Mehmet Mahsum Oral: Barbarlar Arasında (I)
Derviş Aydın Akkoç

Mehmet Mahsum Oral, Barbarlarla Beklerken’de söylemsel açıdan sert, çapaklı bir “bölge”ye, içinde temsil eden ile temsil edilen ilişkisinin söküldüğü, duygunun düşüncesiz, düşüncenin duygusuz bırakıldığı, bu ikisinin birbirini aramayı kestiği, sözün konuşmadığı, konuşacak bir şeyin kalmadığı bir “bölge”ye çağırır muhatabını. “Yıkılan surlar”, “duvarlardaki dalgın tuğlalar”, “dolaba uzanmış bir çocuk”, “dolapta yer kalmadığı için yere uzanmış bir kadın” gibi ancak imalarla, kırıldı kırılacak camdan bir duyuşla atıfta bulunulan adsız bir “bölge”dir burası, ya da bakılan yere göre “orası.” Bir kente, birden fazla kente, ya da tek bir kentin sokaklarına sıkıştırılmış, ama alegoriden taşan bu adsız “bölge”nin yörüngesinde dolanan, sözün konuşmadığı ama susamadığı da bir eşikte konum alan, çoğun anlık imajlara, kırık dökük objelere, uğultulara, görüntülere yaslanarak; kendi beklemiş, beklerken hiddetlenmiş, toza çamura bulanmış sözünü bütünleyerek değil, parçalayarak mümkün kılan, hazır biçimlere prim vermeyen bir metin... 

Kitabın ismi derhal, muzip ve hilekârca bir edayla bir başka metne dolayımlanır, kopmak üzere onu çağırarak: Konstantinos Kavafis’te barbarlar bekleniyordur, ne var ki Mehmet Mahsum Oral’ın anlatısında barbarlar “çoktan” yahut “henüz”, hiç fark etmez, gelmişlerdir; “yürüdükleri yol boyunca toprak attıkları her adımın yüzüne tükürse” de barbarlar mesafeleri kapatarak gelmiş ve yerleşmişlerdir, buradadırlar, üstelik “tenhalarda” değil, açık alanlarda, özellikle “çarşılarda”, cinsiyetleri de içinden keserek, kent haritasının neredeyse bütün koordinatlarında artık onlar vardır, mahrem “oda”larda bile... Bir sınırın, aslında medeniyetin öte yanından gelen “vahşi” varlıklar değillerdir ama, aksine medeniyete içkin, kâh yüksek perdeden kâh fısıltılarla konuşan, ticaret yapan, “müteahhit” yahut “dilenci” kılıklı, siyaset güden, ölülerini gömen varlıklardır: medeni barbarlar...

***

Metnin anlatıcısı da bir barbardır: “Ben barbar, bitiremeyeceğim bir güne başlamak için aynanın dikkatini dağıtıyorum.”[1] Ama bitirilemeyecek olan şey sadece “bir gün” değildir, bitirilemeyecek bir “metin” de vardır ortada. Mehmet Mahsum Oral daha ilk cümleden, hatta ilk harften itibaren bu tamamlanamamayı kabul etmiş gibidir, zira anlatının zemini ile zamanı arasındaki yarık; o yarığa yığılmış olaylar sözle, dille, şiirle, yazıyla, imgeyle temsil edilebilir cinsten değildir. Kaldı ki barbarlar kendi yol açtıkları olayları ve bunların serpintilerini yazardan çok önce yazmış, kolektif ve bireysel hafızalarda, resmi tutanaklarda, gazete yahut televizyon haberlerinde kayda geçirmişlerdir. Ve tam da aradaki bu zamansal engelden, bu kopukluktan yahut gecikmeden ötürü nasıl ki toprak barbarların her adımına tükürükle karşılık veriyorsa, kurulan her cümle de yazarının suratına tükürüyordur, oradan okuruna da sıçrayan, onu da yakalayan bir tükürüktür bu: Sınırlarını barbarların çizdiği bir dünyada hâlâ yazabiliyor olmak, hâlâ yaşıyor olmaktan daha eziyetlidir... Mehmet Mahsum Oral’da yazmak bu eziyetin –bu suçun, bu kabahatin, bu kara şeytani neşenin, bu günahın- yükünü bölüştürmek, paylaştırmak, ona bir biçim vermek üzere değil, barbarlar arasında hayatta kalmanın utancını –ama direncini de- yazı ile daha da kırbaçlamak, köhne vicdanı temize çekmek şöyle dursun, onu daha da lekelemek üzere iş görür. Demek yazmak bir erotizm, bir açılma, görünme yahut fark edilme zevki, bir günah çıkarma edimi, bir teşhir oyunu olmadığı gibi oradaki müşterilere yöresel bir tatlı servisi yahut bol baharatlı acılı otantik bir sunum da değildir.

