Afrika: Değişen Sadece Zorbanın Rengi mi?

Unutulmuş kıtanın her bir köşesinde vücudun tümüne yayılan ve kangrene dönüşen noktalar bulmak mümkün. Uzun yıllardır unutulan, unutulmaya bırakılan organizma artık iflas etmiş durumda.

Hastalık kıtanın her yanına yayılıyor, hastalığı önlemek içinse hiçbir şey yapılmıyor; ne kıtanın kendi iç dinamikleri ne de dış dinamikler bu izni veriyor. Bir zamanlar kıtanın kaderini belirleyen dış dinamikler için ise Afrika hiçbir anlam ifade etmiyor.

Afrika Soğuk Savaş’ın ardından kendi kaderine terk edilmiş durumda. Önümüzdeki yıllarda Kuzey-Güney çelişkisinin, Kuzey-Güney arasındaki uçurumun daha da derinleşeceğini iddia edenler, Afrika’ya bakılınca haklı çıkacak gibi görünüyor. Kuzey’in “beyaz” efendileri, kendilerini “savunmak” için oluşturdukları surların duvarlarını yüksetiyor, sanki Afrika diye bir kıta yokmuş gibi davranıyor, neredeyse kıta halkının açlık, savaşlar ve “kabile” katliamları sonucu doğal seleksiyona uğramasını bekliyor.

Afrika’da neler yaşandığını, yaşanabileceğini aşağı yukarı tahmin ediyorduk. Ancak aynı anda sekiz ülkede sıcak çatışmalar yaşanması, inanılmaz vahşet görüntülerinin dış dünyaya yansımasına rağmen hâlâ devam eden vurdumduymazlık kıtanın geleceği konusunda daha fazla karamsarlığa yol açıyor. Kongo’dan Sudan’a, Etiyopya’dan Zimbabwe’ye kadar birçok ülkede sıcak çatışma ya da geçici barış dönemleri yaşanıyor.

Orada yaşananlar bir Kosova, bir Çeçenistan’a göre hem coğrafik olarak uzak hem de medyatik değil, en azından şimdiye kadar değildi. Zaten yaşananlar da pek kimseyi ilgindirmedi. Çünkü artık ne Afrika ülkelerinin hemen hiçbiri “stratejik” olarak önemliydi ne de kıtanın tek varlığı olan toprak altındaki zenginlikleri -eğer kaldıysa- çok cazip.

Soğuk Savaş’ın ardından Afrika’dan ellerini çeken bildik kuvvetler gerilerinde tam bir enkaz bırakmışlardı. Tabiî ki bugün Afrika’da yaşananlar sadece Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği’nin klasik paylaşım mücadesinin sonucu değil; sorun ve sorumlular daha eskilere dayanıyor. Ama 10-15 yıl öncesine kadar sadece taraf olmak zorunda kalmalarından dolayı bir dama taşı gibi oynanan ülkeler ve bu ülkeleri “ya o ya ben” ikilemi içinde bırakanlar aslında hiçbir ideolojik temele dayanmıyordu. Yani yıllar önce Afrika Boynuzu’nda ne Etiyopya kapitalist bir ülkeydi ne de Eritre sosyalist bir mücadele veriyordu, ya da tersi. Etiyopya-Eritre çekişmesini hatırlayacak olursak, Ruslar’ın Etiyopya saflarına geçmesinin ardından Eritre’de Kübalı eğitmenler olması bile Amerika için önemli olmamıştı; onlar da Eritre’nin “kurtuluş” mücadelesine destek vermişlerdi. Hem Washington hem de Moskova, diktatörleri ya da “özgürlük savaşçılarını” milyonlarca dolar ödeyerek ayakta tuttular.

Artık postmodern sömürge dönemindeyiz. Ama bunun nüveleri tabiî ki bildik sömürge dönemin de yatıyor. Kıtanın çok zengin yeraltı kaynaklarını yıllardır Afrika dışına taşıyanlar sadece ekonomik zenginlikleri çalmakla kalmadı, kültürel ve dinsel asimilasyonu da sonuna kadar uyguladı. Bir anlamda bu kıtanın insanlarını, ruhunu köleleştirmişlerdi. Ama Afrika’da yaşananları açıklamak için yine “beyaz” formüllerden öteye gidilemiyor; onların Afrikalı olduğu için kabileci, savaşçı veyoksul oldukları söyleniyor. Hattâ daha ileri gidip kıtanın gelişememişliğini, “renge” bağlayanlar bile var. Ortada olan Afrika’daki gelişmeleri dünyanın gidişatından soyutlamanın zorluğu.

