Oedipus Karmaşası (35): Komünizmin Sesi (I)
Erdoğan Özmen

Bizim büyük talihsizliğimiz, insanlık durumunun bugün karşı karşıya olduğu çok yönlü kriz ve dönüşümle tarihin en vasat ve otoriter liderler kuşağının aynı döneme denk gelmesi belki de. İnsanlık zemininin aşınmasının, aşkın simgesel değerlere ilişkin ortak uzlaşma ve referans kaybının semptomları; yani insan-öznenin kendini başarı ve performans odaklı bir projeye indirgemesi, kültürün alelade bir yaşam stiline ve modaya gerileyerek çözülmesi, sözün değerini kaybetmesi ve eşzamanlı olarak imajın yükselişi ve hakimiyeti, mahremiyet alanı kamusallaşırken (ve teşhircilik, gösterişçilik yaygınlaşırken) kamusal alanın iyice daralması ve özelleşmesi (ve bireyciliğin yükselişi), ve eşzamanlı olarak politik alana yönelik yoğun ilgi kaybı, yasanın/hukukun bağlayıcılığını ve ağırlığını kaybederek yüzeyselleşmesi ve sıradan bir yasallık, bir usuller toplamı seviyesine düşmesi, sapıklığın ayırıcı niteliği olan inkarın temel bir yaşama tavrına dönüşmesi ve hakikatin değerini kaybetmesi, ikiyüzlülük, yalancılık ve sahtekarlığın izlerinin bir çürük gibi tüm toplumsal dokuya sızması, mümin insanın ufkundan Tanrı/Allah inancının ve ahiret korkusunun silinmesi, dinin dünyevi iktidar/güç arayışlarının ve açgözlülüğün basit bir aracına dönüştürülmesi, ve iktidarların hepimizi kendi devirlerini ve ömürlerini mütemadiyen uzatma strateji ve oyunlarının piyonlarına indirgemesi, bunun bıkkınlığı ve yorgunluğu, ürkütücü bir cehalet tutkusu ve cehaletle zevklenme ve kendinden geçme pratiklerinin yaygınlaşması… velhasıl dünyamızın iyiden iyiye daralması ve tüm bu belirtilerin totaliter/otoriter heves ve özlemlerle (ve tam orada açılan uzama yerleşen otoriter/totaliter liderlerle) bir arada aynı ocakta pişmesi… 

Dilin/sözcüklerin, düşüncenin/kavramların, ideallerin geriye düştüğü, bütün gücünü kaybettiği bir zaman bu. “…yalnızca gözleri yaşıyor, yeni ve amansız bir iştahın organları.” (Coetzee)

Bireyciliğin, herkesin başka herkesi rakip olarak gördüğü amansız ve kuralsız rekabetin, hasetin ve hıncın, metaların ve sermayenin dünyası. Onca kötülük karşısında zaman zaman belli bazı ahlak ilkelerini ileri sürmenin hiçbir karşılığının olmadığı, çünkü bizzat ahlakın koşullarının, bir ahlak zemininin tümden ortadan kalktığı bir dünya. Öylesine daraldığı ve sıkıştığı, ferahlığını ve açıklığını kaybettiği içindir ki, içinde herhangi bir yön ve konum tayininin imkanı kalmamış, demek kim olduğumuz bilgisinin bile uzağına düştüğümüz ufaldıkça ufalmış, ışıksız bir dünya bu.

Bugünlerde yoğun biçimde kökenleri merak etmemizin, varlık-yokluk, ölüm-varoluş meselelerini ve bilumum varlık felsefelerini hararetle konuşuyor olmamızın gerisinde de bu tarihsel dönüşüme maruz kalmış olmak, bunu hissediyor olmak yok mudur? Yani kendimizi yeniden ve telaş içinde, iş işten geçmemişken henüz “büyük insanlık” olarak çağırma ve düşünme çabası değil midir bu? Çılgınca ve ümitsizce kendimizi ileri sürme, gösterme performansları, zavallıca sergilediğimiz teşhircilik pratikleri de aynı şeye; öncelikle kendi bakışımızda ve Öteki nezdinde varlığımızın onaylanması, yerimizin ve kimliğimizin tanınması ve saptanması talebine yaslanmıyor mu? Ve bunu politik bağlamından kopartarak, aceleyle ve uygun olmayan biçimlerde demek ki, yapıyor olmamızın gerisindeki şey de aynı kaygı değil midir? Varlık asla dolaysız ve saf değildir çünkü, ve daima politik bir tercümeye tabi olarak mevcuttur.

