Oedipus Karmaşası (34): Suçluluk ve Utanç
Erdoğan Özmen
“Kumlara böylesine savurganca saçılan kanlardan pişmanlık duyacak kadar yaşayacak mıyız?”
J. M. Coetzee [1]

Suçlu hissetme kapasitesi insanın en ayırt edici vasfı belki de. Ondan türeyen, onunla ilişkili, onun hemen yamacındaki vicdan ve pişmanlık ile birlikte bizi insan kılan, dünyaya yerleştiren, yerimizi tayin eden bir niteliğe sahip. Yalnızca suçluluk duygusu sayesinde başkaları ile ilişkilerimizi benzersiz ve karşılıklı bir sorumluluk etiği zemininde kurmak mümkün hale geliyor. İçimizdeki yıkıcılık, saldırganlık ve nefret itkilerini düzenleyen ve dizginleyen en önemli güçtür suçluluk duygusu. Bu anlamda ötekilerle aramızdaki bağların düşmanlıktan arındırılmasında gereklidir: Kökeninde özne ile Öteki arasındaki ilişki, öznenin Ötekinin beklentilerini karşılayamadığı, yetersiz kaldığı hissi vardır. Suçluluk hissi daima ötekine ilişkindir, ötekini varsayar, ötekine hitap eder. Bu yüzden, söz konusu duyguyu üst-ben (süper-ego) ile ilişkilendiren Freud, “Kültürel ve bireysel süper-ego arasındaki bir başka uyuşma noktası, birincinin tıpkı ikinci gibi, itaatsizliğin “vicdan korkusu”nu ortaya çıkarttığı katı ideal talepler oluşturmasıdır…Kültürel süper-ego ideallerini geliştirmiş ve taleplerini oluşturmuştur. Bu talepler arasında insanların birbirleriyle ilişkileriyle ilgili olanlar etik başlığı altında toplanır.” diye yazmıştır “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” metninde. Demek, daima öznelerarası alana, bir anlam alanına yöneliktir suçluluk ve ilişkilerin etik zemininin garantörüdür: 

“Bebek, meme kaynaklı bir engellenmişlik/yoksunluk (frustration) hissi yaşadığında, fantazilerinde memeye saldırır; ama meme onu doyuruyorsa onu sever ve onunla ilişkili fantazileri de daha keyiflidir. Saldırgan fantazilerinde anneyi ve memelerini ısırıp parçalamayı, anneyi başka şekillerde de yok etmeyi arzular. Ölüm-arzularına (death-wish) eşdeğer bu yıkıcı fantazilerin en önemli özelliği, bebeğin fantazilerindeki arzularının gerçekleştiğini hissetmesidir; yani yıkıcı itkilerinin nesnesini gerçekten de yok ettiğini hisseder…Psikanalitik çalışmalarım bana gösterdi ki, bebeğin zihninde sevgi ve nefret arasında çatışmalar ortaya çıktığında ve sevilen kişinin kaybına ilişkin korkular aktifleştiğinde gelişimde çok önemli bir adım gerçekleşmiş olur. Bu suçluluk duyguları ve sıkıntı, şimdi sevgi duygusunun içine yeni bir unsur olarak dahil olur…Gerek çocuğun gerekse yetişkinin bilinçdışındaki yıkıcı itkilerin hemen yanıbaşında, fantazide zarar verilmiş veya yok edilmiş olan sevilen kişilere yardım etmek, onları düzeltmek amacıyla fedakarlıkta bulunmaya yönelik yoğun bir istek vardır.”[2]

Günümüz toplumsal/politik sahnesinde çoktan yok olmuş, yeri boşalmış ruhsal kapasite değil midir suçluluk hissi? Ötekilerle ilişki ve bağın ortadan kalkması, ötekinin bir ilişkinin ötekisinden bir aracıya, illa da rekabet edilecek ve hükmedilecek pasif bir nesneye indirgendiği bir zamanda suçluluk da yerini utanca bırakıyor. Başarılı olduğumuz, diğerlerini etkisizleştirdiğimiz ve üste çıktığımızda hissedilen içi boş bir tümgüçlülük ve gurur, başarısız olduğumuz ve sıramızı kaybettiğimizde ise yüzleşmek zorunda kaldığımız bir iktidarsızlık/güçsüzlük ve aşağılanmadır bugün payımıza düşen: Ya pis bir sırıtış, ötekinin düşkünlüğü, acısı ve zayıflığından zevklenme ya da tam bir çöküş, dağılma ve rezil olma halidir artık özneyi tanımlayan şey. “Neşeyle fısıldaşıyorlar. Schadenfreude.”[3] 

