Gece'nin İçinde, Geceye Karşı; Söyleyeceklerimi, Söyleyememek Ne Ayıp

Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar’a: Gündüz İşçileri’ne

“Gecenin işçileri, gerçekte, ikindinin ilk saatlerinde görünmeye başlamıştır sokalarda. Tek tük de olsa.

Onların işi, geceyi hazırlamak: Yer yer çukurlar açmak, örneğin; gecenin kolaylıkla birikip doldurulabileceği çukurlar...

Onların işi, geceye hazırlamak: Genç kasları, gece gelince daha kolay soyunsunlar diye, soyunmaya alıştırmak örneğin. Çıplak etlerinin içine doğru ince, soğuk demirler iteleyerek, kızgın saçmalar gömerek bu etlere, onları gecelerin en uzununa alıştırmak.

Akşam saatlerinde gecenin işçilerini görmek çok kolaydır artık herkes için. Geceyi hazırlamakta, geceye hazırlanmakta kullandıkları aletler ellerinde, sokaklarda dolaşırlar; sayıları da gitgide artar.

Demirden yapılmıştır bu aletler; güzel sepilenmiş derilerden kesilmiş, seçkin ağaç türlerinden yontulmuş, esnek reçinelerden dökülmüştür. Dövmeğe yırtmağa, delmeğe, kıstırmağa, koparmaya yararlar. Yakmaya kırmaya da.

Özellikle genç gövdelerde çalışmak için düşünülüp tasarlanmış, gerçekleştirilmiştir bu aletler. (....) Karanlığın içinde, şimdilik, yaşamını sürdürebilirmiş gibi görünen tek şey, daha önce söyledik, dil.. (....) Gece gelip dilin üzerini de örttü mü, artık baykuşlardan başka bir şey uçuşmayacak gecenin içinde, ya da yarasalardan başka...” (Bilge Karasu, Gece, Metis Yay.)

Sevgili Arkadaşım...

1995 yılının 15 Temmuz günü doğaya karışan (ölen) Bilge Karasu’nun başyapıtı Gece’yi okuyorum günlerdir... Günlerdir dedimse, (c)ezaevlerinde olup, bitmeyenleri duydukça, Gece’yi okuyorum döne döne... Gece’de gizli açık ipuçları buluyorum... Devlete ve kendimize dair... Ucu açık, ucu kapalı ipuçları... Tarih; bir ucu devlet, bir ucu biz... Devlet konumuz dışı, onun hali malûm... Ama ben içimden dışıma çıkıp, bizim imla hatalarımız üzerine dillenmek istiyorum... İçimde söyleyemediklerimin gürültüsü... Hiç kimselerin ilgilenmediği, aramızdaki muhabbete dahil etmediği şeyleri, bazı durumları, hallerimizin bazı görüntülerini, bazı olayların tanığı, bazı olayların duyanı içimizden biri olarak ben, konuşmak istiyorum seninle...

İmgesiyim korkunun... Kendimi nasıl sana taşıyacağımı bilemiyorum, sözcüklerimi nasıl bize taşıyacağımı bilemiyorum...

Ben senin düşlerden, anılardan arkadaşın, tıpkı senin gibi kendime ve tarihimize alışkın, “Kırılmak ama birlikte / Birlikte, ama kırılmamak” demeye çalışan nafile bir çocuğum... Belki öyleyim...

Daha yazının girişinde, korkularımı ve düşüncelerimi anlamanı hassaten rica ederek, “Kalbim, diyorum/ Yorgunsa da yaralıysa da, hepinizin aşkına sevgili” dizeleriyle tanımlayarak yazıyorum sana... Anlıyor musun?

Aslına bakarsan en güzel hayatları yaşadık seninle biz... Dünyayı güzellik düzeltecek, diye seke seke koşturduğumuz günleri, hayatları yaşadık... Onlar bugün konumuz değil, onları sonra konuşuruz... Ben seninle bugün, devleti bu muhabbete dahil etmeyerek şu iki dizenin siyasal, tarihsel ve güncel anlamını paylaşmak istiyorum: “Aslına bakarsan en güzel aldanmaları yaşadık seninle biz / Hatırlıyorum da öyle.”

