecanımızın yeni nesnesi, yeni nesnesi değilse bile yeni adı. Ve üç, belki en sistematik, en gözü kara olanı: Psikanalist Erdoğan Özmen’in bu mecrada, Haftalık Birikim’de çıkan, görünüşte sadece “Oidipus”la, ama esasında yaşadığımız küçük-büyük hayatlarla ilgili yazıları, çoktandır romanesk bir boyut edinmiş olan. Bizi bazı tahminlere kışkırtan. 

Ama böyle okumamalıyız. Coetzee’nin Disgrace’ini (“Utanç” diye çevrildi) şimdi bir kere daha okumalıyız.