“Gelecek, Saadet ile Gelecek”
Polat S. Alpman

Saadet Partisi’nin 7. Olağan Büyük Kongresi, 3 Kasım 2019 tarihinde Ankara Spor Salonu'nda yapıldı. Temel Karamollaoğlu seçime tek aday olarak girdi ve yeniden seçildi. Karamollaoğlu, konuşmasına Necip Fazıl Kısakürek’in “Zindandan Mehmed’e Mektup” isimli şiirinin bir bölümünü okuyarak başladı, Nazım Hikmet'in “Davet” şiirleriyle devam etti. Hemen devamında “bizimdir” yüklemiyle bağladığı bir dizi birlik ve beraberlik mesajı vermeye başladı: “Bu dava, bu sevda, bu vatan bizimdir. Karacaoğlan bizim, Dadaloğlu bizim, Yunus Emre bizimdir. Ahmet Yesevi, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş, Mevlana bizimdir. ‘Kürdü, Türkü ve Çerkezi, hep Âdem’in oğlu, kızı, beraberce şehit, gazi’ diyen Âşık Veysel bizimdir. Semah bizim, halay bizim, horon bizimdir. Munzur bizim, Fırat bizim, Kaz Dağları bizimdir. Acıyla ansak da Madımak, Roboski, Başbağlar bizimdir. Yasin Börü, Eren Bülbül, Berkin Elvan bizimdir.”

Her yere ve kesime gönderilen bu “bizimdir” kucaklaması, Saadet’in “inananların partisi” olmaktan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bu kucaklama girişimi AKP-MHP bloğunun kendilerini daralttığı kimlik kümesine talip olan, iktidar bloğu kümesinde yer almasına rağmen bu sıkışmışlıktan bunalan kesimlere bir seslenme çabası ve kendisini bunalımdan çıkış için adres olarak konumlandırma gayreti içerdiği öne sürülebilir. Bu nedenle kendini değiştirmeye ve Türkiye’deki dönüşümleri anlamaya yönelik iradi ve refleksif bir müdahale yerine partinin 50 yıldır hiç değişmeden, dün söylediği ve inandığı şeyleri savunmaya devam ederek bugünlere gelmesini bir başarı ve değer olarak göstermeye çalışıyor.

Kongreye damgasını vuran “Gelecek, Saadet ile Gelecek” sloganı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Geleceği, zamansal akışın ilerlemesiyle varılacak muhtemel an olarak tasarlayan bu bakış açısı, kendi öznel değerlerini nesnel gerçekler olarak sunmaya ve adaletsizlik, yoksulluk, eşitsizlik gibi sorunlardan kurtuluşu öznel değerlerinin iktidarına bağlamakta herhangi bir tutarsızlık görmüyor. Türkiye’nin birçok alanda gerilemesi ve içinde bulunduğu yüzyılın nimetlerini kaçırıp neo-patrimonyal otoriter bir rejime geçmesi Saadet Partisi’nin yöneticileri tarafından eleştirilse bile, bu eleştiriler içinde bulundukları gerçek durumu anladıkları, bunu gerçekçi bir biçimde analiz edebildikleri anlamına gelmez. Saadet, kendi iktidar şansını, herhangi bir anlamının kalıp kalmadığının ciddiyetle tartışılması gereken sandık demokrasisinde görmeye devam ediyor. Türkiye’deki siyasal alanda yaşanan dönüşüme uyum sağlamakla ona itiraz etmek arasında salınan ve muhalefetin tümünü kapsayan siyasal pratiğin, İslamcılık iddiasında olan bir partideki karşılığının bu kadar cılız ve etkisiz olmasının nedeni, AKP’nin bu alanı büyük ölçüde kendi buyruğu altına alabildiğinin bir başka işareti olarak yorumlanabilir.

Milli Görüş hareketinin 50. yılı olması, kongrenin 3 Kasım tarihine denk gelmesi ve AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğini hatırlatan Karamollaoğlu, AKP'nin Türkiye’ye verebileceği hiçbir şey kalmadığını, yorgun ve bitkin olduğunu ve Türkiye’yi de yorduğunu söyledi. AKP’ye yönelik eleştirilerin bununla sınırlı olduğu söylenemez. Milli Görüşçü olmanın kendi başına değerli olduğunu, bu gömleği çıkartmanın değersizleşmek anlamına geldiğini hem Karamollaoğlu hem de diğer konuşmacılar çeşitli biçimlerde vurguladı.