Birazdan (c)ezaevlerinden bir ölüm haberi daha gelebilir... Neler neler olabilir birazdan... Birazdan birileri âşık olabilir... Ama birazdan mavi ve kırmızı yeniden denenebilir hayatın içinde... Çünkü mavi ve kırmızı bir renk değildir, bir düştür bizde, ısrarımızdır, inadımızdır, deneneceklerdir ve de deneneceklerdir bir süre... Ama bütün mesele, kırmızıyı ve maviyi biçimli tutmakta... Sözcükleri de... Aklımda... (C)ezaevleri aklımda... Bilge Karasu’nun Gece’sinin yanısıra, Gülten Akın’ın İlahilerini, 42 Gün’ün şiirlerini, Sevda Kalıcıdır’ı okuyorum... Çünkü, Gece imi yine karşımızda, devlet, cezaevleri... Ve her zamanki gibi yürürlükte olan yetmezlik, çaresizlik... Anılarım geliyor aklıma; yaşananlar ne kadar tarih (henüz anı) ne kadar güncel... Ve bir dize gözüme çarpıyor gözüme; “Sor bana sor bana sor / Geceyi bilene sor...” Gece aklımda... Devlet aklımda... Cezaevleri aklımda... Aklımızda...

Gece sürüyor, 12 Eylül sürüyor... Devlet sürüyor... Gecenin işçileri işbaşında... Kıstırıyorlar... Dövüyorlar... Yırtıyorlar... Deliyorlar... Tecavüz ediyorlar... Kırıyorlar... Yakıyorlar... Ve... Ve koparıyorlar... Bir genellemenin/soyutlamanın ötesinde bu sözcükler etrafında bir sindirme, yok etme politikası uygulanıyor... Velhasıl kurda, kuşa yem oluyor insanlarımız... Burdur cezaevinde, Bilge Karasu’nun ünlü metaforuyla “gece işçilerince” bir siyasinin koparılan kolu, bir başka kentte bulunuyor... Ve çıt yok... Hiçbir konuda çıt yok... Hüzün özgül ağırlıklı bir coğrafya...

Belli aralıklarla cezaevlerinde ve dışarıda, açık/gizli ellerce tasarlanarak öldürülen muhalifleri gördükçe, devletin devrimcileri, sosyalistleri fizik olarak yok etme girişimlerini gördükçe, onun da ötesinde insan ve sosyalizm imgesini yok etme planlarını gördükçe, devletin halkı iptal edip, kendine benzer yeni bir halk seçmesi metaforu geliyor aklıma... Kendi kendime mırıldanıyorum; uzun zamandır ve şimdi, gelecekte de, her şeyin altında devleti göreceksin; sakın şaşırma, diyorum... Çünküsü var; su uyur devlet uyumaz ve de meşhur cümledendir; Osmanlı’da oyun çok...

Sevgili Arkadaşım...

Gerçekten karmaşık duygular içindeyim... Edip Cansever’in “Neler Almalıyım Yanıma” şiirine düşüyor yolum: “Öfke için: Marx, Lenin, vb..” İşin bir boyutu belli ki öfke, ama bu ham öfke, devletle ve birbirimizle yaşadığımız karmaşık sorunları çözmeye yetmiyor... Öfke daima gündemimizde... Çünkü, sistemin, devletin ve toplumsal eşitsizliklerin zulmü yaratan ve yaşatan mayasında öfkemizin nedenleri gizli... Burdur’da koparılan kolun hikayesini duyan hangi yürek ve bilinç öfkelenmez... Evet öfkeliyiz; tepeleme öfkeliyiz... Bir şiiri paylaşmak istiyorum seninle. Paylaşmak ister misin? “Öfkeliyiz, öfkeyse sonuçtur er geç / Bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi / Sevginin ağıtıdır bir bakıma / Ve bir gün de gelebilir ki sevgilim / Kapkara bir davet olabilir kin / Zulmün ve tutsaklığın diyeti olabilir / Sen bunu bilemezsin / Bilsen de şairsin, havalar da soğudu kendine iyi bak / Ve sakın unutma: Sıra öfkenin?” (Edip Cansever)

Evet sıra öfkenin... Sıra karşı koymanın... Sıra, “Aşk örgütlenmektir”in çağrısına uymanın... Yine de bir sorun var.... Devletle aramda değil bu sorun, o sorun esastan ve usûlden halledildi zamanında... İlişkimizi kendileriyle keseli yıllar oldu... Devletle ayrı mahallelerde oturuyorum ben... Konu bu değil. Karınca kararınca bir komünist olarak devletin tersi olarak yaşamaya çabalıyorum... Ve devletin tarihi ve siyasi cürümleri karşısında ayıptır söylemesi herkes kadar ben de tarafım... Bizden yana, senden yana taraf... Burada bir sorun yok.... Ama yine de bir sorun var...