Klasik dönem sömürgeciliğin sonrasında, azalan kaynaklarla birlikte, bu ülkelerin bazılarına ulufe gibi bahşedilen “bağımsızlıklar”ın ardından yıllar geçmesine rağmen yine aynı ülkeler hâlâ “büyük abilerinin” ellerine bakıyor. Yani kendi iç dinamikleri ile demokrasi geleneği, hattâ millî gelenek oluşturamayan, oluşturmasına izin verilmeyen Kıta halkı bir süre sonra kabile şefleri ile sözüm ona sosyalist ya da devrimci liderlerin yönetimine kaldı. Hattâ millî devlet kurmayı beyazların ülkeyi terk etmesine indirgeyen bir anlayış kendi ırkçı anlayışını, yönetimini oluşturdu. Zimbabwe’de toprakların yüzde 70’ine yakınını ellerinde tutan beyaz çiftik sahiplerinin elinden toprakların, belli bir program çerçevesinde -beyazların bu programı kabul etmesine rağmen- değil de silâh zoru hattâ yağma ile alınmasına izin veren yönetimin daha önceki ırkçı, beyaz yönetimlerden pek farkı olmasa gerek.

Ama bu ülkeleri kim yönetirse yönetsin, sömürge ya da Soğuk Savaş döneminde ağabeyi kim olursa olsun, herhalükârda yaşananların temel nedeni tek: Ekonomik kaynaklar üzerinde söz sahibi olmak, bu kaynakların yağmalanması ile o ülkede ya da bölgede gücü ele geçirmek; demokratik yolla ya da Afrika usûlü darbeyle. Tabiî bu “pis” kavga verilirken Afrika’nın kendine özgü yöntemlerini de es geçmemek gerekiyor; oy kullanmayı engellemek için ellerin bilekten kesilmesi, başka kabileye ait olduğu için milyonlarca insanın birkaç ayda katledilmesi, vahşette sınır tanımama, çocukları savaşta kullanma, özellikle sivilleri öldürme v.b. Üstelik bunları yaparken bazen kendini “Devrimci Kurtuluş Ordusu” gibi sıfatlarla anma...

Son 10 yılda gelinen noktayı kavramak için bu ülkelerin petrol, elmas madenleri, değerli mineraller ve silâh ticaretinden banka kredilerine kadar birçok unsura bakmak gerekiyor. İngitere’deki bu kaynakları araştıran Ergin Yıldızoğlu kıtadaki alışverişin küçük bir bilançosunu çıkarmış: Mesela Angola’da bir milyon insanı etkileyen açlığı önlemek için yardım kampanyası başlatıldığı günlerde, Londra’da aynı hükümet ülkenin ham petrol ihracatını ipotek ediyor, kredi alıyor. Bu paralarla alınan silâhlarla UNITA gerillaları geriletiliyor, dolayısıyla elmas madenleri denetimi hükümet güçlerine geçiyor. Dünya elmas madenlerinin yüzde 15’i karaborsa olarak piyasaya Kongo, Siera Leone, Angola gibi ülkelerden, yani “isyancı” birliklerin elinden geçerek ulaşıyor. Ama silâh ticaretini finanse etmenin tek yolu tabiî ki değerli yeraltı kaynaklarını elde tutmak değil. Bazı ülkeler doğrudan çokuluslu firmalara ipotek ediyor. Örneğin Burundi, Ruanda, ve Sudan gibi ülkeler silâh almak için susam, pamuk, kahve ve çay gibi geleceğin hasadını bile ipotek etmiş durumdalar.

Ama tüm bu ekonomik kaynaklara rağmen, Afrika’nın birçok noktasındaki sıcak çatışmaları durdurmaya yönelik uluslararası isteksizlik dikkat çekiyor. Son yıllarda tanık olduğumuz Bosna, Kosova, Doğu Timor’a yönelik “uluslararası müdahale” konusundaki “kararlılık” iş Afrika’ya gelince yerini sessizliğe bırakıyor. Nedeni çok basit, Afrika en azından şimdilik uluslararası alanda değeri olan bir bölge değil; alınacak olan verilecek ve kaybedilecek olandan çok az. Zaten müdahalelerden en az hasarla çıkmaya çalışan ABD ve benzeri ülkeler hele Afrika için tek bir askerini feda etmeye yanaşmıyor. Üstelik Bosna ve Kosova için bile uzun süre bu tartışmayı yapan ABD Somali’de yaşadığı deneyimden sonra kıtanın adını bile anmak istemiyor. Somali sendromu hâlâ Amerika için taze bir örnek; büyük bir medya şovu ile Somali’ye çıkarma yapan Amerikan birliklerinin balayı kısa sürmüş, bir süre sonra sokaklarda Amerikan askerlerinin cesetleri sürüklenmiş ve ülke kaçarcasına terk edilmişti. Kimilerine göre Somali halkı “işgâle” son vermişti. Dış müdahale anlamında yabancılar Somali’yi terk etmişti; terk ettirenler ise her türlü vahşeti savaş sanan bir kabile şefinin adamlarıydı. Yani Afrika’da yaratılan canavar ve düşmanlık artık efendisini yemeye başlamıştı.