Mehmet Mahsum Oral nazarında mesele “bir tuvale boya, bir filme senaryo, bir tiyatroya dekor, bir politikacıya nutuk” olacak trajik-travmatik bir hikâyeyi gözler önüne serme uğraşını çoktan aşmıştır. Hâlâ epey alıcısı olsa da “hikâye” artık bir mavra, toplu ve bireysel bir zavallılık işareti, hatta bir sahtekârlık amblemi gibidir: “burada herkes ortak hikâyenin çemberinde yaşıyor.” Oral’da sözü kurmak, sesi dolaşıma sokmak mahut çemberi biraz daha esnetmek yahut genişletmek değil, bu çemberi sürgit kılan temsil düzeneğinde kriz üretmek, onu askıya almak, söylemsel akışta bir kesinti yaratmak maksatlıdır. Konuştuğunda sustuğunun, sustuğunda konuştuğunun bilincinde bir tavırla, bir şeyi, bir yeri, bir anıyı, bir zamanı, bir olayı, bir hikâyeyi temsil etmenin imkânsızlığına tutunmak: sadece kendi meramının, kendi tekil varoluşunun, kendi sınırlı tanıklığının etrafında dönerek söze bulaşmak, sataşmak; bir biçimsizleşmeyi, türler arası bir alanda karışmayı, karışıklığı, tersliği, yabaniliği göze alarak... Kurmacanın beklentilerine ona sırtını dönerek cevap veren, bir deneyimi, bir hareketi bir başka deneyim ve hareketle ilişkilendirme gereği duymadan, kendi titrek ışığını ancak kendi üzerine düşürebilen, bunu yaparken de başka bazı cümleleri karanlıkta bırakan, ancak yazı yüzeyinde gün yüzü görmüş cümlelere bel bağlayarak “bitirilemeyecek bir güne”, bitirilemeyecek bir metne başlamak...

***

Aynanın, o bilinen, hakkında katman katman anlamların olduğu o şaibeli yansıtıcının “dikkatini dağıtmak” için dişlerini fırçalar barbar-anlatıcı:

“Dişlerimi fırçalarken macunun ağzımda köpürmesine hayret ediyorum, barbarın ağzında her şeyin abartıya dönüşmek gibi bir kaderinin olduğunu düşünüyorum o an. (...) Ayna hep bir sır taşıdığıyla bilinir, aynanın taşıdığı bir sırrı yok, suratında hep bir tükürüğü taşıyan barbarı terlemiş göstermenin dışında.”

Bitirilemeyecek, “şimdiki zamanda donmuş”, yarını olmayacak gün, haysiyet alanı olarak surattaki bir haysiyetsizlik sembolüyle, tükürükle başlıyordur. Ve ayna, kurtarıcı olmasa bile ferahlatıcı olan o dış dünya tükürüğü ter damlaları gibi gösterse de, özne ayan beyan farkındadır: bir mistik “kuyu”da kaybolma trajedisi değil, zamanın donduğu bir zeminde bir düşürülmüşlük, bir yerlerde sürüklenme, çer çöp içinde bir debelenme söz konusudur, barbarlar arasında, ve bir barbar olarak...