Sevgili Arkadaşım...

Bizim mahallenin iyi kalpli yanlışları ile aramda bir sorun var... Sürekli olarak “kırmızı yanlışlıkları çok çok severim”i yeniden üretenlerle aramda bir sorun var... Var da...

Oyalanıp duruyorum. Bilerek. Kasıtlı... Bilerek... Kısıtlı... Hep sonraya, en sonraya bırakıyorum sana ve bize söylemek/yazmak istediklerimi... Gelenek böyle kurulmuş: Erteleme bilgisi ve bilinci!.. Ne çok şeyi devrime ve sosyalizme ertelediğimizi biliyorsun... Zorunluluk kategorisi ile ne çok şeyi erteledik; aşkı, şarkıları, şiirleri... İçimizdeki ve dışımızdaki insanı belki de, mavinin içindeki düşünce olan insanı... Nereye kadar? Ne zamana kadar? Bil(e)miyorum... Yine de bir ucundan başlanabilir... En azından içimden geçirip de dilimin ucuna gelenleri bizimkilere ve sana söylemek istiyorum... Bir ah çeksem karşıki tabuların yıkılmayacağını, dahası üzerime geleceğini bilmez olur muyum? Ama yine de... Tarih ile insan, coğrafya ile tarih, insan ile insan ve devrimci ile devrimci arasındaki mesafenin gittikçe açıldığı şu zor zamanlarda (c)ezaevleri üzerine yazmak ayrıca zor... Benimki biraz dili yanlış zamanlama korkusu...

Kötü bir şey bu susmuşluk!..

Ama yine de, “Bir parmağım var, o parmağım daha mavi” diyerek kapını çalmak istiyorum... “Bir parmağım var, o parmağım daha bir arkadaş” diyerek kapıları çalmak istiyorum...

Kötü bir alışkanlıktan başka nedir ki birbirimizle konuşamamak... Ve sürekli ertelemek, kötü bir alışkanlık değilse nedir? Ve diyorum ki, militanlık ve devrimcilik kötü bir alışkanlığa indirgenebilir mi?

Kaç düş yılı geçti bilmiyorum... Kaç suskunluk yılı... Hayata hep ertelenmiş baktım... Bildiğim ne varsa kendimizden...

Sevgili Arkadaşım...

Kendimizle ve ötekilerle aracısız konuşmayı öğrenemedik. Dahası var, daha başından beri “Aynı dille konuşuyor / Aynı dili konuşmuyoruz...” üzerinden bir hayatı sosyalizm olarak kavramamız ne yaman bir çelişkidir değil mi? Haksızlık mı ediyorum... Konuşuyoruz desem, konuşmuyoruz... Neler konuşmamıştık en son buluşmamızda, gibi bir şey... Ne seviyoruz ne de sevmiyoruz birbirimizi, zaman zaman seviyoruz taklidi yapıyoruz... Evet, çok ayrı şeyler düşünüyoruz, sosyalizmden, özgürlükten, insandan ve şiirden anladığımız çok ayrı şeyler... Bunu biliyoruz... Yakın değilsek de birbirimize çok uzak da sayılmayız. Aynı mahallede oturuyoruz... Bütün bunlar da bir giz yok. Biliniyor... Ama bir türlü konuşamıyoruz...

Çok kötü bir şey bu susmuşluk!..

Çok kötü bir şey birbirimize devlet olmak... Yüreğimize devlet olmak çok kötü bir şey...

Sevgili Arkadaşım...

Yinelemeli; su uyur devlet uyumaz. Biliyoruz... Gece de uyumaz. Biliyoruz... Can Baba gibi söylemek gerekirse, “Sosyalist olmuşum ne iyi ama ne belalı tesadüf...” Günlerdir, (c)ezaevlerinde olup-bitmeyenler, dışarıda olup bitmeyenler hangi tarzda yazılabilir diye KaraAkdeniz’ce düşünüyorum. İmgelerden de oluşan şiir, kavramlardan, siyasî saptamalardan oluşan bildik, tanıdık bir makale, ya da deneme... Sözcüklerimi, harflerimi, cümlelerimi, soyutlamalarımı nasıl özgürleştirebilirim... Bir özgürleşme alanı olan yazı yazarken bile, “tarihsel ve siyasal zorunluluk kategorisini”ni devreye sokup, taktik ve stratejileri yürürlüğe sokmak, duyguları araçsallaştırarak kirletmek en eski alışkanlıklarımızdan... Sence öyle değil mi?

