Neo-faşizmin Türkiye Versiyonu Olarak Milliyetçi Hareket Partisi

GİRİŞ

1990’lar boyunca Türkiye toplumunun ultra-milliyetçiliğin popülerleşmesi olgusunu yaşadığını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Devlet politikalarının yanısıra günlük yaşamın birçok veçhesinde (medya haberlerinde, şehit cenazelerinde, ve hattâ futbol maçlarında bile) ultra-milliyetçi ideolojinin daha etkin hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Son 30 yıldır, ultra-milliyetçiliğin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) çatısı altında birleştiği ve yayıldığı düşünülecek olursa, bu partiyi incelemek, Türkiye’de ultra-milliyetçiliğin hegemonik ideolojideki değişen etkinliğini anlamayı sağlayabilecektir. MHP açısından bakıldığında bu partinin tarihindeki en saygın konumu 1990’larda kazanmış olduğunu görebiliyoruz. Bu durum ultra-milliyetçiliğin, Türkiye toplumunun ideolojik merkezine yerleşme girişiminde önemli adımlar attığını göstermektedir. Dahası bunun siyasal bir harekete temel oluşturur şekilde gelişmiş olması da bir tür faşizmin Türk toplumunu etkisi altına aldığına işaret etmektedir.

Yukarıdaki tespitin tartışmalı, hattâ birçok kişiye göre abartılı bulunacağının farkındayım. 18 Nisan 1999 seçimlerinde MHP’nin gösterdiği beklenmedik başarıdan sonra yapılan tartışmalar MHP ideolojisinin değişip değişmediği ekseninde yürümüştü. Kimilerince MHP değişmiş, artık eski aşırılıklarından sıyrılmış, siyasal düzenin merkezine doğru yol almış ve böylece saygınlık ve başarı kazanmıştır. Tartışmanın diğer tarafındakiler içinse MHP değişmemiş, eskiden nasılsa şimdi de öyle ultra-milliyetçi ve faşist bir parti olarak kalmıştır. Bu yazıda, bu iki yaklaşımın da gerçekliği tam olarak tüketen analizler sunamadığı önerilecektir. Savunulan görüş, MHP’nin aşırı-milliyetçi ve faşist özünden ödün vermeden değiştiğidir. Diğer bir deyişle faşizan özünü yeniden biçimleyerek neo-faşist bir konuma yerleştiğidir. MHP’nin merkezileşmeye başladığı doğrudur, ama bu basit bir merkeze kayma değildir. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda anılan yaklaşımların her ikisinin de sabit bir ideolojik merkezin[1] olduğunu varsaymakla malûl oldukları söylenebilir. Bu varsayımdan hareketle yapılacak çözümlemeler olgunun karmaşıklığını gözardı etmektedirler. Kanımca, aslolan, siyasal ve ideolojik merkezin ultra-milliyetçi ideolojiyi de içine katacak şekilde yeniden tanımlanması ve yapılanmasıdır. Elbette ultra-milliyetçiliğin siyasal örgütleyicisi olan MHP’nin yeni bir merkez oluşturmaya katkısı ve katılışı partinin geçmişteki stratejilerinden ve ideolojik vurgularından farklılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Genel eğilimleri itibariyle, partinin 1980 öncesi stratejisi iç savaş çıkarma, ordu içinde cuntalar oluşturma ve bürokrasiye sızmaya dayanırken, 1990’larda gevşek ve ikili bir söylem kullanıp toplumdaki egemen ideolojileri eklemleyerek seçime dayalı bir strateji uygulamak olmuştur. Aynı paralelde, MHP, 1970’lerde anti-komünist, korporatist ve anti-kapitalist demogojiye dayalı bir söylemi stratejikleştirmeye çabalarken, 1990’larda, liberal demokrat ve uzlaşmacı bir söylemi gündeme getirmiştir. Elbette, MHP’nin siyasal bir özne olarak etkinliği gözardı edilmemek kaydıyla, bu değişikliklerin önemli ölçüde Türkiye toplumsal formasyonundaki dönüşümler tarafından belirlendiğini görmek gerekir. Bu yazıda, MHP ideolojisi, partinin söyleminde ve stratejilerindeki güncelleşmeler dikkate alınarak tanımlanmaya çalışılacaktır.

Akademik çalışmalarda MHP ideolojisi milliyetçilik, ultra-milliyetçilik, radikal sağ, aşırı sağ, faşizm gibi pek çok farklı kavramla tanımlanmıştır. Örneğin MHP hakkında oldukça geniş araştırmalar yapan Jacob Landau, bu partiyi ve onun öncülü olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) radikal sağ partilerin bir versiyonu olarak tanımlamaktadır.[2] Landau’ya göre radikal sağ ve radikal sol partiler aşırılıkları nedeniyle aynı temeli paylaşırlar.[3] Hugh Poultan’da MHP’yi tanımlamak için Landau gibi radikal sağ terimini kullanır. Ancak, Poultan 1980 öncesi radikal sağı faşizmle özdeşleştirir: “1970’lerin MHP’si, hemen hemen tüm alanlarda, para-militer örgütlenmesi ve diğer özellikleriyle, faşizm tanımına uyar görünmektedir. Faşizmden tek farkı din karşıtı, ya da en azından din dışı özelliğinin olmayışıydı...Öte yandan, 1980 darbesinden beri radikal sağ partiler engellendi ve gerçek anlamda faşist özelliğini kaybetti.”[4]

Diğer yandan Mehmet Ali Ağaoğulları MHP’yi tanımlamak için, ultra-milliyetçilik kavramını kullanmıştır.[5] Ağaoğullarına göre, bu geniş kavram tarih boyunca, Türkçülük, Turancılık,[6] milliyetçilik ve ülkücülük gibi değişik biçimler almıştır. Ancak, Ağaoğulları 1980 öncesi MHP’nin aşırı milliyetçi ideolojisinin sadece terminolojik değil, ideolojik benzerlikleri olduğunu belirtmiştir.[7]

Çağlar Keyder de Poultan gibi, 1970’lerin ultra-milliyetçiliğinin faşizm olarak tanımlanması gerektiğini iddia etmektedir. Keyder, faşizm terimini, bu ultra-milliyetçi siyasal hareketin toplumsal tabanlarının özelliklerinin ve özlemlerinin dünyadaki diğer faşist hareketlere benzerliğini vurgulamak için sosyolojik anlamda kullandığını belirtmektedir.[8] Keyder’e göre, MHP 1970’lerin uygun koşullarında Türkiye’de bir faşist hareket yaratabilmiştir.

Burada MHP’yi temel olarak “radikal” ve “aşırı uç” bir parti olarak tanımlamanın birtakım sorunları beraberinde getirebileceğini belirtmek gerekiyor. Bu türden tanımların yanıltıcı olabilecek ilk yanı, Landau’nun yaptığı gibi sosyalist ve faşist partileri aynı kategoride değerlendirmektir. Oysa bu partilerin toplumsal tabanlarına, siyasal amaçlarına, ve stratejilerine daha yakından bakıldığında temel farklılıklar bulunduğunu görmek mümkündür.[9] Diğer bir deyişle, aşırılık ve radikalizm kavramları bu partilerin ideolojilerindeki, örgütsel yapılarındaki, ve politikalarındaki farkları görmeyi engelleyebilecek çok geniş ve muğlak kavramlardır. Bu nedenle, yazı boyunca faşist parti kavramının MHP’nin spesifik özelliklerini açıklamak için en uygun kavram olduğunu savunacağım. Dahası, 1980 öncesi MHP politikası ve stratejileri “klasik” veya “tarihsel” faşizmlerle benzerlik gösterirken, 1990’lar boyunca bu partinin neo-faşizm kavramıyla açıklanabilecek yeni görüntüler sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bunu iddia etmek, MHP’nin milliyetçi, ultra-milliyetçi ya da aşırı sağ parti olmadığı anlamına gelmemektir. Önerilen, MHP’yi bu kavramlarla açıklamanın yanlış değil, ama yetersiz olduğudur. Zira, milliyetçi, ultra-milliyetçi veya aşırı sağ olup, faşist diye tanımlanamayacak partiler de mevcuttur. Bu anlamda, tüm faşist partilerin milliyetçi, ultra-milliyetçi ya da aşırı sağ olduğu söylenebilirse de tersi söylenemez. Faşizm, milliyetçilik ve ultra-milliyetçiliğe özgü olmak zorunda olmayan daha spesifik özelliklere sahiptir. İlerleyen sayfarda hangi anlamlarda faşizm ve neo-faşizm kavramlarının MHP ideolojisinin doğasını açıkladığı üzerinde durulacaktır. Ancak, bu kavramlardan önce MHP’nin değişik boyutlarını açıklamada yararlı olabilecek diğer kavramların (milliyetçilik, ultra-milliyetçilik, aşırı sağ) parti ideolojisiyle ilişkisi üzerinde durmak yararlı olacaktır.

1. MİLLİYETÇİLİK

MHP lider kadrolarının ve üyelerinin kendilerini tanımlamakta en çok benimsedikleri kavram kuşkusuz milliyetçiliktir. Partililerin hemen hiçbiri ülkücülüğün bir tür faşizm olduğunu hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. MHP liderleri birçok kez, ülkücülükle faşizm arasında benzerlikler olduğu argümanının Türkiye’deki komünistler ve bölücüler tarafından uydurulmuş olduğunu ilân etmişlerdir. Türkeş’ten bir örnek vermek gerekirse: “Türkiye’yi kızıl emperyalizmin kölesi haline getirmek için çalışan komünistler ise Türk milliyetçiliğinin amansız düşmanlarının ön safında gelmektedirler... Her fırsatta ayaklanırlar: ‘Faşizme karşı elele’ yahut ‘ırkçılar, kafatasçılar memleketi bölüyor’ diyerek yaygara koparırlar... Faşizm İtalya’ya mahsus korporatif bir sistemdir. Manevi görüş bakımından faşizm ‘Katolik’, nazizm ‘anti-klerikal’dır (dine karşı). Bunlar zaaf ve kuvvetiyle başka cemiyetlerin, başka milletlerin düzenleridir.”[10]

Bu kısımda tartışılacak temel soru MHP liderlerinin iddia ettiği gibi MHP’yi faşizm kavramlarıyla değil, sadece milliyetçilik kavramlarıyla anlamanın yeterli olup olmadığıdır. Milliyetçilik literatürünün faşizm ya da radikal sağ literatüründen çok daha geniş olduğu söylenebilir. Milliyetçilik kavramının farklı boyutları üzerinde devasa sayıda fikir ve tartışma mevcuttur. Ancak, ortaya koyduğumuz problem açısından sorgulanması gereken, bu tanımların MHP olgusunu hakkıyla açıklayıp açıklayamadığıdır.

