Mehmet Mahsum Oral: Barbarlarla Beklerken (II)
Derviş Aydın Akkoç

“Asansör” yarını olmayan, bitirilemeyecek bir günde sokağa çıkmak üzere barbar-anlatıcıyı “yeraltına” indirir: bakışın temas edeceği, söylemsel olarak işlenecek dünya, bu dünyanın içine monte edileceği “kent” yerin yüzeyinde değil, altındadır. Söz-yazı yahut ses gibi kent de “bir şeyin altında” kalmıştır: bu kentte az önce yahut çoktan bir yıkım vuku bulmuş gibidir, ya da yıkım sonrası kurulu dikili yapılar içinde bir enkaz söz konusudur da sanki, optiğe takılanlar bir kaosun bakiyesinden ibarettir. Saf acı yahut keder değil, dışarıda bırakılanlarıyla birlikte optiğe takılanlarda yer yer kuvvetle seğiren metalik, şen şakrak bir damar var. Sağaltan, geçiştiren değil, daha ziyade ifşa eden bir şen şakraklık ama bu: pasaklı ironi. Düzendeki kaosta, yapı içindeki bu enkazda karşılaşılan ilk araç bir hafriyat kamyonu yahut bir dozer değil, bir “panzer”dir mesela:

“Issız yolda bir panzerle birlikte yürüyoruz. Bu, hiç de tesadüf değil. Beni tanıyanların bir panzerle çıktığımı düşünüp flörtümle ilgili sorular sormalarından çekindiğim için adımlarımı hızlandırıp onu geçmeye çalışıyorum. Çünkü istese beni gideceği yere bırakacağını biliyorum.”[1]

“İstese”: demek bir potansiyel güç imgesidir panzer, istese orada öylece adımlayan yarı-aylak özneyi gideceği yere, o yer artık neresiyse pekâlâ götürebilir. Barbar-anlatıcının içinde bulunduğu kentte “bir yere varmak için” özel olarak bir “vasıta” kullanmak gerekmiyordur oysa, zira upuzun yollar mesafeleri de kısaltmıştır. Yürümek yeterlidir bir boşluk gibi genişleyen bu uzamda. Bu yabani uzamda –evden çıkıldığında– öncelikle bir panzerle yürümek, önce onu görmek, onun hantal gıcırdayan sesine çarpmak: panzer, barbarlar kentindeki –bölgedeki– siyasal rejimi, iktidar ilişkilerini tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde açık eder. Bununla birlikte, panzer “hiç de tesadüf” olmayan, Benjaminci manada “istisna” olmaktan çıkmış, “kural” haline gelmiş bir rejimin de sembolü gibidir. Rejimin kural kısmı Mehmet Mahsum Oral nezdinde elde birdir. Bu sembolün metinsel tezahürü, bu tezahürün kişisel veçhesi daha mühimdir: kanıksanmış, alışılmış olsa da panzer öznenin gündelik olağan hareketlerinde aşina bir tedirginlik yaratır; öte yandan, kişinin iki basınç merkezi arasındaki sıkıntılı konumunu da görünür kılar: bir yanda “istese” alıp götürecek, kaybedecek, yok edecek bir panzer, diğer yanda bu panzerin dolayımıyla “beni tanıyanlar” kümesi. Öznenin –bu açılış kısmı hariç- metin boyunca tanınmak, fark edilmek gibi bir derdi görünürde yoktur, ama orada gece gündüz uyanık bir tür süperego, katılaşmış bir kamu bakışı, kolektif bir ahlaki yargı öbeği olarak “beni tanıyanlar” vardır: bu düzlemde tanıdıklardan gelecek olası “sorular” en az panzerin kendisi kadar kuvvetlidir... Ama her durumda normalleşmiş ya da dışarıdan bakıldığında normal görünen hayata, bu hayatın sorunsallaştırıldığı metne panzerin ağır ve kasvetli gölgesi düşer: tıpkı barbar-anlatıcı gibi metnin ritmi de adımlarını hızlandırıp geçmek zorundadır bu yerli üretim gölgeyi...