Yazdıklarımdan, eleştirilerimden, saptamalarımdan, kınamalarımdan, öyle değil böylelerimden bizim mahallenin çocukları alınırlarsa? Eskiden devlet ne der diye sorardık daha çok! Şimdi korku ve sorumlulukla karışık, bizimkiler ne der, devlet mağdurları ne der diye de soruyoruz... Ya kırılırlarsa... Ya sözcüklerimle onları mecalsiz güçsüz bırakırsam... Ya yazımı anlamaya bile çalışmadan, yazdıklarımın resimlerine bile bakmadan, içine bile girmeye zahmet etmeden beni mahalleden atarlarsa!.. Onları devletle mücadelelerinde yalnız, güçsüz, şarkısız, şiirsiz bırakırsam.... Sadece bu nedenle bile yenilmiş sayılabilir miyim?.. Sayılabilirim... Sayılabiliriz... Devletin cezaevlerindeki siyasi hükümlü ve tutuklular üzerinde sürdürdüğü, ideolojik, siyasi, fiziki kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirme politikasına, zulüm ve imha stratejilerine, taktiklerine, F tipi cezaevi tasarısı karşısında direnen, bizim mahallenin çocuklarına, onların dışarıdaki yakınlarına, yani özetle sözcüğün en geniş anlamında biz’e zarar vermenin baskısı...

İtiraf etmek gerekiyor, korkuyorum. Bu klasik bir korku değil, korkum sevgiden, incitmekten... Oysa bizim mahallenin ben, sen, o, biz, siz, onlar’ına o kadar çok itirazım var ki... Üzerimdeki bu baskıyla nasıl yazabilirim bir yazıyı... Kendime taktik ve strateji uygulamayarak, tiyatro yaparak nasıl yazabilirim bir yazıyı... Asıl söyleyeceklerini söyleyememek... Bunun ne kadar zor, ayıp, olduğunu biliyorsun, benim kadar biliyorsun... İçim acıyor, dışım da, düşüm de... Bu durum içime dokunuyor, dışıma da düşüme de...

Şu tanımlanmış mutsuzluklar çağında, şu tanımlanmış akıl tutulması çağında, bu tarihsel ve siyasal iletişimsizlik çağında vakitlerden bir konuşma vakti...

Aracısız konuşma seninle ve kendimle... Duyuyor musun?

Sevgili Arkadaşım...

Yine de yazmam gerekiyor... Kendimin kendim üzerinde, bizim bizim mahallenin herbirimiz üzerinde, cezaevlerindekilerin benim üzerinde, tarihin, anıların, ortak yaşanmışlıkların, yaşanacakların üzerimdeki tepeleme baskısına rağmen yazmam gerekiyor... Çünkü; kendimizle, kendi tarihimizle yüzleşmeden, kendi taktik ve stratejilerimizden, sözcüklerimizden, hayatlarımızdan hiç şüphelenmeden ne bu rezil toplumsal ve siyasal ilişkileri aşabiliriz ve yeni bir dünya kurabiliriz ne de kendi ilişkilerimizi yeni bir düzeye sıçratabiliriz... Bunu başaramazsak, “Dünyada geçirdim çocukluğu / İnsanlardan eşya yaparlar” dizeleri bizim mahallede de devlet mahallesi gibi sürekli yürürlükte kalacak... Şimdilik devrime kadar... Bana sorarsan böyle giderse bu devrimden sonra da devam edecek... Tüzük ve programlar, öğrenilmiş alışkanlıklar bunu işaret ediyor... Ütopyanın hızla kirlenmesi...

Sevgili Arkadaşım...

