Mehmet Mahsum Oral: Barbarlarla Beklerken (III)
Derviş Aydın Akkoç
O kara, o toz toprak içindeki şakanın yakasına yapışan, bilinci donduran, ironinin önüne taş koyan, onu da mahcup düşüren bir kesif keder; tutulamayan, tutulmasına olanak da olmayan bir yastan ziyade derin ve kalıcı bir melankoli de var Barbarlarla Beklerken’de: bir uçtan diğerine “bölge”ye, bölgedeki kentlere, kentlerin toplamı olarak “ülke”ye de sinmiş bir melankoli bu. Kent alegorisi genişler: “bölge”den taşıp ülke-ler sathına yayılır. Kayıplarla, eksiklerle çoğalan puslu, bitap düşüren melankoli... Her anımsamada suç yeniden yaşanır, metin zamansal kırılmalarla geçmişe yönelir bazen. Yarın yoktur ama dün vardır. Barbar-anlatıcının vardığı bir şehirde “tedirgin” bir “güvercin” bir “sapanla” vurulur mesela, adından bahsedilmeyen bir güvercin (Hrant Dink?) birdenbire süzülerek betona, metnin ıstırap kuyusuna, barbarlar toplumunun suç siciline düşer:

“Bir grup barbarın toplandığını fark ediyorum üzerinde oyun oynanan yerde. Bir güvercini tedirginlik sapanıyla vurmaya çalışan biri güvercinden takla atmasını istiyor. Sapanları güvercini tedirgin ediyor. Bu oyundan sıkılan biri güvercini vuruyor. Ölü güvercini eline alan bir barbar onu havaya fırlatıp güvercinin ölü olduğu için takla atabileceğini göstermek istiyor arkadaşlarına. Havaya fırlatılan güvercin bir cam tarafından da kırılıyor. Rüzgâr, ölü güvercine suni teneffüs yapmak için onu oradan alıp götürüyor...”[1]

Olaylar arasında bağlantılar kuran, barbarların hareketlerini takip eden, toplu ve bireysel cürümleri kayda geçiren, bir çocuk cüretiyle sorular soran zekâ, bu zekâdan yayılan “neşe” farkında olmanın diyetini saklı ve yoğun bir melankoli ile öder: dudağın kıyılarına vardığında boşluğa yuvarlanıp parçalanan ürpertici bir tebessüm, ya da sıtmaya tutulmuş bir kahkaha... Açık bir yara metnin teninde zonklar, cümleler arasındaki sessizlik bölgelerinde seğirir, söz bu nedenle yer yer şiire yaklaşır, şiire sığınır; uzar, gevezelik eder, ya da uzun ıslak susar, kesilir...

***

Metnin konuşan öznesi de bir barbar, ama diğer barbarlarla özne arasında kimi farklar var, Kafka’nın “suçunu anımsa” ikazı onu daha bir şiddetle dağlamış gibidir: yaşamanın, bir artık, bir döküntü de olsa hayatta kalmanın bir suça ortak olmakla, göz yummakla, yahut yanından geçip gitmekle, tanık olmakla, yazmakla, konuşmakla ya da susmakla mümkün olduğunun bilincindedir. Özne unutmanın neredeyse bütünüyle imkân dahilinden çıktığı, hatırlamanın egemenliğini kurduğu bir varoluş düzleminde asılı kalmıştır sanki. Acı, umutsuzluk, nafilelik hissi, keder: hurdaya çıkmış duygular içinden cılız bir tamirat ihtimali ile tek bir duygu sağ çıkacaktır: Utanç. Yaşamın, sakatlanmış da olsa yaşamın başlıca kanıtıdır utanç. Ama tahammülsüz barbarlar toplumu onu da gözüne kestirmiştir: dünyadan başka pek çok şeyi kazıdıkları gibi utancı da kazımak istiyorlardır. Barbarlar “yere” kazma indiriyorlardır, can havliyle:

“‘Yeri yarıyoruz,’ diyorlar. ‘Ah bir yer yarılsa da içine girsem,’ diyen ve halen utanabilenler için kazdıklarını söylüyorlar. Yer utanmadığından yarılmıyor da. Biz zaten yerin altındayız, siz onu daha ne kadar kazmayı düşünüyorsunuz diyorum, en son utanan kalıncaya dek diyorlar. Beri yanda dolaba uzanmış bir çocuk, beri yanda dolap tek kapılı olduğu için toprağa uzanmış bir kadın...”

