Bitti Denen Yerden Başlasak
Aksu Bora

Fantastik edebiyatın insan olmayan karakterleri, mesela elfler yahut daha da çok cüceler (elfler diğer türleri hakkında konuşmaya değer bulmayacak kadar havalıdırlar ne olsa!), insanların çok kısa yaşadıklarını, bu sebeple de kısacık ömürlerine çok şey sığdırmak için ne yapacaklarını şaşırdıklarını anlatırlar. Bu yüzden huzursuz bir türdür insanlar onlara göre (bana sorarsanız cücelerin hırsının yanında bu hiçbir şeydir ama neyse, konumuz o değil).

Ölümlülük bilgisinin insanı olduğu varlık haline getiren şey olduğu fikrine karşı, şu da söylenmiş ama: “insan ölmek zorundadır, ama insan ölmek için doğmaz, insan yeni bir şeye başlamak için doğar” Burcu Karakaş hatırlattı geçenlerde twitter’da, “haftaya zihin açıklığıyla başlamanızı sağlayacak yazı” diye; Nilüfer Kuyaş iki yıl önce K24’te Arendt’in başlangıç felsefesi üzerine nefis bir yazı yazmış.

Nietzsche’de vardır benzer bir fikir; Böyle Buyurdu Zerdüşt’te: “Masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir evet deyiştir yaratma oyununa.”

“İnsan doğası” denen şeyin ne olduğunu anlamak için çocuğa bakmak. Başlangıca. Bu, bütün o “beş parmağın beşi bir mi”lerin, “doğada eşitlik yoktur”ların saçmalığını yüzümüze vurur. Doğamız başlangıçsa, sonrasının nasıl geleceğini kim bilebilir ki?

Yapıp ettiklerini insan doğasıyla açıklayan siyasal düşünceler, genellikle muhafazakârdır. Fıtratımıza uygun yaşamak. Kadınlarla erkeklerin fıtratları bu kadar farklıyken cinsiyet eşitliğinden söz etmek densizlik değil de nedir mesela? Ayakların baş olmasından ne hayır gelebilir?

İnsan doğasının pek de matah bir şey olmadığı fikri, belli ki bütün bu fıtrat laflarının uzun tarihinden, egemen ideolojilerin ayrılmaz bir parçası oluşundan geliyor. İnsan insanın kurduysa “fıtraten”, yemişim fıtratı!

İnsanın doğayla ve bu arada kendi doğasıyla da “başa çıkabilen” bir varlık olduğu düşüncesi, bu muhafazakârlık karşısında elimizde kalan tek şey gibi görünüyor. Kültürün insanın doğayla başa çıkmak için yarattığı şey olduğu fikri. Madem doğa böyle bir şey, biz de kültürü yarattık işte. Pençelerimiz yoktu, o kadar hızlı koşamıyorduk, altı üstü çıplak maymunlardık ama işte, baltalar yaptık, mızraklar, evler, tarım… Hepsinin üstesinden geldik, üstesinden gelmek ne kelime, hepsinin hakkından da geldik!

İnsanın dünyanın sonunu getirebilecek tek tür olduğu da çok söyleniyor biliyorsunuz. Dünyanın sonunu getirebilir miyiz bilmiyorum ama kendi sonumuzu getirebileceğimize inanıyorum. Dünya başının çaresine bakar, bizden çok önce buradaydı, muhtemelen bizden sonra da burada olacak. 

Doğamızla “başa çıkıp” onu biçimlendirebilsek, o pek de matah olmayan halimizden çıkabilsek, kendimizi olduğumuz değil de olabileceğimiz şeyle tartsak…

Bu da biliyorsunuz çok eski bir arzu: Nefsine hakim olma fikri tek tanrılı dinler öncesinden beri var. İnsanın kendi doğasına karşı vereceği savaşla yücelmesi. Hayvani varlığına karşı iradesine başvurması. Bunu yapabilecek iç güç, bilgelik, irade, türümüzün her bireyinde olmadığından, bazılarımızın insan oluşu gerçekleştirebilmesi. Hamuru altınla yoğrulmuşların bakırla yoğrulmuşlardan fıtraten farklı oluşu. 