Böylesi kritik durumlarda, evliliklere benzer bir hal herkesi belirliyor... Tarihin iki marangoz hatasından evlilik ve devletin yapısallığı bizi de kuşatıyor... Cemal Süreya’nın sözlerini emsal olarak aktarıyorum: Evlilikte, “Toplumdaki ortalama erkeğin tavrı erkeğe, toplumdaki ortalama kadının tavrı kadına geçiyor...” Böylece ortalama bir benzeşme, yabancılaşma başlıyor, öğreniliyor ve yeniden üretiliyor. İlerletici, eleştirici olmayan, herkesin öteki ve kendi karşısında giderek devlet olduğu bir benzeşme... Dikey mutsuzluklar zemini yani... “Aşk iyidir bak duyumunu arttırır insanın” dizelerindeki anlamın terk edildiği, insanın dokunuşunun, içinin ve dışının hızla eskidiği bir benzeşme... Siyasette de böyle değil mi? Bu ortalama tavrın, geleneğin yüzünden bir türlü dillenemiyoruz birbirimize karşı... Hele de (c)ezaevleri sözkonusu olduğunda, “zamanı değil” gerekçeleriyle yıllar yılı aynı cümleyi kuruyoruz. Kendimizle konuşmayı, birbirimizle yüzleşmeyi, sözcük alışverişi yapmayı, hem duymayı ve hem de işitmeyi devrime-sosyalizme havale edip, ortalama bir geleneğin, artık statü haline gelmiş bir kültürün sözcükleriyle konuşup, güya devletin yanına düşmemeyi bir çırpıda başarıyor ve ferahlıyoruz!.. Açık olarak ortadaki sonuçlar ise, ne cezaevlerindeki mücadeleye yardımcı oluyor ne de, ilişkilerimizi yeniden tanımlamaya...

Verili olana, statüye zar atmak bizim mahallede moda... Bu, bütün yenilik iddialarına karşın bütün muhalif ve muhtelif partilerin, hayatların ortak sorunu... Devlete karşı göze aldıklarımızı, kendimizi yenilemek için de göze alabilmek için ortada çaba yok...

Oysa, sevmek ve aşk bir bütün nereden bakarsan ... Ne ayıp ne günah ne de uygunsuz. Kollarında, sözcüklerin de yüreğe ve tarihe katılması... Tersi yarım tersi yalan tersi yapma...

Tartışmak da bir bütün...

Sevgili Arkadaşım...

Biz uzun zamandır yanlış seviyoruz gibime geliyor... Sevme biçimlerimize de, öfke biçimlermize de itiraz ediyorum. Bazan birbirimizi severek de cezalandırıyoruz. Ve bazen kırarak ve döverek ve öldürerek... Tarih ve güncellik tanık. Kendi kümemizi sevmek, öteki’ni sevmemenin bir zemini...

Devletin yüzüne açık konuşanların, kendimize ve birbirimize neden açık konuşmadığını anlayabilmiş değilim! Açık konuşmak, yasallaşmış değil ilişkilerimizde... Farklı düşünmek, öteki kümede ya da sadece özgür birey olmak neden dıştalanmak, kötülenmek, bir dizi sıfatlarla anılmak ve bir dizi fiillere marûz bırakılmak ile cezalandırılıyor... İçeride ve dışarıda bu “yasa” neden yürürlükte. Oysa bütün mesele çiçekleri biçimli tutmakta, sözcükleri biçimli tutmakta...

En büyük programın, “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” olduğunu neden anlamak istemiyoruz. İnsan, sınıflar ve ezilenler karşısında, tarih ve coğrafya, teori ile pratik, içimiz ile dışımız arasında ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi... En büyük ve en hakiki tüzüğün “Bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerinde olduğunu neden anlamıyoruz. Ya da anlamazlıktan geliyoruz...

Ben olmak neden ayıp ve uygunsuz..

Ben diyorum, o kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi demek neden ayıp ve uygunsuz...

Biz diyorum, o kadar yeni anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi, demek neden ayıp ve uygunsuz?

Ben-biz diyorum, o kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi demek neden ayıp ve uygunsuz...

Sosyalizm diyorum, o kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi demek neden ayıp ve uygunsuz...

Duyuyor musun?

Sıkça yazdığım bir soru cümlesi var, “Kerem Aslı’nın, Aslı Kerem’in nesi olur...” Sahi biz birbirimizin nesi oluruz? Ve nereden tanışırız?

Sevgili Arkadaşım...

Tartışmak sadece sözcüklerle olmaz, duygularla da olur... Bütün sol resmî tarihin unuttuğu budur. Duyguların, aşkların, şarkıların, şiirin unutulduğu bir özgürlük düşü olabilir mi? Marifet devrim yapmak değil ki sadece... Marifet özgürlük düşünün her zeminde oluşturulması... Doğru yapılan devrimlerin yanlış kurgulanan ve yaşanan sosyalizmlerin, yanlış kurgulanan araçların ve insanın, militan tipinin düzenin felsefi, siyasi saldırıları karşısında ne denli zayıf olduğu kaç kere ortaya çıktı... Bunu hem dünya tarihinden hem de kendi tarihlerimizden biliyoruz. İnsanı, devrimi ve sosyalizmi sadece politikaya, politik eyleme ve söyleme indirgemenin, diğer her şeyi devrime ve sosyalizme ertelemenin trajik sonuçları ortada... Bu işaretleri ne zaman okuyacağız? Bu işaretleri okuyup yeni bir demokratik sosyalizm teorisini ve pratiğini ne zaman geliştireceğiz? Böyle yapınca devrimciliğimiz ve sosyalistliğimiz bitmiş olmuyor... İnan bana... Evet çok çocukça söylüyorum; inan bana....