***

Şimdiki zamanda her insan-öznenin kendi başına kendinin referansı ve efendisi sayılıyor olmasına, bu imkansız görevle karşı karşıya kalmış olmamıza, demek Öteki’nin (üçüncü unsurun/tarafın) temsil edilebilmesi için gerekli olan imgesel canlandırılış ve kurgulanmalarının zora girmiş olmasına karşın (“postmodern toplumsal bağda adlandırmanın, adın Babası’nın bir işlevi kalmamıştır”) insanlığın tarihi, bir bakıma farklı üçüncü unsurları/tarafları tarif ve inşa etmenin ve benimsemenin tarihidir. Nitekim insanın ve insan topluluklarının daima politik olması -İnsan “zoon politikon”dur (politik hayvandır) çünkü-, temel fedakarlık ve ödün kiplerini ete kemiğe büründüren ve mümkün/işler kılan söz konusu Ötekinin/ üçüncü tarafın/unsurun benimsenmesi anlamındadır. Simgesel de (yasa/yasak/düzen) zaten söz konusu Ötekinin insanın ilişki düzenine müdahil olması, onu dolayımlamasıyla var değil midir? Yasanın, yasakların, kuralların, bağıntıların, farklılığın, eksikliğin, değiş-tokuşun ve ortak göstergelerin alanı olarak Simgesel her toplumsal örgütlenmenin temel omurgasıdır. Konuşan varlık, yani“ben” ve “sen” olarak simgeselleştirdiğimiz özne konumları arasındaki ilişki, her iki konumu da istikrarsız, geçici ve güvencesiz kılan bir niteliktedir. Burada ya her iki konumun (sınırların ve özerkliğin) iptali anlamı gelecek birbiriyle tam bir kaynaşma (ötekine batma/gömülme) İlişkisi/hali mevcuttur, ya da her türlü tarifi, bağıntıyı, farkı, mübadeleyi ve karşılıklılığı ortadan kaldıran, bir müştereklik zeminine izin vermeyen birbirini tam bir olumsuzlama (radikal bir reddetme) ilişkisi/hali söz konusudur. Bu yüzden, kendi varoluşlarının teminatı ve onaylanması için konuşan varlık “ben” ve “sen” Ötekini/üçüncü unsuru oluşturmak zorundadır. Belki uzun bir hikaye ama burada bir de kısaca, dil olarak Ötekinin kendi, öteki ve dünya hakkında belirli bir mesafeden düşünme yeteneği bahşeden özelliğini not edelim.

Vaziyeti biraz daha netleştirmek için yine yüce Calvino’ya (“Uzayda Bir İşaret” öyküsü) müracaat edelim:

“Samanyolu’nun dış kesimine yerleşmiş olan Güneş, tam bir galaksi turu atmak için 200 milyon yıl harcar.

Doğru, bu söylenen zaman geçer gerçekten de, siz daha mı az sanmıştınız, -dedi Qfwfq-, ben bir kez gerçekten uzayda bir işaret bırakmıştım, iki yüz milyon yıl sonra, ikinci turda aynı yerde bulabilmek için. Nasıl bir işaret mi? Bunu söylemek güç, çünkü, siz, işaret deyince, ötekilerden ayrılan bir şey sanıyorsunuz, oysa, orada hiçbir şey öbüründen değişik değildi…ama o dönemlerde benim tıpkısını ya da değişiğini yapacağım bir başka işaret de yoktu… Uzayın bütün öbür noktaları eşit ve ayırt edilemezdi, ama burada bir işaret vardı….şimdiye dek bir şey düşünmek mümkün olmamıştı, çünkü bir kere, düşünecek şeyler yoktu, ayrıca onları düşündürecek izleri yoktu, ama artık bu işaret var olduğundan beri, düşünmek isteyene, düşüneceği bir işaret vardı ve orada o, işaret, düşünülebilecek bir şey olduğundan düşünülen şeyin, yani kendi kendinin de işaretiydi… Kısacası durum şuydu: işaret, bir noktayı belirtmeye yarıyordu, ama aynı zamanda orada bir işaret olduğunu da işaret ediyordu, daha da önemlisi, nokta pek çoktu, ama işaret sadece oydu ve aynı zamanda işaret, benim işaretimdi, beni işaret ediyordu, çünkü yaptığım biricik işaretti ve ben de işaret koymuş olan biricik kişiydim. Bir ad gibiydi, o noktanın adı ve o noktaya işaret eden benim adım, anlayacağınız, ad gereken her türlü şey için elde var olan tek ad oydu.”[1]

Italo Calvino, Bütün Kozmokomik Öyküler, Çev. Eren Yücesan Cendey, Şemsa Gezgin, YKY, 2007, s. 32-33-34.