***

Geçmek, ya da geride bırakmak: Nasıl? Öznenin gerek panzer gerek barbarlardan mürekkep toplumun ritüelleri karşısında tek bir hamle şansı vardır: “uzaklaşıyorum oradan.” Kaçınılmaz bir hamledir bu. Ama sahiden uzaklaşıyor mudur? Bir evin, bir mekânın, bir kurumun, bir aracın önünden geçiyor, adımlıyordur ama bu adımlama, bu geçip gitme süreci bir “uzaklaşma”dan ziyade geçilen yahut uzaklaşılan şeyi peşi sıra sürükleme, uzaklaşırken yakınlaşma, uzaklaştığın şeye daha yoğun bir şekilde yakalanma süreci gibi, sözgelimi bir müsamere çocuğunun “devletle ilk resmî teması”, panzerle değil, “şiir”le gerçekleşir:

“Bir okulun önünden geçiyorum ve tören gibi şeylerin yapıldığını görüyorum. İlk şiirini barbarlara yazmış çocuğun biri, ağzına mikrofonu çok yaklaştırdığı için tiz çıkan sesiyle şiir okuyor, okulun avlusunda toplanmış barbar heyeti çocuğu dinliyor. Toplanmış olan ciddi barbarlar büyük ihtimalle mikrofonun ya da kulaklarının çıkardığı sıkıntıdan dolayı şiiri pek anlamamış gibi görünüyorlar. Ama şiirse okuduğu, mutlaka iyi şeyler geçiyordur içinden dediklerini duymuş kadar oluyorum. Duymamaları onları rahatlatıyor. Çocuğun devletle ilk resmî teması böyle oluyor.”

“Tören gibi şeyler”in şeylerin yapıldığı, önünden geçilen, belli bir mesafeden bakılan bir “okul” ve bu okulun avlusunu dolduran resmî barbar heyeti (öğretmenler, müdürler, hademeler): panzer sembolü okulla, okuldaki otorite figürleri ile tahkim edilir: iktidar ve otorite figürlerinin arasında –ırzına sonradan geçilecek- masumiyetiyle tek bir varlık bulunur: tiz sesi ile şiir okuyan, ama sesini kimseye ulaştıramayan “çocuk.” Ama masumiyet de zedelenecektir: “devletle ilk resmî temas” ilk aşktan, ilk umuttan, ilk sevinçten çok daha belirleyici, çok daha yakıcıdır...

***

İktidar ve otorite figürleri, bu figürlerin oluşturduğu örgütlü toplumda kıyılıp biçilen esas dönem, öznenin çocukluğudur. Nitekim kimse barbar doğmuyor, sonradan oluyordur. Barbarlarla Beklerken’de ağıt yalnızca çocukluğa yakılır. Barbarların yaşam alanında çocukların hayatındaki başlıca iktidar kaynağı olarak “baba”lar bile panzerlerden, devlet kurumlarından nasibini almış, zamanla küçülmüş, ufalanmış, zavallı hale gelmişlerdir. Barbar-anlatıcı kendi çocukluğunu anımsar, televizyon antenini düzeltmek üzere dama çıkıyordur, antenler ve damlar, 1990’lar gibi bir zaman aralığı olsa gerek:

“En çok, soğuk havalarda damdaki anten direğini sıkıca kavrayıp ayarlarken aşağıdaki televizyon kanalını net göstermeye yarayan o küçük elin kendisiydi çocukluk... Aşağıda, televizyon karşısında oturan büyüklere, muhtemelen çok yukarıda duran demir yumrukların bir gününü anlatacak olan o spikerin sesini billur hale getiren o küçük el... Ovduğumda içinden cin çıkan bir lambam olmamış olabilir ama sıkıca tuttuğumda içinden barbar canavarların babamı korkuttuğu bir direğim vardı. O dönem haberler çok uzundu, sağa sola döndürüp durduğum direğim de. Büyüklerin duymak istedikleri ise hep çok kısa bir şeydi, beni uzun uzun dışarda tutacak kısalıkta bir şey.”