Sol resmî tarih kavramlaştırmalar, saptamalar, devlete karşı taktik ve stratejiler belirlerken, sol kümelere karşı “benzer” taktikler ve stratejiler geliştirirken en çok insanı unutuyor... O tarihi yapan insanlar resmî tarihte yoktur... Onların yerini, yaşasınlar, kahrolsunlar, ezeli ve ebedi kurumlar, amaca dönüşmüş araçlar almıştır.. Oysa, bana sorarsan sevgili arkadaşım; “İnsansız hatıra yoktur. Var mıdır?” Bu küçük dize ile bütün bir sol resmî tarihi eleştirmek mümkündür. Benim yapmak istediğim de bu.. Resmî tarihin unuttuğu, unutturduğu insanı ortaya çıkarmak, özgürleştirmek olmalı bizim işimiz... Çünkü özgür bireyler olmadan, dünya tarihsel bütünlüklü bireyler olmadan, özgür ve işlevsel, düşlere uygun bizler de olmuyor... Çocukça söylüyorum; inan bana...

Beni resmî ve ortalama kavramlarla, o bilinen alışkanlıklarla “tartışmaya” zorlarsanız, duygularımı katmayı engellerseniz, yüzünüze karşı söylememe razı olmazsanız, hangi onurlu insanın yüzü kızarmaz...

Evet, doğrudur, devleti ve onu yeniden üreten bütün resmî ilişki biçimlerini tanıdık, iyi kötü, az çok tanıdık ve o gün bugün huzurumuz yok... O gün bugün, değiştirmek ve dönüştürmek için iyi-kötü, az-çok uğraşıyoruz...

Birbirimizde yeni yerler bulmak, bilincimizde ve içimizde birbirimize yer açmak, sorular sormak... Ve insanı unutmamak, içimizdeki ve düşümüzdeki insanı unutmamak... Kendimizi utandırmamak, eski ve yeni kendimizi utandırmamak... Kendimizi aşarak, yani yenilerek değil yenilenerek...

Bu nedenle, sol kırılır sol içinde kalır, cümlesi bir hatasözüdür.

Her işten çırak çıkmak zorunda mıyız? Her düşten çırak çıkmak zorunda mıyız?

GECE’NİN İÇİNDEN BİR ALINTI: İLAHİLER...

“Tatvan’da denize uzak eski bir bahçede, yaz çiçeklerine vurgun oturuyordum. Belki bin yıllık yüksek duvarların dibinde. Ceviz’in gizemli gölgesinde. Yapraklarının çıkardığı koku başımı döndürüyor. Kolumu kanadımı kıpırdatmadan orda öylecene. Sessizlik.

Sessizlik dağınık bir ötüş salvosuyla parçalanıyor. Kargalar. Kocaman bir kavganın ortasında. Kıyasıya. Uzun sürmüyor. Uçup gidiyor bir bölük, dönmemek üzere. Yendiler mi onlar. Yenildiler mi? Ben bilmiyorum. Cevizin bin yıllık kokusuyla esrimiş dalgın. Kalanlar, gidiyor geliyor bir süre. Gidiş gelişler, seslenişler bir noktada yoğunlaşıyor. Yanda, duvarın üstünde bir yaralıları var. Önce, ne yapacaklarını bilmiyor gibiler. Bu kargaşa ondan. Belki ilkyardım acelesi. Giderek azalıyorlar. Sesleri sönüyor. Ama, yaralının başındalar. Bir süre geçince daha bir düzen sağlıyorlar. Nöbetleşiyorlar. Biri ikisi, gidiyor, geliyor. Sonra başkaları. İlgimi yoğunlaştırıyorum, cevizin uyuşturan gölgesinde çıkarak. Sessiz. Tanımaya başlıyorum onları.

Kargalar. Gün boyu yaralılarına baktılar.... Bırakmadılar onu. Bırakmadılar içlerinden bir tekini bile, telef olmaya. Bırakmadılar.