Belirtmek gerekir ki, bazı milliyetçilik tanımları ilk bakışta MHP olgusunu yeterince açıklıyormuş izlenimi vermektedir. Örneğin, John Breauly’nin tanımı açıkça MHP ideolojisini yansıtmaktadır. Breauly’e göre, milliyetçilik sadece bir düşünceler, doktrinler ya da duygular kümesi değil, aynı zamanda bir siyaset biçimidir. Breauly, milliyetçiliği belli bir yapının (ekonomi, kültür, vs...)[11] ifadesi değil, bir politika biçimi olarak görür. Böylece, milliyetçiliği “devlet iktidarını ele geçirmeyi amaçlayan ve bunu milliyetçi argümanlarla meşrûlaştıran bir siyasal hareket” olarak tanımlar. Eğer bu tanım doğruysa, bu durumda MHP’yi milliyetçi parti olarak tanımlamakta sakınca yoktur. Ancak, bu tanım MHP’nin ve ülkücü hareketin özgüllüğünü görmek için yeterli bilgileri içermemektedir. Örneğin, Kemalist ideoloji de, devlet iktidarına yerleşmesini, milliyetçi argümanlara dayanarak meşrûlaştırmışsa da, milliyetçilik anlayışı MHP türü milliyetçilikle eşitlenemez.[12]

Tarihsel olarak, milliyetçilik faşizmden çok daha farklı biçimlere bürünmüştür. Birçok yorumcu, faşizmi, ırkçılığı, ya da aşırı sağı milliyetçilik kavramı altında açıklama eğilimindedir. Bu yorumcular açısından, milliyetçi ideolojiler belli koşullar olgunlaştığında faşizm biçimini alabilir. Örneğin, Mark Neocleaus, faşist olmanın ilk basamağını milliyetçi olmak olarak görmektedir.[13] Ona göre: “Faşizmin içerdiği milliyetçiliğin ayırdedici özelliği nasıl belirlenirse belirlensin -‘bütünleyici, yekpare’ (integral) milliyetçilik, radikal milliyetçilik, ya da ultra-milliyetçilik, hiç farketmez- bu milliyetçiliğin ve ırkçılığın paylaştığı temel özelliktir; milliyetçilik zorunlu olarak yabancı düşmanıdır (xenofobik) -yani, yabancı düşmanlığı milliyetçi mantığın bir parçasıdır- ve daima anti-Semitizme ve ırkçılığa davetiye çıkarır.”[14]

Aynı biçimde, Tom Nairn de İtalyan faşizmi ve Alman Nasyonal Sosyalizminin milliyetçiliğin sonuçları olduğuna inanmaktadır. Başka deyişle, Nairn’e göre, faşist dönem, milliyetçiliğin gerçek doğasının ortaya çıktığı dönemdir.[15]

Öte yandan, Monsterrat Guibernau, aralarındaki yakın ilişkiyi kabul etse de, milliyetçilik, faşizm ve ırkçılık kavramları arasında bazı farklar görmektedir. “Milliyetçiliğin, faşist, ırkçı ve yabancı düşmanı tavırlara müracaat ettiği ve sık sık şiddetin türlü biçimlerini kullandığı”[16] doğrudur. Ayrıca hem ırkçılık, hem de milliyetçilik, ulusal kimliğin inşâsında, ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki ayrıma dayanmaktadır.[17]

Ancak, Guibernau milliyetçilik ve ırkçılığın temel zıtlıklar gösterdiğini ve ‘tamamen farklı mesajlar önerdiğini’[18] iddia eder. Ona göre, “ırkçılığın özgüllüğü, öteki grubun zararına bir gruba üstünlük atfeden ve ‘farklı’ olarak tanımlananlara karşı düşmanlığın körüklenmesini destekleyen bir farkın sürekli yüceltilmesinde yatar.”19 Temel olarak, milliyetçilik kendi insanlarına daha iyi bir dünya yaratmayı amaçlayan ortak bir proje önerirken, “ırkçılık hiçbir şey yaratmaya teşebbüs etmez.”[20]

Guibernau milliyetçilikle faşizm arasında, milliyetçilikle ırkçılık arasında olduğundan daha fazla benzerlik görür. Öyle ki, faşizmi milliyetçi ideolojinin karanlık yönü olarak tanımlar. Guibernau’ya göre, milliyetçilik 19. yüzyılda liberalleşme ve özgürleşme hareketlerine katkıda bulunurken, 20. yüzyılda faşizm biçimine bürünmüştür. 20. yüzyılın başında, “her şeyden önce bir milliyetçi hareket olan faşizm, yıkıcı krizlerin yarattığı koşullarda milyonlarca insana anlamlı bir siyasal bağlanma sağlanmıştır.”[21]

Faşizm, önce bir siyasal hareket olarak, sonra da siyasî bir rejim olarak 1920’lerde ortaya çıktı. Eğer liberalizm ve sosyalizm gibi ideolojilerin faşizmden çok daha önce politika sahnesine çıktığını hatırlanırsa, faşizmin bazı özelliklerinin temelleri daha açık görülecektir. Juan Linz’in belirttiği gibi, ‘faşist hareketler, birçok ülkede siyasal parti sisteminin çoktan billurlaştığı zamanda ortaya çıkan sonraki hareketlerdi.”[22] Diğer deyişle, faşizm siyaset sahnesine çıktığında, toplumun farklı kesimleri zaten kendilerini belli bir partiyle, bir sendikayla, bir dernekle, ya da başka türlü bir siyasal örgütle özdeşleştirmişti.

Linz’e göre, bu gerçek faşist partilerin ya da hareketlerin başarı koşullarının zaten daha önceden büyük ölçüde hazırlanmış olduğunu ispat etmektedir. Linz, faşizmin sonradan ortaya çıkmasının faşist ideolojinin özündeki tepkisel (‘anti’) karakterini açıkladığını düşünmektedir. Kanımca, faşizmin reaksiyoner karakterini vurgulamak anlamlıysa da, bu niteliği, onun sonradan ortaya çıkan bir ideoloji olmasının doğrudan sonucu olarak görülemez. Hiçbir ideolojinin tamamen ve sadece tepkisel olamayacağı düşünülürse, bu iki olgu arasında dolaylı bir ilişki olduğu söylenebilir. Faşizmin reaksiyoner boyutları daha hâkimse de, reaksiyoner ögeler maddi bir gerçekliğe tekabül etmeden ve toplumda yapılaşmış ortakduyulara temas etmeden tek başlarına kitleleri harekete geçiremez. Faşist hareketler bir şekilde uzun süre kitleleri politikleştirebilmek için reaksiyoner boyutlarının yanısıra pozitif bir siyasal bir program ortaya koymak zorundadır. Yine de, Linz’in yukarda andığımız ifadesinin milliyetçilik ve faşizm arasındaki ilişkinin önemli bir yönüne işaret etmesi açısından faydalı olduğunu belirtmek gerekir. Zira, genellikle milliyetçilik doktrinleri, milliyetçi ideolojinin ve hareketlerin ortaya çıkışını açıklamak için ulus-devlet inşâ sürecine vurgu yaparlar. Öte yandan tarihsel olarak, faşist hareketler ve rejimler ulus-devlet inşâ sürecinden çok sonra ortaya çıktılar. Bu açıdan milliyetçiliğin ve faşizmin beliriş koşulları çok farklıdır. Zira, faşizm konjonktürü, görece gelişmiş bir kapitalizmde ortaya çıkan iktidar blokundaki bir çatlağı gerekser.

Türkiye bağlamında bakıldığında, siyasal yaşamın birbiriyle mücadele eden farklı milliyetçiliklere sahne olduğunu dikkate alırsak, MHP’yi sadece milliyetçilik kavramlarıyla açıklamak yanıltıcı olacaktır. Sadece Kemalizm değil, İslamcılık ve Kürt hareketi gibi diğer ideolojiler de milliyetçiliğin türlü yorumlarını içermektedir. Bu anlamda denebilir ki, milliyetçilik MHP ideolojisinden çok daha başka ideolojileri içeren daha geniş bir kavramdır. Sonuç olarak, milliyetçilik literatürü MHP ideolojisi ve politikasını anlamakta yer yer faydalı olsa da, MHP’nin özgül milliyetçiliğini açıklamak için milliyetçilik dışında daha başka kavramlara da ihtiyaç vardır.

ULTRA-MİLLİYETÇİLİK VE AŞIRI/RADİKAL SAĞ

MHP’yi sadece milliyetçilik kavramıyla açıklayamıyorsak, ultra-milliyetçilik veya aşırı sağcılık kavramlarına başvurabilir miyiz? Michi Ebata’ya göre, “Aşırı sağcılık, temel olarak, bir eşitsizlik ideolojisinde kök bulan nefret, bağnazlık ya da önyargıların ifadesi olarak tanımlanabilir. Bu nefret, toplumu, ait olanlar ve ait olmayanlar olarak bölen bir dünya görüşünün bir ifadesidir. Daha özgül koşullarda, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, homofobi, kadın düşmanı ve dinsel hoşgörüsüzlük olarak ortaya çıkar.”[23]

Ebata’nın tanımı kolaylıkla MHP’nin ideolojisini ve politikasınının çeşitli görünümlerini belirlemek için kullanılabilir. Ebata’ya göre, “nefret, aşırı sağcılık için bir dayanışma kaynağı olarak hizmet eden ve ideolojiyi besleyip eylemleri güdüleyen bütünleyici bir değerdir.”[24] MHP’nin reaksiyoner ideolojisinin de tanımlanmış iç ve dış düşmana karşı nefreti içerdiğini söylemek mümkün. Bunun dışında, Ebata’nın aşırı sağcılığın diğer özellikleri olarak andığı ultra-milliyetçilik, etnik milliyetçilik, karizmatik liderlik, erkeklerin ve gençlerin daha etkin olduğu bir taban gibi özellikleri de MHP’de bulunmaktadır.