“Biz zaten yerin altındayız”: toprağa “açık kalp ameliyatı” yapmaya, yerin yarılmasına gerek yoktur oysa. İktidarın “en son terörist kalıncaya dek” söylemi barbarlar toplumunda “en son utanan kalıncaya dek” şeklinde de işliyordur: iktidar ve onun dümen suyundaki toplum utanç duyanlara mezarlığı reva görür. Utancın kendi kendini silmesi, ilga etmesi, sıfırlaması, demek toplumun mutlak bir utanmazlık toplumu olarak yeniden kuruluş istemi söz konusu. Ece Ayhan’ın “kötülük toplumu” formülasyonu Mehmet Mahsum Oral’da yerini utanmazlık toplumuna bırakmış, daha doğrusu toplum kötülükten utanmazlığa doğru çözülüp dağılmış gibidir. Öte yandan, bırakalım utananları gömmeyi, sokağa çıkma yasaklarından ötürü çocukların kokmasınlar diye buzdolaplarında muhafaza edildiği, toprağa verilemediği, dolap tek kapılı olduğu için (yoksulluktan) bir kadının toprağa uzandığı bir koordinattadır barbarlar kenti. Yaşayanlar kör ve sağırdır. Barbar-anlatıcı sızısını bastırmak, sesini kısmak, utancını kendi içinde yaşamak zorundadır. Ve bu süreçte burada ya da başka diyarlarda yer asla yarılmayacaktır, sözgelimi bir bodrum katında (Cizre dolaylarında?) bir yangının öncesine değil, sonrasına dair: “Bizim kül arkadaşlarımız da var! / Bizim kül komşularımız da var! / Hatta bizim kül tabakamız da var!”

***

“Kül arkadaşlar”, “kül komşular”, “kül tabakası”: daha baştan ağzında her şeyin bir abartıya dönüşeceğini, bitiremeyeceği bir güne başlamak üzere aynanın (okurun, yazının, siyasanın) dikkatini dağıtacağını, yüzünde bir tükürükle sokağa-kente çıkacağını, dilin pejmürde köşelerinde dolanacağını belirtmişti barbar-anlatıcı. Ama “kül” abartılı bir imgeden fazlasıdır burada, hakikatin az sonra dağılacak, savrulacak, unutulacak işareti: kaldı ki abartmak yalan söylemek değildir, hem hakikat bazen abartıda da kendini duyurur. “Kül” hızla geçilen bir haber içeriği, bir imaj kadar bile olsa gerçektir. Kül arkadaşlar ya da kül komşular, savrulmuşlardır ama varlardır, bir vakitler etten kemikten onlar da var olmuşlardır hatta... “Kül komşular” ya da “külkedisi masalı” bile etmeyen çocuk ölümleri: yangın alevleri ve dumanlarla kaplı bu söylemsel düzlemde “kül”, siyasal bir çürümenin, kültürel bir çölleşmenin, yaşanmaya değmez, ölüsü para etmez hayatların uçuşan sembolüdür...

***

Anlatının trajik kör noktası: Cennet görünümlü bu cehennemden, düzen maskesinin gerisinde işleyen bu kaostan bir kaçış, bir firar, zayıf da olsa bir çıkış imkânı yoktur. Arada sırada bir doğa, bir dağ yahut bir orman parçası ışıldar ama bir şimşek çakımı gibi derhal kaybolur onlar da: “yine şehir, yine sokak, yine kaldırımların kaldıramayacağı kadar çok barbar...” Katı bir yazgıdır şehir, sokaklar ve barbarlar... Tüm yığılmaların, bükülmelerin, ufalmaların karşısında “uzaklaşıyorum oradan” diyen barbar-anlatıcı, bir eşikte “kaçıyorum...” nidası atmak zorunda kalır: ama imkânsız bir kaçma edimidir bu da. Kaçmak değil, kovalanmak gerekiyordur belki, ama medeni barbarlar kovalamıyordur da, kaçışı, çıkışı mümkün kılabilecek bir ihtimal olarak bir “köpek” belirir:

“Kaçtığımı gören bir köpek beni kovalamaya başlıyor. Ağzımdaki iki dişini istiyor köpek. (...) Peşimi bırakmasını istemediğim gibi yorulmamasını da istiyorum köpeğin. Çünkü ben böyle kovalanırken dünyanın sonuna ya da kendim için bir vatan toprağına varabilirim. Sahi neydi vatan? Doğduğun, doyduğun yer diyorlardı ona. Yoksa duyulduğun yer miydi? Açlıktan guruldayan karnını duymayan vatanın seni doyurması mümkün mü? Bu yüzden pes etmemeli bu köpek diyorum, vazgeçmemeli. (...) Belli ki o da kaçmak istiyor. Durmanın, tasma olduğunu benden daha iyi biliyor. Koşuyoruz... Köpekle farklı yollara giriyoruz. Sonrasında ne olduğunu bilmiyorum, kovalanmadığım için dünyanın dışına da çıkmıyorum.”

Bir vatan ya da dünyanın sonu yoktur... Gidilecek bir yer kalmamıştır. Bir bağlanma, yerleşme, tutunma biçimi olarak “aşk” zaten yoktur, arada titrek bir ışıkla bir “barbar kadın” görünür, geçmişte kaçırılmış sızılı sıkıntılı bir fırsattır en çok, o da ölmüştür... Yüksek bir otorite makamı olarak Tanrı da ortalıkta yoktur üstelik. Tanrı’dan geriye gölgesi barbarlar diyarına da düşen muamması kalmıştır: Çocuğu, son anda bir kurbanla takas edip İbrahim’in elinden kurtarmıştır, ama İbrahim’in elindeki “bıçak”a karışmamıştır... Vatan, bir başka kent, bir liman, parklar, siyasal “seçimler”, temsili demokrasinin leziz “pasta dilimleri”, mezarlıklar, aşk, Tanrı... Köpek çekilir aradan, kovalamaktan vazgeçer, son umut yiter. Durmak bir tasmayla yaşamaktır artık. Bu gri, bu metalik, sonraki günü olmayan dünyada yapılacak tek şey çaresiz eve dönmektedir, ya da belki de evden hiç çıkılmamıştır...

***

Bitirilemeyecek bir günde, bitirilemeyecek bir metne son verilmek istediğinde tek bir şey değişmiştir ama: kaçışın, ilticanın, göçün, yer değiştirmenin, kurtulmanın, gökyüzünün ihtimali olarak, anlatının açılışında görünen, bir klimanın balkona takılmış ünitesi üzerinde pinekleyen bir güvercin eve dönüldüğünde de görünür, fakat barbar-anlatıcı kentlerin içlerine sokulurken, panorama çıkarırken geçen zaman zarfında aynı güvercin “uçamayacak şekilde kendi tüylerini yolmuştur.” Bir kuşun kendi tüylerini yolması... Kelime takımlarından, imge zincirlerinden, boğuk şakalardan kurulmuş cümle öbekleriyle, perendeler atarak, helezonlar çizerek dilin karanlık yok-merkezi etrafında dolanan, temsilin imkânsızlığına zar atan yazar da, tıpkı güvercin gibi, anlatının sonuna yaklaşıldığında kendi tüylerini yolmuş gibidir. Ama kapanış cümlesinde tükenmiş enerjinin yeniden toparlanacağına dair yarım ağız bir vaat de dillendirilir, neyse ki: “Nokta yaratılmamış olsaydı, cümle kendini yenilemek için onu icat etmek zorunda kalacaktı... NOKTA.”


[1] Mehmet Mahsum Oral, Barbarlarla Beklerken, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 53.