Vardır, hastadır, yaralıdır. Bir nedenle kısıtlıdır, ölüme yargılıdır, bizimdir. Parçamızdır. Onu güçsüzken bırakırsak, kendi parçamızı, kolumuzu kanadımızı bırakmışızdır.

Kendimizi bir tek bu nedenle bile yenilmiş sayabilir miyiz?

Sayarız...”

(Gülten Akın, İlahiler)

Sevgili Arkadaşım...

İlahiler 1983’te yayımlandığında ben Samsun Askeri Cezaevi’nin hücresinde, parça parça, bir yolunu bulup koğuşlardan pelür kağıdına yazılmış cüz’ler halinde getirterek illegal olarak okudum... Kimi şiirleri ezber ettim...

Ben de şimdi orada, cezaevlerinde olsaydım, bütün bunları oradaki arkadaşların, siyasi tutuklu ve hükümlülerin yüzüne karşı söyler, verili eylem planları karşısında önerilerimi sunar ama sonunda, siyasal olarak taktik ve stratejilerine katılmasam bile, politik nedenlerden çok, insani ve etik gerekçelerle muhalefet şerhi düşerek kararlara uyardım... Belki de uyardım... Kimbilir... Belki de...

Ama öncesinde, sırasında ve sonrasında, bir eylemin, lehinde, aleyhinde ya da üzerinde konuşmanın, davranmanın suç olduğu bir yerde nasıl sizinle tartışabilir ve gönül rahatlığıyla davranabilirim?..

Tez elden... Ne demeli?.. Ne yapmalı?.. Nasıl yapmalı?.. Bilmem ki... (“Solum Yetmiyor: Benim de kollarım bağlı senin kelepçenle / Sağ elim tutmuyor tutmuyor / Yitirdim büyümü, şiirlerim uçtu / Solum yetmiyor” Gülten Akın)

Evet... İçeridedir. Bir nedenle kısıtlıdır. Ölüme yargılıdır. Devletin, yıllar yılı onursuz, kimliksiz ve kişiliksiz bırakmak istediğidir. İşkence ettiğidir. Öldürdüğüdür... Arkadaşımızdır. ..Eşimizdir... Kardeşimizdir. Kızımızdır. Oğlumuzdur. Sevgilimizdir. Hiçbir şeyimizdir, her şeyimizdir. Parçamızdır, bütünümüzdür.

Bizimdir...

Bizimdir...

Bizimdir...

Onları devletin pençelerinde, cezaevleri denen laboratuvarlarda yalnız bırakırsak, kendimizi yalnız bırakmışızdır.

Özde doğru, biçimde yanlış yapanımızdır. Biçimde doğru özde yanlış yapanımızdır... Kırmızı yanlışlıklarımızı çoğaltanımızdır. Kendisinden olmayanı dinlemeyenimizdir. Benzeşmediğinde, özdeşleşemediğini de, kendi içindekini ve dışındakini dıştalayanımızdır. Birbirimizden çoğalmayı değil, birbirimizden eksilmeyi yaşam tarzı edinenimizdir. Evet, sekterimizdir. Evet, dogmatizmimizdir. Evet belki de iyi kalpli bir “kötülüktür!” Ama...

Bizimdir...

Bizimdir...

Bizimdir...

Onları kendi yanlışlarıyla ve doğrularıyla başbaşa bırakırsak, yüzlerine karşı konuşmazsak, artık gelenek haline gelmiş kırmızı yanlışlarını şımartırsak, onlara, tarihe ve kendimize haksızlık etmişizdir... Kendimizden eksilmişizdir.

Kendimizi bir tek bu nedenle bile yenilmiş, yanılmış sayabilir miyiz? Sayabiliriz...

Sayabiliriz...

Sayabiliriz...

Sevgili Arkadaşım...

Korkunun işleyiş mekanizmalarını biliyoruz, devletten, onun varoluş koşullarından biliyoruz... Ama kendi hayatlarımızdan da, devlet mağdurlarının birbiriyle ilişkilerinden de biliyoruz... Aynı şey olmasa da biliyoruz.... Tüzüklere yazılmamış, programlara alınmamış, bilinçaltında ve bilinçüstünde korkuyu yeniden üreten sol tarihin önemli bir parçası olan olgulardan söz ediyorum sana... Zamanla korku da öğreniliyor, karanlık mekânlardan, devletle teke tek karşı karşıya kaldığımız anlardan ve süreçlerden biliriz ki, korku da öğreniliyor... En kötüsü de bu; öğreniliyor... Ve bir kanıksanma düzeneği içinde “korkusuzluk!” gibi de yaşanabiliyor... İnsanlar zamanla sonsuz korkacakmış halini alabiliyor... İnsanlar zamanla sonsuz korkmayacakmış halini alabiliyor. İkisi de sorunlu...