Ebata klasik faşizmle aşırı sağcılık arasında bazı benzer noktalar olduğu görüşünü savunur. Hattâ klasik faşizmi günümüz aşırı sağının atası olarak görür.[25] Ancak yine de, Ebata’ya göre, ‘faşizm ve nazizmin kendilerinin bile birbirinden farklı olduğu ortadayken, faşizm çok dar bir tanımdır.’[26] Ebata’nın yargısının iki noktada eleştirilebilebileceğini düşünüyorum. İlk olarak, denebilir ki, İtalyan faşizmiyle Alman Nazizmi o kadar çok ortak noktaya sahiplerdi ki, aynı kavram altında tanımlanmaları neredeyse bir gerekliliktir. Bir anlamda, faşizm teriminin kullanılışı kapitalizm teriminin kullanılışıyla kıyaslanabilir. Belli bir üretim tarzı olarak kapitalizm, doğuşundan bu yana çok farklı biçimlere bürünmüştür. Sanayi kapitalizmi, kolonyal kapitalizm, ulusal kapitalizm ya da global kapitalizm gibi birçok spesifik isimleri hak eden kapitalizmler olabilir. Bunlar arasındaki farklılıkları vurgulamak anlamlı olsa bile, tek bir terim altında yapılacak bir isimlendirme, genel çerçeveyi ortaya çıkaracaktır. Bu faşizm olgusu için de böyledir: farklılıklara gösterilen duyarlılık ancak ve ancak bunları kesen ortak eksen gözden kaçırılmıyorsa yanıltıcı olmaktan kurtulacaktır. Aslında sadece Alman Nazizmi değil, Fransa’daki Front National (FN), İtalya’daki Movimento Sociale Italiano (MSI) ya da Allezionne Nazionella (AN) ve diğer neo-faşist hareketleri de farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlarda da olsa aynı ideolojik ve politik temeli paylaştıkları için faşizm terimi altında toplamakta sakınca yoktur.

İkinci olarak, Ebata’nın daha kullanışlı bir kavram olarak önerdiği aşırı sağcılık kavramı, ideolojik ve politik olarak faşist partilerin kritik özelliklerini net bir biçimde ortaya çıkaramamaktadır. Türkiye bağlamındaki bir örnekle açıklarsak, İslamcı hareketleri ve partileri de aşırı sağ olarak tanımlama eğilimi vardır. Ülkücü hareket ve İslamcı hareket arasındaki ortaklıkları belirtmek için böyle bir kavram yer yer anlamlı olsa da, ülkücülüğün faşizan özünden gelen spesifik özelliklerini gözden kaçırmamak gerekir.

Faşizm ve neo-faşizm kavramlarını çok dar ve sınırlı bulan bir başka yazar olan Klaus von Beyme’ye göre “aşırı sağcılık kavramının radikalizm ya da neo-faşizm ve faşizm kavramlarına göre daha tercih edilir kılan bazı artıları vardır.”[27] Ancak Beyme neden faşizm ve neo-faşizm kavramlarının tercih edilmemesi gerektiğini, ve Fransa’daki FN, İtalya’daki MSI ve AN ve Türkiye’deki MHP’nin neden aşırı sağ kavramıyla açıklanması gerektiğini belirtmemektedir. Aşırı sağ kavramının değişik yorumlarını eleştirmesine rağmen,[28] kendisi bir tanım yapmaktan kaçınır.

Kanımca, aşırı sağcılık, ultra-milliyetçilik, aşırı uç milliyetçilik gibi terimlerin göreceli imâları (aşırı, ultra, uç...) ideolojik temelde açıklayıcı olsa bile, bunların politik düzleme doğrudan yansıtılması bazı sorunlar çıkarmaktadır. Eğer ultra-milliyetçilik ve aşırı sağcılık kavramları marjinalliği ve siyasal merkezin çok uzağında olmayı ifade ediyorsa, MHP’yi özellikle 18 Nisan seçimlerinden sonra siyasal merkezin kenarına yerleştirmek gerekir ki, bu pek mümkün değildir. MHP Meclis’teki ikinci büyük partidir ve parti lideri Devlet Bahçeli MHP’nin siyasal merkezin tam da merkezinde olduğunu söylemektedir.[29] Bahçeli, partinin değerlerinin toplumda yaygınlaşması olgusuna binaen bu görüşü belirtmektedir. Aslında partinin kuruluşundan beri, hattâ CKMP döneminde bile parti liderleri sürekli olarak partinin merkez partisi olduğunu savunmuştur.[30] Ancak birçok kişinin gözünde aşırılık kavramı marjinallik kavramını ifade ettiği için, bu kişilerin seçim sonuçları üzerine MHP’yi algılayışları kökten değişmiştir. Önceleri, MHP’yi aşırı sağ olarak nitelemeye alışkın olanlar, artık partiyi merkez partisi olarak görme eğilimine girmişlerdir. Kanımca, MHP’nin tanımlanışı ve kavramsallaştırılmasındaki böylesine keskin bir değişim aşırı-sağ ve ultra-milliyetçilik terimlerinin sorunlu yanlarına işaret etmektedir.

Ancak politik düzlemde birçok açıdan MHP’yi açıklamakta kafa karışıklığına yol açan ultra-milliyetçilik kavramının, ideolojik düzlemde MHP’yi tanımlamakta hâlâ faydalı olduğunu düşünüyorum. İdeolojik düzlemle politik düzlem arasındaki ilişkinin içsel olduğunu gözönünde tutup, sonuçta belli bir politikaya işaret eden üç aşamalı bir ultra-milliyetçilik tanımı önereceğim. İlk aşamada ultra-milliyetçi ideoloji, tarihî milletler arasındaki ilişkilerin ve mücadelelerin sahası olarak görür. Diğer bir deyişle ultra-milliyetçi zihniyette, tarihin birimi millettir. MHP’nin de sahip olduğu bu temel görüşü Türkeş’in “Milletler Arasındaki Çetin Mücadele” başlıklı yazısındaki sözleriyle örnekleyelim: “Her millet kendi varlığı için mücadele ediyor... Biz Türk Milletinin davasını güdüyoruz. Aramızda hiçbir yabancı güç yok, arkamızda Türk milleti var. Bu mücadeleyi ‘Türk’e yine Türk’ten fayda var’; ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’ diyerek kuvvetimizi milletimizden alıyoruz.”[31]

Bir başka örnek verecek olursak, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra, MHP’li bir yazar olan İrfan Ülkü, tarihî gelişmelerin Marx’ı değil tarihin milletler arasındaki savaş olduğunu gören Alparslan Türkeş’i haklı çıkardığını iddia etmektedir.[32]

İkinci aşama olarak, ultra-milliyetçilik, millet ve devlet arasında bir özdeşlik varsayar. Ultra-milliyetçi ideolojiyi benimseyenler, devlet ve milleti ayrılmaz bütünler olarak görürler. Bu minvalde, MHP’liler içinde devlet Türk milletinin en önemli özelliğidir: “Tarihte 100’ün üzerinde devlet, 16 büyük imparatorluk kuran başka bir millet gösterilemez. Ancak tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamıştır. Türkler devlet olmanın üç şartına tarih boyu daima sahip olmuştur. Vatan, Millet ve Bağımsızlık.”[33]

Üçüncü aşamada, ultra-milliyetçi akımlar ya da partiler, kendilerini milletin gerçek temsilcileri olarak görürler. Bu anlamda, ultra-milliyetçilik, sadece dış değil, aynı zamanda iç düşmanlar tanımlayan sekter bir ideolojidir: “Bütün milliyetçiler şunu çok iyi bilmelidir ki; hiçbir devlet ve millet kendi varlığından ve birliğinden kesinlikle en ufak bir taviz dahi vermezken, Müslüman Türk insanının kendi varlığını ve ruhunu korumaktan kimler alıkoymaya çalışacaktır. Şüphesiz ki, düşmanlarımız. Öyleyse bizim milliyetçilik anlayışımıza hizmet için, yine düşmanlarımız tarafından ayarlanmış ve harekete geçirilmiş bugünkü Türkiye’nin içinde bulunan devlet ve millet düşmanı ihanet ordusunun fertleridir.”[34]

Bu varsayımların sonucu olarak, ultra-milliyetçiliğin politikası, kapitalist düzeni yıkma perspektifi taşımadan ya da karşı hegemonya oluşturmadan, devlet iktidarını ele geçirmektir. MHP’liler açısından bir milliyetçi devleti ve milleti kurtarmak için hareket etmelidir: “Bize göre milliyetçilik milletimizi ve devletimizi kıyamete kadar baki yaşatma arzusunu da içerdiği için, var olma ve yaşama savaşının bir yüzü ve yönü olarak da düşünülebilir.”[35] Bu nedenle, “Milliyetçi olmak, Türk milletine karşı görevli olmak demektir. Görev verilmemiş olsa bile, her milliyetçi kendini Türkiye’yi ve Türk milletini bu gerilikten, bu yokluktan ve tarihî şerefimizle asla uygun olmayan bu çirkinlikten kurtarmak için görevli saymalıdır. Çünkü görevsiz milliyetçi olamaz.”[36] Görevini yerine getirmek için, milliyetçiler çeşitli türden politik stratejiler uygulayarak devlet iktidarını ele geçirmeyi amaçlar. Türkiye bağlamında da, MHP türü politikanın temelini devlet iktidarını ele geçirmek için çeşitli stratejileri (devlet kadrolarına sızmak, ordu içinde cuntalar örgütlemek, iç savaş çıkarmak, liberal demokratik bir söylem kullanmak...) hayata geçirmek oluşturmaktadır.

Ultra-milliyetçilik kavramı ideolojik düzlemdeki faydasına rağmen, MHP’nin daha spesifik özelliklerini işaret etmek için faşizm kavramı kadar kullanışlı değildir. Faşizmin en önemli ayırdedici özelliği bir kitle hareketini gerçekleştirebilmesidir. Ultra-milliyetçilik gibi sadece bir ideoloji değil, aynı zamanda siyasal bir kitle hareketidir. Irkçılık ya da ultra-milliyetçilik kitle hareketi olmadan var olabilirken, faşizm için durum böyle değildir. Örneğin, 20. yüzyılın başındaki Türkçüler (Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu...) ultra-milliyetçi diye tanımlanabilirse de faşist olarak tanımlanamazlar. Kanımca, MHP etkisi altına girmiş Türkçülüğü faşist yapan, bu yeni ultra-milliyetçiliğin kitleleri harekete geçirebilecek derecede toplumun ortakduyularına hitap edebilmesidir. Şimdiki bölümde faşizm ve onun yeni biçimlerinin MHP’yi neden daha iyi açıklayabildiği üzerinde duracağım.