Birleşmiş Miletler’e üye ülkeler barış gücü olarak dahi Afrika’da herhangi bir görev almaktan kaçınıyor. Afrika’da şu anda bulunan birlikler ise yine Afrikalı askerlerden ya da bu kuruluştan finans sağlamak için her göreve hazır olan Ürdün türü ülkelerin askerlerinden oluşuyor. Yani Birleşmiş Milletler dahi kıtaya yanaşmak istemiyor. Siera Leone’ye gelen 200 İngiliz komandosu uzun vadede buraya yerleşmekten çok kendi vatandaşlarını tahliye ettikten, kendisine yakın devlet başkanının koltuğunu sağlamlaştırdıktan sonra muhtemelen bu ülkeden ayrılacaktır. Kıtada sadece bazı kuruluşların yapabildiği ise ancak mülteci kamplarında ölümü bekleyen çocukların, ölümlerini geciktirebilmektir.

Örnekler çoğaltılabilir. Kendi adımıza bunlara verilecek çok da fazla yanıt yok; farklı coğrafyalarda olan birçok olayda olduğu gibi, sosyalistlikleri kendinden menkûl bazı dergilerin sayfalarında “şanlı direniş” satırlarından öte kim dürüstçe yaşananların fotoğrafını çekebiliyor?

Bugün Fas tarafından Çin Seddi’nin ardından İsrail’e inşâ ettirilen dünyanın en büyük duvarı ile Batı Sahra’ya ve çölde ölüme mahkûm edilmiş Batı Sahralıları ya da Polisario cephesini kim hatırlıyor. Şanlı Polisario direnişinden geriye ne kaldı? Ama o insanlar hâlâ orada ve sadece Kübalı doktor ve eğitmenlerin desteği ile çölde ölüme direniyor. Ya da yıllarca “devrimci” mücadele veren Kabila’nın Zairesi’ne ne oldu? Kabila yıllar sonra ortaya bir diktatör olarak çıkmadı mı? Ya da Zimbabwe’de emekli gerillalara verecek bir şeyi olmadığı için “beyaz adamı öldürün, topraklarını alın” diyerek, beyaz katliamı başlatarak, iç politikada yerini sağlamlaştırmak isteyenler... Örnekleri çoğaltılabiliriz. Yoksa bağımsızlık savaşlarından sonra sadece güçlülerin,yönetenlerin ve zorbaların renkleri mi değişti?

Afrika’nın geleceği de rengi gibi görünüyor. Kıtada hâlâ var olan kaynaklar birçok eski sömürgecinin iştahını kabartsa bile birçok “ağabey” işlerini içerideki adamlarına ihale etmiş durumda; bunların diktatör olup olmamaları da çok önemli değildir, ki çoğunluğu bu tarife uyuyor. Üstelik Afrika hâlâ önemli bir silâh pazarı; kıtanın kaynakları bir şekilde-resmî yönetim ya da muhalif güçler- dışarıya taşınmakta ve silâha dönüştürülmektedir.

Afrika artık açlıktan avurtları çökmüş çocuklar ve ellerinde kesik başlarla dolaşan paramiliterlerin fotoğrafları ile hatırladığımız bir kıtadır. Bir zamanların destek kampanyaları, medyatik konserleri bile geçici bir vicdan rahatlatmasından öteye gitmemiştir. Böyle giderse, Afrikalının yalnıza iki seçeneği kalacak. Açlık ya da savaş. Afrika, açlık ile savaş arasında bir seçim yapmak zorundadır; yani herhalükârda milyonlarca masum insan ölüme mahkûm edilmektedir. Ve dünyadaki “insan”lar için son Afrikalının ölmesini beklemeden harekete geçmenin zamanıdır.

METE ÇUBUKÇU