Öznenin kendi seçim ve edimlerinin sorumluluğunu üstlenmeme, kendi payını ve kusurlarını inkar etme, suçlu hissetmeme hali ve bu durumu ifade ve temsil eden söylemler her yerde artık. Tavır ve davranışlarımızın hesabını vermemiz, yapıp ettiklerimize atfettiğimiz anlamları üstlenmemiz beklenmiyor. Tam bir kayıtsızlıkla geçip gidiyor, bir sonrakine atlayıveriyoruz. Bir tutarlılık ve süreklilik kaygısı gütmemiz gerekmiyor. Kendi sefaletimiz ve ıstıraplarımız söz konusu olduğunda bile hiçbir şey değişmiyor. Kurban olduğumuzu, korkunç bazı travmatik deneyimlerin mağduru olduğumuzu düşünmek yetiyor hepimize. Tam bir paralize olmuşlukla utanç içinde kıvranıyor ya da -daha beteri kuşkusuz- utanç bile duymuyorsak mesele birden kapanıveriyor. Devasa bir eylemsizlik alanıyla, usulca içine çekildiğimiz bir atalet çemberiyle kuşatılmış halde değil miyizdir utancın sularındayken? Korkunç yüzsüzlük, arsızlık, utanmazlık pratikleriyle karşılaşa karşılaşa “başkaları adına utanmak”tan yorgun düşmekte bizi gizliden gizliye tatmin eden, zevk (jouissance) veren bir yön de yok mu? Bütün pozitif içerimlerine karşın utançta bizi oyalayan şey, yoksunluklar/engellenmeler karşısında hissettiğimiz narsisistik bir tahammülsüzlük değil midir? Olabilecek en bencil halimizi, yalnızca kendimizi ve hemen oracıkta onarmaya çalışmıyor muyuz utanırken?

Kontrol edebildiğimiz, değiştirebileceğimiz hiçbir şey yokmuş, kalmamış gibi yapmanın konforu var bir de. Herhangi bir anlamda ve düzeyde fail olma, kendi olma arzu ve hevesini temelli kaybetmiş haldeyiz. Psikoloji/psikiyatri de aynı tavır içinde değil mi: Ruhsal ıstıraplarımızın ya bir takım biyolojik aksamaların (serotonin düzeylerinin) ya da bazı güncel ve çocukluk çağına ait travmaların kurbanı olmaktan kaynaklandığı söylenmiyor mu epeydir?

Suçluluk ve sorumluluk etiğinin ortadan kalkmasıyla insaf/merhamet yakarış ve söylemlerindeki yükselişin aynı zamana denk gelmesi tesadüf değil demek ki.

“Kaygı, aslında öznenin dünyayla ilişkisinde ilk sırada gelir. Yenidoğan olarak çocuk tamamen ilk Öteki’ye (anne, mOther) ve hayatta kalabilmesi için onun arzusuna boyun eğmektedir; bugün her birimizin toplumsal çevreye bağımlı olmamız gibi. Ekolojik şikayet insanın hayatta kalmak için toplumsal Öteki’ye olan bu bağımlılığını sadece kamusal alana taşımaktadır. Oysa özneyi bu ilk Öteki’nin sevgisini kaybetme tehlikesinden sorumlu kılan, özneye bu hatayı yükleyen suçluluk, salt Öteki’nin iyi niyetine bağlı olan bir kaygının karşısında engel, tampon ve koruma olmaktadır. Öyleyse suçluluk, insanın Öteki’ye her türlü bağımlılıktan çıkmasına izin verdiği kadar insan için yatıştırıcıdır da. Özne, suçlu hale gelerek seçimlerindeki sorumluluk ve özerkliğin bir kısmını geri almaktadır. Postmodern toplumsal bağ, yani programlayıcı terapinin uzantısı olduğu bireycilik ve bireyin olumlu hakları, suçluluğun birey ve benzeri arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi olma işlevini reddetmektedir. Buna karşılık bireyi kaygının sıkıntılarına ve tehlikelerine, yani kısacası her bir kişiyi tüm diğerlerinin arzusuna bağımlı olmaya terk etmektedir. Öyleyse her biri ötekiyi, kendi arzu sorusu ortaya çıkar çıkmaz potansiyel bir saldırgan olarak, hatta erk sahibi bir zorba olarak hissedebilmektedir.”[4]

Hemen oracıkta hâlâ, “Oedipus” bugün de geçerli mi sorusu.



[1] J. M. Coetzee, Barbarları Beklerken, Çev. Dost Körpe, Can Yayınları, ocak 2015, s. 90.

[2] M. Klein, Love, Guilt, Reparation, Vintage, 1998, s. 308, 311.

[3] J. M. Coetzee, Utanç, Çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, nisan 2016, s. 56. (Schadenfreude: Başkasının üzüntüsüne sevinme).

[4] S. Lesourd, Özne Nasıl Susturulur, Çev. Özge Soysal&Ümit Edeş, DoğuBatı, 2018, s.1 73-74.