FAŞİZM

Daha önce de belirttiğim gibi, faşizm literatürü ultra-milliyetçilik literatüründen daha geniştir. Her konuda olduğu gibi faşizm konusunda da farklı yorumlar vardır. Stanley Payne’ye göre faşizm yorumları 12 kategoride sınıflandırılabilir:

“1. Burjuva kapitalizminin yıkıcı ve diktatöryal vasıtası 2. Bonapartizmin 20. yüzyıl’daki bir biçimi 3. Orta sınıf radikalizminin ifadesi 4. Milletler tarihinin sonucu 5. Kültürel ve ahlaki çöküntünün ürünü 6. Kendine özgü meta-politik bir olgu 7. Aşırı nevrotik ve patolojik psiko-sosyal etkilerin neticesi 8. Amorf kitlelerin yükselişinin ürünü 9. 20. yüzyıl totalitaryenizminin tipik bir görünümü 10. Modernleşmeye bir başkaldırı 11. Sosyo-ekonomik büyümenin belli bir aşamasının sonucu 12. Bu türden genel bir faşizm olgusu olduğunun inkârı”[37]

Payne’nin sınıflaması çok geniş olsa da, bu yorumların hepsinin birbirini dışlayıcı ya da birbirinin karşıtı olduğunu düşünmemeliyiz. Ayrıca, faşizmin dinamik ve değişken karakterini hesaba kattığımızda, bu farklı yorumların belli bir tarihsel bağlamda doğru (ya da yanlış) olabileceğini de söyleyebiliriz. Kanımca, bu yaklaşımları ilk elde, kabaca ikiye ayırmak mümkün olabilir. İlk kategoride, yorumcular faşizmin ideolojik, psikolojik ve biçimsel yönlerine vurgu yaparlar ve faşizmi bir özellikler, fikirler, ya da inançlar bütünü olarak görme eğilimindedirler. Genellikle, bu yazarlar, faşizmin ideolojik görüntüleri ve ifadeleri üzerinde yoğunlaşırlar. Bu yaklaşımın en tipik örneği ‘kontrol listesi yaklaşımı’dır (check-list approach). Birçok Marksizm dışı yazar, belli bir faşizm tipolojisine dayanan bu yaklaşımı benimsemişlerdir.[38]

İkinci kategori faşizmin doğduğu ve geliştiği toplumsal koşulları vurgulayarak, bu olgunun tarihsel ve sosyolojik boyutlarına yoğunlaşırlar. Bu kategoride, yorumcular genellikle maddi koşulları ön plana çıkararak faşizmin ideolojik görünümlerini toplumsal bağlamına oturtmaya çabalarlar. Marksistlerin birçoğu faşizmi bu perspektiften anlamaya çalışır ve onun özgüllüğünü kapitalist gelişme çerçevesinde inceler. Bu bölümde bu yaklaşımları kısaca tartışırken bunların MHP’yi açıklayıcılığını da incelemeye çalışacağım.

İlk kategorideki yorumcuların çoğu, faşizmi cinse ait (generic) bir olgu olarak görürler. Roger Griffin, ‘cinse ait tanımlamaları’ Weber’in ‘ideal tip’ tanımıyla karşılaştırır. Weber’in teriminde olduğu gibi “Cinse ait tanımlar da, gerçekte hiçbir zaman ‘doğru’ olamazlar, ancak kavramsal analiz araçları olarak uygulandığında faşizmi incelemek için az çok yararlıdırlar.”[39] Bu yaklaşımı Griffin dışında Juan Linz, Renzo de Felice ve Stanley Payne gibi yazarlar destekler.

Griffin, faşizmi “çeşitli permütasyonlarının mitik özü, popülist ultra-milliyetçiliğin palangenetik bir biçimi olan bir siyasal ideoloji türü”[40] olarak tanımlar. Palangenetik terimi etimolojik olarak Grekçedeki palin (tekrardan, yeniden) ve genesis (oluşum, doğuş) kelimelerinden türemiştir.[41] Bu açıdan, palangenesis sözcüğü hem geçmişi hem de geleceği ifade etmektedir. Aslında, geçmişteki kültler ve mitler, geriyi değil, ileriyi göstermektedir. Faşist partilerdeki bir milletin tarihinin yüceltilmesi aslında tarihdışı (ahistoric) bir biçimde tarihe vurgu yapmaktır. Geçmişi yüceltip mitleştirerek, tarihe tarih-dışı bakmak bu anlamda bir ironi taşımaktadır. Saf ve mitik bir tarih anlayışı Türk faşizminin de bir özelliğidir. Faşizmin ırkçı tarih yorumunda Orta Asya’daki Türk ırkının tarihi mistikleştirilip efsaneleştirilerek anlatılır.[42]

Griffin’in ikinci argümanı, faşizmin, onu faşizm yapan minimum özelliklerin ideolojik bileşenlerine göre değil, sahip olduğu ortak mitik öze göre tanımlanabileceğidir.[43] Griffin’e göre, mit terimi irrasyonalizme ya da deliliğe değil, kendisine kapılanlara çekici bir imaj aracılığıyla enerjilerini boşaltan, açığa çıkaran bir güce işaret eder.[44] Bu mitik öz, tarihsel bağlama göre, farklı ideolojik görünümler alabilir. Griffin, faşizmi faşizm yapan on tane minumum değeri (kontrol listesi) şöyle sıralar: “anti-liberalizm, anti-muhafazakârlık, karizmatik bir siyaset biçimine olan eğilim, sosyalizan ögeler, toplumsal desteğinin heterojenliği, ırkçılık, enternasyonalizm, eklektisizm.”[45]

Griffin’in tespitleri faşizm olgusunun birçok boyutunu ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, faşizmdeki mitik imajın tarihsel koşullara göre farklı ideolojik biçimlerde tezahür edeceği şeklindeki tespiti, faşizmin pragmatik ve eklektik karakterini görmek için faydalıdır. Ancak, Griffin’in faşizm analizindeki temel sorun, faşizmi mitik imajlardan beslenen bir çeşit kara enerjiye indirgemesi ve olgunun içinde doğduğu tarihsel ve sosyal koşulları önemsizleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Diğer deyişle, tarihsel koşulların önemini anmakla birlikte, bu koşulların anlamını ve içeriğini belirleyecek hiçbir ölçüt ya da araç önermemektedir. Griffin, faşizmin pek de dinamik görünmeyen ideolojik minimumlarına, ölçütlerine vurgu yapmaktadır. Bu nedenle, Griffin’in analizinde faşizme yol açan mitik imajların neden bazı insanlara çekici gelirken başkalarına çekici gelmediği açıklanamaz. Dahası, sosyalizan ögeleri faşizmin zorunlu parçası olarak gören Griffin’in yaklaşımı neo-liberal argümanları seslendiren neo-faşist partileri açıklamak için de yeterli olmamaktadır. Son olarak, Griffin’in faşizm ölçütlerinden ikisine (anti-muhafazakârlık ve sosyal desteğin heterojenliği) de itiraz etmek mümkündür. Faşizmin zorunlu olarak anti-muhafazakâr olduğu görüşü temelsizdir ve tarihsel olarak birçok muhafazakâr parti ya da dernek faşist parti ve hareketlere destek vermiştir.[46] Robert Soucy ve başka bazı yazarlar[47] bu konuda ana-akım ekole karşı çıkmaktadır. Soucy’e göre, “Fransız faşistlerin çoğunun Fransız muhafazakârlığıyla ortaklığı vardı. Savundukları, gerçekte, Fransız faşizminin otoriter türüydü ve solcuların sadece küçük bir kısmı iki dünya savaşı arası dönemde faşizme yönelmiştir.”[48] Günümüzde de, faşizmin yeni biçimleri siyasal iktidarı ele geçirmek için muhafazakâr örgütlerin entellektüel desteğinin zorunlu olduğu fikrini benimsemektedirler. Beyme’nin de belirttiği gibi, “Fransa’daki Nouvelle Droite (Yeni Sağ) ve İtalya’daki biçimi olan Nouva Destra (Yeni Sağ) kendilerini bazen ‘gramscista di destra’49 olarak adlandırırlar.”[50] Aslında, sadece Fransa ve İtalya’da değil, Türkiye’de de faşist partilerle muhafazakâr dernekler arasında yakın ilişkiler olmuştur. En bilinen örneği, 1962’de kurulan Aydınlar Kulübü ve 1970’de kurulan Aydınlar Ocağı’nın MHP ve ülkücüleri solun yükselişinin karşısında desteklenmesi gereken güçler olarak görmesidir.[51]

Griffin’in yaklaşımında sorunlu görünen ikinci nokta, faşizmin toplumsal tabanının heterojen olduğuna dair iddiasıyla ilgilidir. Griffin’e göre: “Bir işsizin ya da çalışanın, bir işçi sınıfı ya da aristokrasi üyesinin, bir şehirlinin ya da çiftçinin, bir üniversite mezununun ya da ‘eğitim açısından bahtsız olanın’ faşizm mitine yakalanmasına engel olacak bir kural yoktur. Aynı zamanda faşist mentalitenin yalnızca erkek ve gençlerden oluştuğu da doğru değildir...”[52]

Belli bir siyasî hareketin toplumun çeşitli kesimleri tarafından desteklenmesi elbette ki muhtemeldir. Aslında, belli bir toplumsal gruptaki herhangi bir insanın mutlak suretle belli bir ideolojiyi desteklemesini ya da desteklememesini gerektiren doğal bir kanunun olmadığını söylemek tam anlamıyla bir basmakalıpçılıktır. Öyle ki, bir sermayedar bireyin bile sosyalist bir ideolojiyi desteklemesi imkânsız değildir.[53] Ancak, toplumsal grupların genel eğilimleri, az sayıda bireyin tercihlerinden çok daha açıklayıcıdır. Birçok araştırma göstermiştir ki, MHP’de dahil olmak üzere tüm faşist partiler tamamen homojen olmasa bile küçük burjuvazinin, erkeklerin ve gençlerin daha yoğun olduğu az çok birbirine benzer belli bir toplumsal tabana sahiptirler. Örneğin, Fransa’daki neo-faşizmi inceleyen makalesinde, Cristopher Flood şu tespiti yapar: “Daha çok erkeklerden oy alan FN, temel desteğini, küçük işyeri sahipleri, ve diğer esnaflar, din adamları, kol emekçileri ve işsizlerden sağlamaktadır.”[54] Ian Kagedan da, Alman neo-faşizmininin tabanını daha çok erkeklerin oluşturduğunu açıklar: “1994’de yayımlanan BfV istatistikleri, militan aşırı sağ kategoriyi çok büyük ölçüde erkeklerin oluşturduğunu ortaya koymuştur (%96 erkek, %4 kadın)”[55] Türkiye’de ise, kendisi de bir MHP’li olan Mustafa Çalık tarafından yapılan ampirik çalışmaya göre, MHP’lilerin birçoğu parti liderlerinin erkeksi söylemlerinin partiye ilgi göstermelerinde önemli etkisi olduğunu ifade etmişlerdir.[56] Ayrıca, 18 Nisan 1999 seçimlerinde oy verenler üzerinde yapılan bir anket çalışmasında, partiye oy verenlerin %75’inin erkek olduğu ve partinin ilk kez oy kullanan gençlerden yarısına yakınını çekebildiğini ortaya koymaktadır.[57]

Bazı yorumcular faşizmin psikolojik boyutunu öne çıkarırlar. Örneğin Wilhelm Reich’a göre, “faşizm, otoriter makina medeniyetinin ve onun mekanik-mistik yaşam kavramsallaştırması tarafından baskı altında tutulan insanın temel duygusal tavrıdır.”[58] Reich gibi, psikanalizi Marksizmle birleştirmeye çalışan Erich Fromm da faşizmin psikolojik temeli üzerine yoğunlaşır. Fromm’a göre, normal yani nevrotik olmayan insanın sado-mazoşist karakteri, faşizmin insanî temelini oluşturur.[59] Faşizmin bu sado-mazoşist karakterini, ‘otoriter karakter’ olarak niteler.[60]