İster müsamerede şiir okuyan ister damda anten direğini tutan bir çocuk olsun: “devletle ilk resmî temas” çok erken ve çok tahripkârca yaşanmıştır. “Demir yumruklar”la, aldığını geri vermez, götürdüğünü geri getirmez panzerlerle, haber bültenlerini aktaran spikerlerin sesleriyle karşılaşmanın, o ilk resmî temasın etkileri, ruhta açtığı yaralar, hafızaya attığı çizikler daima özneyle beraberdir.

***

İçinde babaların da çocuklaştıkları, korktukları bir kentte ve zamanda yaşamak, hayatta kalmak: Ama çocukluk da bir evredir, masumiyet kazanılan da yitirilin de bir şey olmaktan çıkmıştır, yaşanmış ve bir barbara dönüşülmüşse talihtendir zira talihin kör baktıkları da vardır: barbarlar kentindeki büyüyemeyen, serpilemeyen çocuklar. “Buzdolabına yatırılmış bir çocuk” ya da bedeni askeri-resmî mermilerle delik deşik edilmiş on iki yaşında bir başka çocuk (Uğur Kaymaz?) imgesi-hayaleti metne giriverir, hatta musallat olur:

“Saat kulesinin bir türlü doğru zamanı göstermediğini fark eden barbarları bir öfke alıyor. On ikiyi bir türlü geçmeyen bir saat kulesinin altında durup zamanın düzelmesini bekliyorlar. Zaman ancak geriye giderse düzelebilir, diyor bir yaşlı barbar. Barbarların bir geçmişi olmadığı için kimse yaşlı adamın söylediklerini dinlemiyor. Saat on ikiyi geçmiyor. Heykelini kırdıkları çocuk da on ikiyi geçmemiş. Ve duruma alışıyor üzerinde oyun oynanan yerin halkı. Kimse birbirinden saatin kaç olduğunu da böylece sormamayı öğreniyor. Kâhin bir barbar, burada neyi diksek büyümüyor, sanırım biz artık hep on iki yaşında kalacağız, diyor. Kimse artık saate bakmıyor... Saatin on ikiyi geçmediği bu yer, bir külkedisi masalı bile etmiyor.”

Tarihin, siyasetin, sanatın, edebiyatın saati: “Durunca anlaşılır saat kaç olduğu”. Belki anlaşılmaz da göz yumulur, müşterek bir kepazeliği hasıraltı etmek için. On ikide durmuş bir saat kulesi. Yarın, yani gelecek yoktur ama saat on ikide “donmuş şimdide”, külçeleşmiş bu “şimdi”din huzurunu kaçırmak üzere yüklü ve gerilimli bir geçmiş vardır: “uzaklaşıyorum oradan.” Hiçbir yere gidilemiyordur aslında, Edip Cansever dizeleri gibi hatta, kalınıyordur: “ne düşmek ne sarkmak ne gitmek bir parça ileriye / öylece kalıyoruz / öylece kalıyoruz / öylece kalıyoruz.”

***

Saat on ikide durmuştur ama metin devam etmelidir: yazarla metin arasındaki sadakat sözleşmesinde yazar havlu atmak istese bile, metin hareket etmekten yanadır. Kurulacak yeni bir cümlenin vereceği, gizli zevkleri de olan bir suçluluk duygusuna yahut telafi ihtimaline oynayarak değil, son cümlenin tazyiki, utancı, kırık direnci ile adımlamak üzere: yazı da dahil “külkedisi bile etmeyen” bir yerde kurtarıcı “nokta işareti”ne varmak için yürünmesi gereken yollar vardır...

[1] Mehmet Mahsum Oral, Barbarlarla Beklerken, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 15.