Mehmet Mahsum Oral’ın öznesi –Beckett misali bir jestle- acının dille flörtünü geride bırakmış, kendi sınırlı ve kalbura çevrilmiş deneyimini satış ve pazarlama tekniklerine kurban etmeyen, yüzündeki tükürükle “yürümeye”, kente çıkmaya hazırlanan, yıkıntı, artık, döküntü bir özne: tahripkâr kuvvetleri çekildikten sonra geriye kalan bir felaketin bakiyesi değildir ama bu özne. Tıpkı zaman gibi hareketin de, demek yaşamın da donduğu bir aralıkta, ölüm ve yaşam mefhumlarının değerlerinden olduğu bir düzlemde yer kaplayan, fakat içten içe eksilen, dağılan bir özne bu... Eksilmeyi çoğalmakla, parçalanmayı toplanmakla telafi etmek, negatif olanın işleyişini durdurmak, iki karşıt kutbu uzlaştırmak gibi bir derdi de yok Mehmet Mahsum Oral’ın. Zira özne açısından tek kıstas kendi hakikatine sadakattir. Bu sadakat rejiminde soytarılığa, özellikle acı oyunlarına yer yoktur, kaldı ki kolektif duygulanımlar, bu duygulanımlar etrafında bir araya gelmeler, müşterek bir dil, hikâye ve anlam dünyasında varlık edinmeler önemini yitirmiştir; ufalmış, sonsuzca küçülmüş bireyin dünyası, o dünyadaki kesik kopuk seslere çehre kazandırmak çok daha baskındır. Öznenin kendi hakikati söz konusu olduğunda ışıltılı yahut soluk, çelimsiz yahut fiyakalı, dile getirilen her cümleye; melodram yahut keder değil, kıyısından da olsa Nietzscheci manada arkaik bir kahkaha eşlik eder, bu kahkaha öznenin tekil hakikatinin yegâne ve en geçerli kanıtıdır; özne kolektif olanın diyeti değildir; “kurtarıcılar”dan geçilmeyen barbarlar toplamı cemiyetse genelde tiksinti uyandırır: “Yine bir kitle, yine bir kalabalık, yine bir güruh, yine bir toplanmışlık, yine bir tören.”

***

Bu öznenin optiğinden kadraja alınan dünyanın ifadesi bir diş macununun ağızda köpürmesi, “her şeyin abartıya dönüşmesi” gibi, ama her zaman değil, bazen. Zira yalnızca ağızdaki macun ve su değil, zekâ da köpürüyordur bir yandan, köpüren bu zekâ peşi sıra kapkara bir ironiyi seferber ediyor görünse de, ironinin çerçevesi aşılıp politik bir sinizme, oradan da yer yer ontolojik-kozmolojik bir nihilizme temas edilir; “akılla yapılan kira sözleşmesi feshedilir”: silinmiş anlamları, ideolojilerle, nutuklarla, ağıtlarla, yazılarla üstü örtülmüş hakikatleri, kıymetten düşmüş hayatı yeniden ve başka biçimlerde dile getirmek, hiç değilse sorunsallaştırmak için...

Barbar-anlatıcı nezdinde olduğu gibi yazar nezdinde de “bir şey üzerine yazmak” imkân dahilinden çıkmış; bir olayı, bir zamanı kayda geçirmek anlamını kaybetmiştir, zira fena bir şekilde “bir şeyin altında kalınmıştır”: Tarih, Siyasa, Coğrafya, Dil, Kültür, ya da daha önce yazılmış kimi metinler... Söz yahut ses işte bu altında kalınan şey her ne ise oradan yukarıya çıkma arzusundadır, ama üstünü başını silkeleme ihtiyacı duymayan, kendi kir pasını da yazının maraz soluk sahnesine taşıyan bir tutumla: “Yazmalıydım... Yazdıklarımda bir şeyi değiştirmeyi düşünmedim hiç! Okuduklarım hep aynı kalsın diye yazdıklarımdır bunlar...

[1] Mehmet Mahsum Oral, Barbarlarla Beklerken, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 13.