Faşizm yorumunda toplumsal bağlama vurgu yapan ikinci kategoride, birçok Marksist yazar faşizmin tarihsel bağlamının kapitalist toplum olduğu konusunda hemfikirdir. Aralarındaki farklılıklara karşın, Marksistler için, faşizm genel olarak kapitalizmin bir ürünüdür. Max Horkheimer’in ünlü sözü Marksistlerin faşizm anlayışını örnekleyebilir: “Kapitalizm konusunda ağzını açmak istemeyen birinin faşizm konusunda da susması gerekir.”[61] Öte yandan, bir başka Marksist yorumcu olan Nicos Poulantzas, Horkheimer’in ifadesinin tamamen yanlış olduğunu iddia eder. Poulantzas’a göre asıl, “Emperyalizm konusunda ağzını açmak istemeyen birinin faşizm konusunda da susması gerekmektedir.”[62] Poulantzas yaptığı faşizm analizinde herhangi bir ulusal kapitalizmdeki krizin yanısıra, ulus-üstü bağlamın da belirleyici olduğunu savunur. Poulantzas’ın Horkheimer’a itirazı Marksistler arasında kapitalizm ve faşizm arasında nasıl bir ilişki olduğuna dair farklı fikirlerin olduğunu göstermektedir. Poulantzas, faşizmi “istisnai devlet formlarının içindeki özel bir rejim”[63] olarak tanımlar. Ona göre, bir faşizm analizi emperyalist zincire ve bu zincirdeki eşitsiz gelişmeyi dikkate almadan yapılamaz.[64] Fakat, Poulantzas, faşizm olgusunu uluslararası kapitalist sistemdeki ekonomik ilişkilere indirgeyen ekonomist yaklaşımın bu olgunun özgüllüğünü kavrayamadığını da belirtir.[65] Zira faşizm olgusu aynı zamanda toplumdaki belli politik ilişkiler dolayımıyla da biçimlenmektedir. Örneğin, faşist dönemin başında, iktidar blokuyla geleneksel merkez partileri arasında bir temsil krizi ortaya çıkar. Dahası faşizm konjonktürü, işçi sınıfı ideolojisinin toplum üzerinde hegemonyasını kuramadığı bir politik ortamı gerekser.

Kanımca, faşizm olgusunun hem maddi hem de ideolojik boyutunu analizine katan Antonio Gramsci’nin tespitleri MHP hareketini anlamakta yararlı olacaktır. Gramsci faşizmi farklı biçimlerde tanımlamıştır. Bazen basitçe burjuva reaksiyonun aşırı bir formu, bazen “İtalyan kültürünün geriliğine” özgü kültürel bir olgu, bir başka zaman da, bir küçük burjuva hareketi olarak tanımlar.[66] Aslında bu farklı tanımlar Gramsci’nin teorik tutarsızlığından ziyade, faşizmin özellikle de ilk dönemlerindeki karmaşık ve çelişkili niteliğinden kaynaklanmaktadır.

İlk başta, Gramsci faşizmi “ulusun hayat tiyatrosunda şehirli küçük burjuva tarafından sahneye konan son oyun”[67] olarak tanımladı. Ancak, birkaç ay sonra faşizmin iskeleti olarak taşra burjuvazisini gördü. Faşizm önce kırsal alandan başlamış ve sonra şehir merkezlerine doğru yayılmıştı. 1921’de yazılan “İki Faşizm”[68] adlı yazısında, reaksiyoner kırsal faşizm ile kentli faşizmin reformist milliyetçiliği arasındaki gerilimden kaynaklanan çelişkili ögelerden bahsetti. İlk başlarda, faşist tepkinin “burjuva devleti”nin krizini çözmek için gerçekleşen kapitalist bir şiddet olduğunu iddia etti. Devletin restore edilmesi için kapitalizm, legal baskı ve illegal faşist teröründen oluşan vahşi yüzünü göstermek zorundaydı. Fakat daha sonra faşizmin devlet iktidarının ifadesinden daha fazla bir şey olduğunun farkına vardı. Faşizmin kırsal kökenli olması ve devlet-üstü bir olgu olmasını, faşist hareketin taşrada ve kentlerdeki sömürülen sınıfların kitle desteğini kazanmasına yol açan etkenler olarak görmüştü. Böylelikle İtalya’da faşizm toplumun hegemonik ideolojisi olabilmişti.

Faşizmin kırsal bölgelerden başladığı fikri, Gramsci’yi faşizmin İtalyan toplumunun tarihinin derinliklerinden doğduğu düşünmesine yol açtı. Gramsci, İtalyan toplumunun genelde şiddete dayalı günlük yaşam alışkanlıklarının üzerinde de durur.[69] Örneğin, İtalya’nın Avrupa’da adam öldürme ve eğitimsizlik seviyesi en yüksek olan ülke olduğunu belirtir. Bu nedenle, faşist hareketin keyfiliği ve yıkıcılığı zaten İtalyan toplumunun kültürel hayatının bir parçasıydı. Gramsci, faşizm analizinde faşizmin hem toplumsal hem de kültürel boyutlarına önem vermiştir. Örneğin: Gramsci’ye göre, “Faşizm bugün sadece İtalyan ulusunun altmış yıllık birleşme yönetiminde elde edebildiği düşük medeniyet seviyesi dikkate alınarak açıklanabilecek devletin aşırı derecede parçalanmasının adıdır.”[70]

Burada, Gramsci, faşizmin birbiriyle ilgili iki veçhesinden söz etmektedir: İtalyan kültürünün geri kalmışlığı ve burjuva devletinin zayıflığı. Faşizmin ilk kaynağı olarak, İtalyan toplumunun bir parçası olarak kitle psikolojisi ve ortakduyularına yoğunlaşır. İkinci kaynak olarak da, İtalyan burjuvazisinin güçlü bir devlet kurmayı başaramamasından bahseder. Bunların sonucu olarak, İtalyan burjuvası, faşistlerin şiddete dayalı politikalarını kontrol edemez.

Türkiye bağlamında, Çağlar Keyder’in faşizm tanımı da faşizmin psikolojik ve toplumsal taraflarına duyarlıdır. Keyder’e göre, faşizm var olan statü yapıları ve yapılardaki denge için bir tehdit taşıyan toplumsal değişime karşı bir reaksiyondur.[71] Faşist hareket bu değişimi geri çevireceğini ve toplumsal ve kültürel yapı içindeki değerleri ve sembolleri koruyacağını vaad eder. Buradan faşizmin siyasal ve toplumsal farklılaşmaya yol açan belli bir kapitalist gelişmeyi gerektirdiği çıkarılabilir. Kanımca, faşizm aynı zamanda ultra-milliyetçiliğin yaygınlaştığı ve kitleleri harekete geçirdiği bir kapitalist kriz durumunu veya aşamasını ifade eden sosyo-politik bir olgu olarak da tanımlanabilir. MHP açısından bakıldığında, bu partinin görece gelişmiş bir kapitalist ülkede ultra-milliyetçi ideolojinin kitleselleşmesini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu kitleselleşme belirli toplumsal grupların siyaset alanında toplumsal düzeni temelden dönüştürme perspektifi taşımadan daha etkin ya da görünür hale gelmesi, devlet ve millet mitinin daha geniş kitlelere nüfuz etmesi, ve hiyerarşik ve askerî örgütlenme ilişkilerine ve lider kültüne sahip ultra-milliyetçi partinin toplumda güç ve saygınlık kazanması olgularını ifade eder. Kitleselleşmemiş bir ultra-milliyetçiliğin temsilcileri için bir lider miti yaratmak pek kolay olmamasına rağmen, MHP’nin Türkiye’deki ultra-milliyetçiliği kanatları altına aldığı tarihten itibaren Türkeş’in mutlak itaat bekleyen bir lider konumunu aldığını görüyoruz.

Faşist partilerde, liderlik ve taban arasında bir çeşit inorganiklik vardır. Diğer bir deyişle, bu partiler, üst kadroların daha olgunlaşmış faşizmiyle tabanın saf bir reaksiyona dayanan radikalizmi arasında bir boşluk vardır.[72] Bu inorganikliğin kaynağı sınıfsaldır. Zira, faşist partiler bir yandan alt sınıfların kör öfkesini ve reaksiyoner duygularını harakete geçirmeye uğraşırken, öte yandan da, üst sınıflarla organik bir ilişki kurmaya çalışırlar. Bu çelişkiyi gidermenin en önemli yollarından biri partinin sıkı, hiyerarşik yapısı ve lideri yüceltişidir. Türkiye’de de MHP genel olarak sıkı ve hiyerarşik bir parti olarak görülmektedir. Parti liderlerinin konuşmaları da askerî disiplini destekler niteliktedir: “Bir parti evvela büyük bir teşkilattır. Biz buna lider-teşkilat-doktrin diyoruz. Bu formülün gerektirdiği disiplini ve olgunluğu kazanmalıyız.”[73]

Yukarıda da değindiğimiz gibi, faşist partiler alt ve üst sınıflara birarada seslenme isteğinin yarattığı çelişkilerden muaf değildir. Alman ve İtalyan faşizmleri de, proto-faşist dönemlerinde, heterojen bir güç yapısını barındırmaktaydı. İki tarihî olguda da, faşist rejimler istikrarı sağlama döneminde kanlı hesaplaşmaları yaşamıştır.[74] Lider kültü ise, faşist partilerin bu doğuşundan gelen inorganik karakterine bir çözüm ya da gereklilik olarak düşünülebilir. Ülkücünün Elkitabı’nı yazan Enver Yaşarbaş, bir ülkücü liderin şu özelliğe sahip olması gerektiğini belirtmektedir: “Bir lider kontrolü altında bulunan fertlerin sayısı ne olursa olsun ancak nispeten küçük bir grupla şahsen, sıkı ve devamlı bir temasta bulunmalıdır. Meramının, nihayet ve maksadının tahakkukunda ancak bu küçük gruba güvenmelidir.”[75] Liderin, küçük bir grubun dışında daha alt tabakaların fikirlerine iltifat etmemesi gerektiği fikrinin partide yaygın olması, partinin heterojen yapısından kaynaklanan sorunların geri plana itilmesine neden olmaktadır.