Seçkinliğin tek bir türü yok ne de olsa; kimi malla, mülkle, silahla üste çıkar, kimi bilgiyle ve çileyle. Çehov’un Üç Kız Kardeş’inde, Yarbay Verşinin şöyle söyler: 

“Çevrenizdeki bu kara yığınla başa çıkamayacağınız belli bir şey. Zamanla da yavaş yavaş gerileyecek, bu yüz bin kişilik kalabalığın içinde yitip gideceksiniz. Yaşam ezecek, boğacaktır sizi. Ama yine de büsbütün yok olmayacaksınız, mutlaka bir iz bırakacaksınız. Sizden sonra, sizin gibi altı kişi, sonra belki on iki kişi daha çıkacaktır, sonunda sizin gibiler çoğunluk olacaktır. İki yüzyıl, üç yüzyıl sonra, yeryüzünde akıl almayacak kadar güzel, şaşırtıcı bir yaşam olacağına inanıyorum. İnsana öyle bir yaşam gerekir. Eğer onu yaşayamıyorsak bugün, hiç değilse önsezisini taşımalı, beklemeli, düşlemeliyiz onu.”

Ütopyanın hem bu kadar karamsar hem de bu kadar güzel bir tarifini bulmak zor. Kendi haline bırakıldığında, daha da kötüsü, egemenlerin baskısı altında yaşadıklarında bir “kara yığın”a dönüşen kitle ve onun içinde, ondan farklılığını koruyarak, umudu yeşerterek varlığını sürdüren bir avuç bilinçli insan. İnsana “aslında” neyin gerektiğini bilerek, dünyanın başka türlü olabileceğini sezerek…

Ütopya, “insan doğası”na karşı mıdır? Bitip tamamlanmış o şeye? İnsanın yücelmesi gerçekten de kendi doğasına açtığı savaşa mı bağlıdır? Bu savaşın bir avuç aydınlanmıştan “kara kalabalığa” da yayılmasına?

Bana öyle geliyor ki, insan “çıplak maymun”, “alet kullanan hayvan” filan değil, örgütlenen bir tür. Öyle olduğu için doğasını anlamak için insanın kendisine bakmak yetmez. Dünyayla, nesnelerle, başka türlerle ve kendi türüyle ilişkisi içinde kurulan bir doğadır onunki. O yüzden insanın evrimi tamamlanmış bitmiş bir macera değil, devam ediyor. O yüzden posthümanizm, bir tür “yükseltilmiş insan” projesi olan transhümanizmden çok daha heyecan verici. Frankenstein canavarını sevseydi mesela, işler nereye evrilirdi? Sevemez miydi? Tarihte, edebiyatta, düşüncede hep böyle dönemeçler, yeni dalların filizlenebileceği düğümler, başlangıç nüveleri yok mudur?

Haraway’in Siborg Manifestosu kadar popüler olmayan bir başka manifestosu daha var; Yoldaş Türler. Onun girişinde bir yerde, birlikte yaşadığı köpek Cayenne’den bahsederken şöyle der: “Birbirimizden belirgin biçimde farklı olarak, kirli bir gelişimsel enfeksiyon olan ve adına sevgi denen şeyin gerçekleşmiş haliyiz.”

Bağışıklık sistemlerinden (ki sibernetiğin en gözde örneğidir), virüslerden, deliren hücrelerden, anti-virüs programlarından, göçmen karşıtı yasalardan, sınırlardan, enfeksiyonlardan… bahsedip durduğumuz bir zamanda, durup başlangıçlardan ve türümüzün başlangıca olan yeteneğinden konuşmanın tam sırası.