AKP’ye yönelik eleştiri tonu yumuşak ve sakin de olsa, ağır ve keskindi. Saadet cephesinden gelen bu tür eleştiriler, Türkiye’deki İslamcılık hareketinin bir yerlerde hayatiyet gösterdiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak İslamcılık siyaseti, AKP hükümetleriyle tecrübe edilmiş olmasına rağmen, Saadet bu tecrübenin esaslı bir eleştirisini yapmıyor ve 1990’lı yılların ruhunu üzerinde taşımaya çalışıyor. İslamcılık hareketinin Türkiye’de yükseldiği bu dönemin değer yargıları ve davranış kalıplarından hareketle bir siyasal model üretmenin ve iktidar talep etmenin, Türkiye’nin geçirdiği dönüşümle pek ilişkisi olmadığını ifade etmek gerekir. Buna, AKP’nin Türkiye’deki İslamcılık hareketine yönelik etkisini, siyasal yapıları, kurumları ve rejimi dönüştürmesini ve Türkiye toplumunun azımsanmayacak bir oranının “önce ahlak ve maneviyat” türünden içeriklerden bezmiş olduğunu da eklemek gerek. Yine de Saadet’in, Türk sağının neredeyse hepsini kendi egemenliği altına almış bir siyasal patronaja karşı varlığını sürdürme gayretinde olması, Türkiye’deki İslamcılık hareketi açısından anlamlıdır.

Kongrede sıklıkla vurgulanan adalet ve eşitlik teması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Milli Görüş hareketinin haklar konusunda sahip olduğu tutumun, hak talep kesimlerin sesine uzak olduğu, İslamcılık hareketinde sıklıkla gözlemlenen hakikat dayatma tavrının bu konuda büyük ölçüde devam ettiği söylenebilir. Bilinen ezberleri sosyal politika ya da hak savunuculuğu olarak göstermeye çalışması ise ‘hanımlar ailemizin baş tacı, Kürtler et-tırnak’ retoriğini aşamıyor, aşmasını beklemek de gerekmiyor. Belli ki Saadet, toplumdaki farklı kesimlere seslenmek ile ‘inananların partisi’ olmak arasındaki çelişkiyi retorikle aşılabilecek bir mesele olarak değerlendiriyor.

Kongrenin ilginç detaylarından biri, AKP’nin eski İç İşleri bakanlarından biri olan İdris Naim Şahin’in Genel İdare Kurulu üyeliğine seçilmesiydi. Hatırlanacak olursa, Şahin yerel seçimlerde Saadet’in Ordu adayı olarak gösterilmiş ve toplam oyların yüzde 26,14’ünü almıştı. Saadet’in yerel seçimlerdeki Türkiye ortalamasının yüzde 2,71 olduğu düşünüldüğünde Ordu’da aldıkları oy, Saadet için başarısız bir sonuç olarak yorumlanamaz. 2014 yerel seçimlerde Ordu’da oyların yüzde 1’ini alan Saadet’in Şahin’i aday göstermesiyle elde ettiği başarı, Şahin için de bir başarı olarak yorumlanabilir. Ancak Şahin, Saadet Partisi’ne gerçekten güç katıp onun farklı kesimlere açılmasına öncülük edebilecek bir kişi olmadığı gibi bakanlığı sırasında yapıp ettiği şeyler de hayırla yâd edilmiyor. Saadet’in onu sahiplenmesinin ve parti örgütüne eklemesinin geçmişteki kişisel hukuktan fazlasını içerip içermediğini kestirmek zor. Belki de Şahin’in, benzer dünya görüşüne sahip olmasına rağmen Milli Görüş hareketine uzak olan ve başka çevrelerden gelen inananların Saadet’e eklemlenmeyi kolaylaştıracağı düşünülüyor.

Saadet, daha doğru bir ifadeyle Milli Görüş partileri Erbakan’dan bu yana, oligarşi ile yönetilen ve bunun hakkını veren bir parti olarak kabul edilebilir. Şura, akillik, ortak akıl, aksaçlılar ve benzeri isimlerle adlandırılan bu oligarşi yaşanan hızlı dönüşümü anlamakta, yorumlamakta ve buna uyum sağlamakta güçlük çekiyor. AKP’yi hâlâ Milli Görüş hareketinden kopan ama içten içe kendisine yakın ve hatta bağlı olarak gören bir hissiyatın azımsanmayacak ölçüde güçlü olduğu söylenebilir. Saadet bir dava partisi olarak kabul edilebilir, oysa AKP’nin Milli Görüş ya da benzeri bir davanın partisi olmak bir yana, bir parti olarak bile devam ettiğini öne sürmek çok zor.