Faşist partilerde bilindiği gibi liderlere önderliğini belirtecek isimler de kullanılmaktadır. Türkeş’e “Başbuğ” denirken, partinin yeni lideri Devlet Bahçeli, “İlteber Devlet” ünvanına layık görülmektedir.[76] Partide taban ve liderlik arasındaki inorganiklik hâlâ sürmektedir. Liderin parti politikalarını belirlemedeki kesin rolü hâlâ vurgulanmaktadır. Örneğin, 18 Nisan seçimlerinden sonra MHP’nin olası yönelimleriyle ilgili Ülkü Ocağı Dergisinde çıkan bir yazıda şunlar söylenmektedir: “Peki, MHP bundan sonra ne yapar? Bunu, sadece ve yalnızca MHP ve Ülkücü Hareketin yeni Lideri sayın Dr. Devlet BAHÇELİ BİLİR!”[77]

Lider kültü hâlâ devam etse de, yeni lider demokrasi retoriği içinde sunulmaktadır. Parti yayınlarında, liderlikle ilgili şunlar yazılmaktadır: “Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin gelişmesinin sonucu da, siyasette karizmatik lider tipinin yerini, uzlaşmacı, halkın iletişim kurabileceği diyaloğa açık genel başkanların almakta olmasıdır.”[78] Aslında MHP’nin liberal ve çoğulcu bir söyleme dayalı stratejisinin Türkeş’in ölümünden önce başladığını ve Bahçeli zamanında bunun devam ettirildiğini söyleyebiliriz. MHP’li bir köşe yazarının sözleri MHP’nin uzlaşmaya dayalı stratejisini açıkca ifade etmektedir: “MHP şimdiye kadar olduğu gibi, bu seçimden sonra da ağırbaşlı, hoşgörülü ve kucaklayıcı tavrıyla Türk milletinin daha çok sevgisini kazanacak ve Türkiye’yi çağlar üzerinden aşarak lider ülke haline getirecektir. Bu seçim sonuçları üzerine tekrar Başbuğ gözlerimizin önüne geldi. Büyük bir strateji uzmanı olan rahmetli Türkeş’in ‘95 seçimlerinde neden öyle davrandığını aşağı yukarı anlamış gibiyim. Sanırım, bütün ülkücüler de anlamıştır.”[79]

MHP’nin bu stratejisi, Batı’da da yükselmekte olan ultra-milliyetçi hareketlerin yeni tarzıyla uyuşmaktadır. Bu anlamda, soğuk savaş sonrası dönemde, Avrupa’daki diğer ultra-milliyetçi partiler gibi, MHP’nin söylemi ve siyasal stratejisi yeniden tanımlandığı ve yeniden şekillendiği için klasik faşizmlerle benzerlik ve farklılıkları ifade edecek yeni bir kavramı kullanmak yararlı olabilir. Avrupa’daki günümüz ultra-milliyetçi partilerini tanımlamak için kullanılan neo-faşizm kavramının MHP içinde uygun olduğunu düşünüyorum.

NEO-FAŞİZM

Neredeyse yirmi yıldır, Batı ülkelerinde neo-faşist partilerin yükselişi üzerinde geniş biçimde durulmuştur. Fransada’ki Front National’ın 1983’teki umulmadık seçim başarısı Avrupa’da neo-faşizmin yeniden canlanışının ilk işaretiydi.[80] Le Pen hareketi, Batı Avrupa’daki diğer neo-faşist partiler için bir model oldu. Front National’ın ardından, aynı stratejileri kullanarak, Avusturya ve İtalya neo-faşist partileri oylarını hızla arttırdı. Öteki Avrupa ülkelerindeyse, neo-faşist partiler oylarında büyük artışlar gerçekleştiremedi ama daha güçlü hale geldi. Neo-faşizm’in yükselişi sadece Batı Avrupa’ya özgü değildir. Doğu Avrupa ve Rusya’nın[81] yanısıra, Kuzey Amerika’da[82] da neo-faşist hareketler önemli miktarda insanı çekmeyi başarır hale gelmiştir. Bu anlamda, neo-faşizmin yükselişi global bir olgu gibi görünmektedir.

Neo-faşizm ya da aşırı sağ yorumcuları, hali hazırdaki durumu klasik faşizm öncesi dönemin koşullarıyla karşılaştırma eğilimindedirler ve bu iki dönem arasında ciddi paralellikler olduğunu belirtmektedirler. Birçok ülkede, milliyetçilik ve etnik nefretin canlanışı ekonomik zorluklarla birleşmiştir (Batı Avrupa’da özellikle işsizlik kronik hale gelmiştir). Fransa’da Jacques Juliard (kitabının başlığı, Gelmekte Olan Faşizm), Bernard Henri Levi ve Alain Finkielkraut gibi birçok yazar günümüz Fransa’sıyla Weimar Cumhuriyeti arasında yakın benzerlikler görmektedir.[83] Örneğin, Levi şunları söyler: “Bu hastalıklı duruma tarihten bir benzerlik bulmak için baktığımda, demokrasinin üzerine çöken karışıklığa bir selef aradığımda, sadece tek bir örnek düşünebiliyorum: Almanyadaki Nazizmin zaferini önceleyen Weimar dönemi.”[84]

Öte yandan Richard Wolin’e göre, neo-faşizm klasik faşizmlere birçok noktada önemli benzerlikler gösterse de, bazı önemli farklara sahiptir.[85] İlk olarak, günümüz dünyasındaki hiçbir neo-faşist parti eski faşizmler gibi siyasal iktidarı tamamen ele geçirebilmiş değildir. Diğer deyişle, faşist rejimlerden bahsedebilebilirse de, neo-faşist bir rejim henüz yaşanmamıştır. Neo-faşist partiler, eski faşist partilerin oy oranını hiçbir zaman elde edememiş oldukları için, bu yeni faşizmleri daha çok klasik faşizmlerin proto-faşist dönemiyle karşılaştırmak uygun olacaktır.

İkinci olarak, klasik faşist partiler stratejilerini parlamento-üstü örgütlenmeler üzerine kurarken, bugünün neo-faşist partileri kitlesel para-militer örgütlere dayanmamaktadır.[86] Programatik düzeyde, neo-faşist partiler parlamenter siyasete ve çoğulcu demokrasiye vurgu yapmaktadır. Son olarak, yeni faşist partiler, eski faşizmlerin korporatist yönelimlerinden keskin bir farklılaşma göstererek, serbest piyasaya dayalı bir ekonomik programı sahiplenirler.[87]

Jill Irvine, klasik faşist partilerin yayılmacı politikalarının, neo-faşist partilerden farklılaştığı bir nokta olduğunu iddia eder: “Günümüz neo-faşizmi ve aşırı sağı, klasik faşizmlerin yayılmacı politikaları yerine, ‘tek ülkede faşizm’ doktrini denebilecek bir politikayı tercih eder.”[88] Kanımca, Irvine’in görüşlerinin aksine, neo-faşist partilerin demokratik söylemleri ve yayılmacı olmayan politikaları, eski faşizmle açık ve niteliksel bir fark oluşturmaz. Aslında, klasik faşizmlerin erken dönemleri (proto-faşist dönem) ve geç dönemleri (siyasal iktidarı ele geçirme ve faşist rejimi kurup stabilize ettiği dönem) arasında da kritik farklar vardı. Örneğin, Renzo de Felice, Mussolini hükümetinin ilk dönemlerde ülke-içi meselelere yoğunlaştığını ve dış ilişkilerde barışçı bir politika izlediğini belirtir.[89] Bugünün neo-faşist partilerinde olduğu gibi, proto-faşist dönemde de, yayılmacı politikalar çok açık seslendirilmemişti.

Aslında, bugünün neo-faşist partilerinde de yayılmacı politikaların emareleri yok değildir. Örneğin, İtalya’daki neo-faşist parti, İtalya’nın eski Yugoslavya topraklarındaki tarihsel haklarından bahsetmektedir.[90] Türkiye’de ise, MHP, belli konjonktürlerde Türki cumhuriyetler ve Musul-Kerkük üzerinde emperyal taleplerini seslendirmiştir. Örneğin, Körfez krizi sırasında, parti liderleri Türkiye’nin Musul-Kerkük üzerinde Milli Misaktan gelen tarihî haklarından bahsetmişlerdir. MHP’liler Turanizm fikrine karşı çıktıklarında ise, bu karşı çıkışın reel politikadan kaynaklandığını da belirtmişlerdir. Türk ultra-milliyetçiliği açısından, Türkçülüğün uzun vadeli ülküsü bir Turan Devletidir.[91] Birinci kuşak Türkçüler gibi, bugünün ülkücüleri de, Turan Devletine ulaşmak için belli aşamaların olduğunu söylerler. Örneğin, MHP’li bir yazar olan Baran Tural’a göre, “Bizim milliyetçiliğimiz, esir soydaşlarımızın ilk etapta istiklallerine kavuşması, Türkiye’de ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde milliyetçi iktidarların hâkim olması esasına dayanır. Türk milletini ilimde, teknikte, ahlak ve nizam anlayışında bütün normları gelişmiş olarak görmek istiyoruz. Zaten bütün milliyetçiler Turancıdır.”[92] Turan Devleti uzun vadeli bir proje olduğu için, Türk siyasal hayatında Turan ideali yerine bölgede gelişmiş bir ülke olma ideali ortaya konulmaktadır.[93]

Klasik faşist partilerin ilk dönemlerinde de, yayılmacı eğilimler ve totaliter politikalar çok belirgin değildi. Proto-faşist dönemde, sadece Mussolini değil, Hitler de oldukça ılımlı görünüyordu. Robert Soucy’nin belirttiği gibi “1930-33 arası seçime giren bir politikacı olarak Hitler, Hıristiyanlara işkence etmeyi değil onları korumayı, işçileri sömürmeyi değil özgürleştirmeyi, savaş çıkarmayı değil, savaşı önlemeyi, Yahudileri imha etmeyi değil (hattâ 1935’te bazı Almanlar Hitler’i Yahudiler konusunda ‘ılımlı’ buluyorlardı), azaltmayı vaad etmişti.”[94]

Burada henüz herhangi bir ülkede tam olarak iktidarı ele geçirememiş olan neo-faşist partilerin, klasik faşist haraketlerin proto-faşist dönemde başvurduğu ikili söylemi temel bir strateji olarak kullandığını söyleyebiliriz. Parti yetkilileri kamuoyu önünde daha liberal ve çoğulcu bir söyleme vurgu yaparken, parti üyelerinin sözde bağımsız yayınlarına bakıldığında ırkçı ve reaksiyoner fikirleri yaygın biçimde kullandığı görülebilir. Bir örnek olarak MHP’nin internetteki sitesiyle MHP’yi destekleyen internet siteleri arasındaki farka bakmak yeterli olacaktır. MHP sitesinde “Türk milliyetçiliği kültürel bir hareket olduğu için, MHP, ırkçılığı reddetmektedir” denirken, bu “bağımsız” sitelerde örneğin, “Genetik Yapı!” başlıklı bölümler açılıp, genin ve kanın ne kadar önemli olduğu “bilim” ve “tarih” ışığı altında inceleniyor ve şu tür sonuçlar çıkarılıyor: “Kana susamış alçaklara bakın. Ermeniler huzur vermiyor, Moskof blöf yapıyor. Avrupa Topluluğu’ndan bahsedenler nerdeler? Bunlar Türk birliğinin gerekliliğini anlayamayan budalalar”[95]

SONUÇ

Bu yazıda, MHP’nin 1970’lerde klasik faşizmlere benzerlik gösterirken, 1990’larda dünyanın birçok bölgesinde yeniden canlanan neo-faşizmlerle parallelik taşıdığını iddia ettik. Bu benzerlikleri göstermek için faşizm ve neo-faşizm literatürünün başka ülkelerdeki olguları açıklamak için kullandığı tespitlerin MHP için de kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Gerçekten de, en azından son on yıldır büyük bir ivme kazanan Avrupa neo-faşizmleriyle MHP arasında bir karşılaştırma yapıldığında şaşılacak denli benzerlikle karşılaşılmaktadır. Yazıda ayrıca, MHP bağlamında milliyetçilik ve ultra-milliyetçilik kavramlarıyla faşizm ve neo-faşizmin ilişkisi üzerinde de durulmuştur. Milliyetçilik ve ultra-milliyetçilik kavramları MHP’yi açıklamakta yetersiz kalsa da, bunlar, MHP ideolojisinin olmazsa olmazını oluşturmaktadır. Aslen, MHP olgusunun ideolojik merkezi ultra-milliyetçiliktir. Zira, parti, tarihin milletler arasındaki savaşlardan oluşan bir sahne olduğuna inanmakta, milleti devletle eşitlemekte ve kendilerini, milletin gerçek temsilcisi olarak görmektedir. Bu varsayımların sonucu, Türkiye’de ultra-milliyetçiliğin politikası devlet iktidarını ele geçirmek olmuştur. Ancak, MHP’yi birinci kuşak Türk ultra-milliyetçilerden ayıran onun uygun sosyo-ekonomik koşulların da yardımıyla, kitleleri harekete geçirebilecek politik iradeyi gösterebilmesinde yatmaktadır; ki bu özellik onu faşist parti mertebesine yükseltmektedir. Dahası, egemen düzeni değiştirmeksizin devlet iktidarını ele geçirmeye dayalı bir politika izlemesi nedeniyle, parti pragmatist değişikliklere gitmekte sakınca görmemiştir. Bugün gelinen noktada, partinin diğer neo-faşist partiler gibi, yeni söylemleri ve stratejileri devreye sokması, faşizmin özünü oluşturan ultra-milliyetçiliğin temel politikası olan egemen düzeni değiştirme kaygısı taşımadan siyasal iktidarı ele geçirme amacından vazgeçtiği anlamına gelmemektedir.

MHP’yi neo-faşist olarak tanımlamak ve onu sadece bir semptom veya belirti olarak değil aynı zamanda siyasal bir güç olarak görmek, bizi liberal veya sol liberal bir MHP eleştirisine götürmemelidir. Bizim yaptığımız tanımın, kavramın sadece ideolojik, psikolojik ve biçimsel boyutlarını kapsamadığını bilakis içinde kendini var edebildigi koşullara vurgu yaptığını yeniden hatırlatmak isterim. Bütün Marksistlerin belirttiği gibi, kapitalist ilişkiler çerçevesinde yapılmayan bir faşizm analizi soyut kalmaya mahkûmdur. Bu tespitin çok önemli bir sonucunu yazı boyunca sık sık belirtmeye calışmıştım: Faşizm ile muhafazakârlık ve liberalizm (ya da neo-faşizm, neo-muhafazakârlık ve neo-liberalizm) gibi diğer burjuva ideolojileri arasındaki mesafe sanıldığından çok daha kısadır. Dahası, kapitalist düzeni değiştirme perspektifine sahip olmayan ideolojilerin, hegemonyanın yeniden tarif edilmesinde birbirleriyle kolay kolay ayrımlanamayacak biçimde içiçe girdiklerini görebiliyoruz. Bu nedenle, Turkiye toplumundaki birçok fenomeni (devletin otoriter tutumunu toplumun derinlerine kadar nüfuz etmiş şiddet kültürünü vb.) değiştirmenin yolu, faşist diye tanımlanan bir partiye karşı alarm durumuna geçmek değildir. Böyle bir yaklaşım, görünenleri biçimleyen özü göremez. Kanımca, anlamlı olan, kapitalist düzenin tüm (toplumsal, iktisadî, kültürel, ideolojik vb.) görünümlerini birbiriyle olan ilişkisini görüp bunları aşma perspektifini taşıyarak faşizmi değerlendirmek ve bu ilişkiler çerçevesinde ona karşı mücadele etmektir.

[1] Genellikle liberal ve muhafazakâr partiler merkez sağa yerleştirilirken, sosyal demokrat partilerde merkez sola yerleştirilirler.

[2] Landau Jacob, Radical Politics in Modern Turkey, Leiden: E.J. Brill. 1974. s.205-232.

[3] A.g.e., s.287

[4] Poulton, Hugh, Top Hat, Grey Wolf and Crescent, Hurst & Company, Londra 1997, s.164-5

[5] Agaoğulları Mehmet Ali. “The Ultranationalist Right”, Irwin Cemil Schick ve E. Ahmet Tonak (der.), Turkey in Transition: New Perspectives. New York: Oxford University Press. 1987.

[6] Türkçülük ve Pan-Türkçülük ilk çıkışında Turanizmden daha dar bir anlamda kullanılmıştı. Türkçülük tüm Türk ve Türkilerin birleşmesini belirtirken, Turanizm ise Finler, Macarlar ve Estonyalıları da içeren şekilde kullanılıyordu. Ancak, 1920’lere kadar bu terimler sadece Türklerin birleşmesini ifade eder şekilde kullanılmaya başlandı. Bak. Landau Jacob, Radical Politics... s.1.

[7] Ağaoğulları Mehmet Ali. “The Ultranationalist Right... s.117.

[8] Keyder, Çağlar. 1995. Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: Iletişim yayınları s.284.

[9] Klaus von Beyme, faşizmi ve sosyalizmi aynı kategoriye koyan yaklaşımlara ‘simetrik analizler’ ismini vermektedir. Beyme, Klaus von. “Right wing Extremism in Post-War Europe,” Rihgt Wing Extremism in Post-War Europe (Der. Klaus von Beyme) Londra: K.B. Frank Cass, 1988, s.2, içinde.

[10] Türkeş, Alparslan. 1995. “Nazizm, Faşizm Uydurması” Yeni Ufuklara Doğru, İstanbul: Kamer yayınları. s.106.

[11] Burada ekonomiyi ya da kültürü belli bir yapı olarak gören Breauly’nin neden siyaseti başka bir yapı olarak görmediği, ya da bu farklı “yapıları” nasıl birbirinden kati çizgilerle ayırabildiği gibi haklı sorular sorulabilir. Ancak kanımca, Breauly’nin tanımı, hâlâ üzerinden tartışma götürmeye yetecek çerçeve sunabilmektedir.

[12] MHP milliyetçiliği ile Kemalist milliyetçilik arasındaki farkların tahlilini içeren bir çalışma için, Bak: Sakallıoğlu, Ümit Cizre. The Ideology and Politics of the Nationalist Party of Turkey, C.E.M.O.T.I., Ocak-Mayıs 1992. No: 13. 

[13] Neocleous, Mark.1997. Fascism, Birmingham: Open University Press. s.1.

[14] A.g.e., s.32.

[15] Tom Nairn, 1981, The Break-up of Britain: Crisis and Neo-Nationalism, Londra: Verso, s.347.

[16] Guibernau, Montserrat. 1996. Nationalisms: The Nation-State and Nationalism in the Twentieth Century, Cambridge: Polity Press. s.85.

[17] A.g.e., s.90.

[18] A.g.e., s.89.

[19] A.g.e., s.86-7.

[20] A.g.e., s.90.

[21] A.g.e., s.98.

[22] Linz, Juan. 1978. Introduction., (ed.) Walter Laqueur. Fascism. University of Carolina Press. s.4, içinde..

[23] Ebata Michi 1997. “Right-Wing Extremism: of Definition” Aurel Braun and Stephen Scheinberg Search (Der..) The Extreme Right:Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press. s.13-4, içinde.

[24] A.g.e., s.14.

[25] A.g.e., s.21.

[26] A.g.e., s.21.

[27] Beyme, Klaus von. 1988, “Right wing Extremism in Post-War Europe,” Rihgt Wing Extremism in Post-War Europe (der. Klaus von Beyme) Londra: K.B. Frank Cass s.2, içinde.

[28] Örneğin, psikanalitik ve neo-psikanalitik yaklaşımları (s: 12) toplumsal yapısal yaklaşımı (s: 13) Lipset’in orta sınıf aşırılığı hipotezini (s: 14) radikal sol ve aşır sağcılığı eşitleyen yaklaşımları (s: 2) inandırıcı biçimde eleştirir. Beyme’nin temel argümanı, neredeyse bütün araştırmacıların siyasetin talep yanına (kapitalist veya modern toplumun yan etkileri, otoriter kültür, sosyal krizler...) yoğunlaşıp, arz tarafını (başta merkez partileri olmak üzere diğer partilerin stratejileri) ihmal ettikleri fikrine dayanmaktadır. Beyme’ye göre aşırı sağcılığın tam dökümü iki yönün de hesaba katılmasıyla gerçekleştirilebilir. s.15.

[29] Yavuz Donat, “Demokrasiyi Kim Taşıyacak?” Sabah, 19.5.1999.

[30] J. Landau, Radical Politics... s.29

[31] Alparslan Türkeş. Yeni Ufuklara Doğru... s.80-8

[32] Bakınız, İrfan Ülkü, 1995, 12 Eylülde Ülkücüler, Istanbul: Kamer Yayınları, s.18.

[33] Ömer Alparslan Aksu. 1996. “Türk Dünyası, Türkiye ve Süper Güçler”. Parti İçi Eğitim Faaliyetleri-1. Ankara: MHP Genel Merkezi. s.56-7, içinde.

[34] Enver Yaşarbaş. 1996. Ülkücünün El Kitabı. İstanbul: Kamer yayınları s.39-40.

[35] A.g.e., s.39.

[36] A.g.e., s.38.

[37] Payne, Stanley. 1980. Fascism: Comparison and Definition, Madison: Wisconsin Press. s.178.

[38] Linz, Juan. 1978. Introduction, (der.) Walter Laqueur. Fascism. University of Carolina Press. Renzo De Felice, 1977, Interpretations of Fascism, Cambridge: Harvard University Press; and Stanley Payne, 1980, Fascism: Comparison and Definition, Madison: Wisconsin Press.

[39] Roger Griffin, “General Introduction... s.2.

[40] A.g.e., s.4-9.

[41] Mark Neocleous, Fascism... s.72.

[42] Ergenekon, Bozkurt, Kızıl Elma, Asena gibi mitolojiler bunlardan bazılarıdır.

[43] Roger Griffin, “General Introduction... s.2.

[44] A.g.e., s.3.

[45] A.g.e., s.4-9.

[46] Bazı yorumcular, muhafazakâr entellektüellerin faşizmi meşrûlaştırma çabalarının faşist partilerin oylarındaki artıştan daha tehlikeli olduğunu iddia ederler. Örneğin, Klaus von Beyme’ye göre, “Alain de Benoist’in Vu de Droite adlı kitabının Fransa’da edebiyat ödülü kazanması, Front National’ın seçim başarısından daha vurucudur.” Bak, Klaus von Beyme, “Right wing Extremism... s.12.

[47] Soucy bu yazarları uzlaşma karşıtı (anticonsensus) yazarlar olarak tanımlamaktadır. Bak, Robert Soucy, The Debate over French Fascism... s.133.

[48] A.g.e., s.133.

[49] Burada ‘gramscista di destra’ terimi aşırı sağcı partilerin ve entellektüellerin Gramsci’nin hegemonya konusundaki görüşlerini siyasal iktidarı ele geçirme yolu olarak görmesini belirtmektedir.

[50] Beyme, Klaus von. 1988, “Right wing Extremism... s.11. Burada ‘gramscista di destra’ terimi aşırı sağcı partilerin ve entellektüellerin Gramsci’nin hegemonya konusundaki görüşlerini siyasal iktidarı ele geçirme yolu olarak görmesini belirtmektedir.

[51] Bu dernekler hakkında daha fazla bilgi için, bak: Bozkurt Güvenç, Gencay Şaylan, İlhan Tekeli and Şerafettin Turan, Türk-İslam Sentezi Dosyası, İstanbul: Sarmal Yayınları 1991 ve Hugh Poulton, Top Hat,... s.138-145.

[52] Roger Griffin, “General Introduction, ... s.7

[53] Engels’in fabrika sahibi olduğu sık belirtilen bir gerçektir.

[54] Flood, Christopher. 1998. “Organising Fear and Indignation” Richard Golsan.(der.) Fascism Return: Scandal, Revision, and Ideology since 1980 Lincoln and Londra: University of Nebraska Press. s.25.

[55] Kagedan, Ian. “Contemporary Right Wing Extremism in Germany. In Aurel Braun and Stephen Scheinberg Search of Definition” (der.) The Extreme Right:Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press. s.117, içinde.

[56] Çalık, Mustafa. 1995. MHP Hareketi, İstanbul: Cedit Neşriyat s.155.

[57] Erdem, Tarhan. 19 Nisan 1999. Radikal.

[58] Wilhelm Reich, 1970, The Mass Psychology of Fascism, New York: Simon & Schuster; s.xiii.

[59] Eric Fromm, 1942, Fear of Freedom, Londra: Routledge & Kegan Paul, s.141.

[60] A.g.e.

[61] Max Horkheimer, Iron Heel, Roger Griffin (der.), 1995, Fascism Oxford:Oxford University Press, s.272, içinde.

[62] Poulantzas, Nicos. 1980. Faşizm ve Diktatörlük, İstanbul: Birikim yayınları s.13.

[63] A.g.e., s.8.

[64] A.g.e., s.18.

[65] A.g.e., s.20.

[66] Richard Bellamy and Darrow Schester, 1993, Gramsci and Italian State, Manchester: Manchester University Press, s.60.

[67] Alastair Davidson, 1977, Antonio Gramsci, Merlin Press & Humanities Press, s.161.

[68] Antonio Gramsci, ‘The Two Fascisms’ içinde Pre-Prison Writings, 1994, Cambridge: Cambridge University Press, s.229.

[69] Alastair Davidson, Antonio Gramsci, Merlin Press & Humanities Press, 1977. s.188.

[70] Paul Ransome, 1992, Antonio Gramsci: A New Introduction, Hemel Hempstead: Harvester Press, s.95.

[71] Keyder, Çağlar, 1995, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Istanbul: Iletisim yayınları, s.287.

[72] Tanıl Bora ve Kemal Can. Devlet, Ocak, Dergah. İstanbul: İletişim Yayınları,. s.46.

[73] Türkeş, Alparslan. 1995. “Teşkilatlı Çalışmamızın Esasları”, Cemal Anadol, Alparslan Türkeş, MHP ve Bozkurtlar İstanbul: Kamer Yayınları, s.196, içinde.

[74] Poulantzas’ın belirttiği gibi, yoksul köylülük ve kentteki yeni küçük burjuvalar da faşist rejimin kurbanları olmuşlardır. Poulantzas, Nicos. 1980. Faşizm ve Diktatörlük, İstanbul: Birikim Yayınları, s.266,

[75] Yaşarbaş, Enver. 1996. Ülkücünün El Kitabı. İstanbul: Kamer yayınları, s.76.

[76] MHP Ar-Ge Kültür Araştırmaları Grubu. 1999. Kültür Politikaları. Ankara: Sargın Ofset, s.16.

[77] Büyük harfler özgün metinden. Metin Kaplan. Temmuz 1999. “18 Nisan 99 Seçim Sonuçları Üzerine Bir Tahlil Denemesi” Ülkü Ocakları Dergisi, s.60.

[78] Nevzat Ergin Kumandaş. Bilgi Çağında Demokrasi, Çare. Şubat 1999. s.55.

[79] Baki Dökme, Sohbet, Ortadoğu, 20 Nisan 1999.

[80] David Matas’ın belirttiği gibi, “Front National 1972’de kurulmuşsa da, Eylül 1983 de seçimlere katıldı. Seçim başarısından önce, 500 civarında üyesi olan diğerlerinden ayırdedilemeyecek sağ kanatta küçük bir hizip partisiydi.” Matas, David 1998. ‘The Extreme Right in The United Kingdom and France’, (der.) Aurel Braun ve Stephen Scheinberg, The Extreme Right:Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press, s.91, içinde.

[81] Doğu Avrupa ve Rusya’daki ultra-milliyetçiliğin yükselişi hakkında daha fazla bilgi için, bakınız: Aurel Braun, ‘The Incomplete Revolutions: The Rise of Extremism in East-Central Europe and the Former Soviet Union’ (der.) Aurel Braun and Stephen Scheinberg, The Extreme Right:Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press. ss:138-161, içinde. Rusya’da, Boris Yeltsin faşist bir darbe olasılığından endişe duyduğunu belirtmiştir. Gene Edward Veith 1993, Modern Fascism, Concordia Publishing House, s:11. Jirinovsky’ nin Liberal Demokrat Partisi (aslında, neo-faşist bir parti) oyların nerdeyse üçte birini toplamıştı. Ayrıca, Jirinovsky var olan koşullarda Rusya’nın demokratik bir ülkeden ziyade daha güçlü bir devlete ihtiyacı olduğunu ilân etmektedir. Bak: Aurel Braun, ‘Russia: ‘The Land in Between’ (der.) Aurel Braun ve Stephen Scheinberg, The Extreme Right:Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press. s.166.

[82] Stephen Scheinberg ABD’de ve Kanada’da ultra-milliyetçiliğin yükselişi hakkında örnekler vermektedir. ABD’de “bugünün siyasal göstergesi geçmişte Nixon ve Reagan’ın çalışma ekibinde yer almış olan Patrick Buchanan’dır. Buchanan’ın fikirleri açıkça ırkçıdır: ‘ Amerikalılaın bugün karar vermek zorunda oldukları Birleşik Devletler’in 21. yüzyılda da beyaz kalıp kalmayacağıdır.” ya da “Çok kültürlülük, Anglo-Saxon kültürümüze tam karşıdan bir saldırıdır. ..Bizim kültürümüz diğer kültürlerden daha üstündür...Robert Frost, ancak Maya Angelou unutulduğunda hatırlanacaktır.” Bak: Stephen Scheinberg, Right Wing Extremism in the United States, (Der.) Aurel Braun ve Stephen Scheinberg, The Extreme Right:Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press, içinde. Scheinberg ‘huzurlu krallığımız, Hitler öncesi Weimar’a ya da Le Pen Fransasına, hattâ Pat Buchanan ABD’sine benzemediyse bile, Kanada’da aşırılık virüsünden bağışık değildir. Kanada’daki gazeteleri takip edenlere, aşırıların gerçekleştirdiği cinayetler, saldırılar, kundaklamalar, tecavüzler ve nefret propagandaları çok tanıdık gelecektir. Bakınız: Stephen Scheinberg, Canada: Right Wing Extremism in a Peaceable Kingdom, (Der.) Aurel Braun ve Stephen Scheinberg, The Extreme Right: Freedom and Security at Risk Oxford: Westview Press, içinde.

[83] Richard Golsan, Introduction, (Der.) Richard Golsan, Return of Fascism: Scandal, Revision, and Ideology Since 1980 Lincoln and Londra: University of Nebraska Press. s.1-2.

[84] A.g.e., s.2.

[85] Wolin. Richard. 1998. ‘Designer Fascism’, (Der.) Richard J. Golsan Fascism Return: Scandal, Revision, and Ideology since 1980 Lincoln and Londra: University of Nebraska Press. s.48, içinde.

[86] A.g.e., s.48.

[87] A.g.e., s.49.

[88] Jill Irvine, “Nationalism and the Extreme Right in Former Yugoslavia”, (Der.) Luciano Cheles, Ronnie Ferguson, ve Michelina Vaughan, 1995 The Far Right in Western and Eastern Europe. Londra: Longman s.147, içinde.

[89] Felice, Renzo de. 1977, Interpretations of Fascism, Cambridge: Harvard University Press, s.61

[90] Tanıl Bora, “Avrupa’da Neo-faşizm”, Birikim, Ekim 1994.

[91] Ziya Gökalp. “Türkçülük ve Turancılık” Baran Dural. 1992. Milliyetçiliğe Farklı Bir Bakış ve Turan İdealinin Doğuşu. İstanbul: Kamer yayınları, s.158, içinde.

[92] Baran Dural. 1992. Milliyetçiliğe Farklı Bir Bakış ve Turan İdealinin Doğuşu. İstanbul: Kamer Yayınları. s.3.

[93] Son seçimlerde MHP’nin sloganlarından ikisi şunlardı: “2000’li yıllarda Lider ülke Türkiye”, “Daha huzurlu Türkiye, Daha güçlü ekonomi”. Bkz: 18 Nisan 1999 Seçim Broşürleri ve Afişleri.

[94] Robert J. Soucy, “The Debate Over French Fascism”... s.138-9.

[95] http// www.otuken. net, www.bozkurt.org, www.mehmetcık.org vs.