Yeni bir aşkın acemisi olmayı göze almak bu kadar zor mu?

Kendine yeniden başla, ötekine yeniden başla.... Bahara yeniden başla. Maviye yeniden başla... Kırmızıya yeniden başla, yeni yüreğine çalış, yüzüne, sözcüklerine, alıntılarına yeni yorumlar getir...

Anlıyor musun?

Sevgili Arkadaşım...

Yıllar önce, yollar önce, günle, zamanla yarışan bedenleriyle kızları, oğulları ve yakınları için, (c)ezaevleri önünde, her biri bir “örgüt” gibi, birlikte bir “cephe” kurarak koşturan, tüzüksüz ve programsız, bilincinin değil, yüreğinin sesiyle koşturan, “size her şeyin en iyisi yakışır, hasretlerin de” diyerek şiir gibi cümlelerle koşturan, bizim için koşturan kadınların, en çok kadınların vurulan, coplanan yerleri hâlâ acıyor... Eskisi kadar acıyor... Sizin yaralarınız kadar acıyor... Sizin yaralarınız bizde de acıyor... Ölenlere sormalı, Didar Şensoy’a sormalı... Ama onları çok incittiğimizi neden unutuyoruz... Hatırlasana, onları ne çok incittik... Onları oralarda, görüş yerinde ve daha sonra derneklerde, alanlarda, kendi devrimcilik tanımlarımıza göre onları devrimcinin annesi, devrimci olmayanın annesi, diye ötekileştirdiğimizi, onları “çıt” diye içlerinden kırdığımızı, bizim taktiklerimiz yüzünden zaman zaman birbirlerine düşürdüğümüzü, incittiğimizi ve kırdığımızı resmî sol tarihler unutturabilir mi?

Bunlar nereden mi çıktı? Bunlar bizim gerçeklerimiz değil mi?

Her zamanki gibi en radikal sözcüklerle, en sekter cümlelerle, en haklı, tek haklı yerden, tüzük ve programlarının en orta yerinden itiraz edenler olduğunu duyar gibiyim... Kuşların başı için söyle; düşlerimizin başı için, hatıralarımızın başı için bütün bunlar yalan mı? Birlikte yaptığımız direnişlerin, birlikte yapamadığımız direnişlerin başı için, hatırı için söyle?

Duyuyor musun?

Duyuyor musun? Duyuyor musun?

Bunlar da nereden çıktı diyenler olursa yanıtım kendi hayatlarımızdan: Ben tarihimizin yalancısıyım...

Sevgili Arkadaşım...

Sürgit cevap anahtarı olmak yerine sorular sormak zamanı değil mi? Her zaman yazdım, dünya bir akıl tutulması dönemini yaşıyor... Belki de ince bir nihilizm çağına giriyoruz.. Bana sorarsan 12 Eylül’ü yeni yaşıyoruz... En ince sonuçlarıyla, felsefi, ideolojik sonuçlarıyla yeni yaşıyoruz 12 Eylül’ü...

Sevgili Arkadaşım...

Biliyorsun... Biliyoruz... Her gelenekte içeride ya da dışarıda resmî tarihe, resmî yanlışlara karşı çıkanlar dıştalandı. Gözdağları verildi. Öldürülenler oldu. İnsan hakları ihlâlleri içimizde de yaşandı...

Devletin politikası malûm. Bunu birbirimize anlatmak hem ayıp hem de uygunsuz. Devlet karşısında dayanışma göstermemiz gerektiğini söylemek de hem ayıp hem uygunsuz... Konumuz bu değil, konumuz kendimiz yani bizin bize ettikleri. Kollektiflerin cezaevleri politikalarına temelden itirazım var... Çünkü çok uzun bir zamandır, cezaevi taktiklerini ve stratejilerinizi nereye koysam yakışmıyor... Zorunluluk diyorsunuz, diyoruz geçmişten beri... Bir yere kadar kabul... Bir yere kadar... Bir kez, ülke gündeminin cezaevlerinden etkilenmenin, hatta belirlemenin aracı olarak geliştirilen ve sıkça yürürlüğe konulan taktiklerin sonucu olarak onlarca arkadaşımızı yitirdik... Sonuç olarak yitirdik, siyasal propagandalarımızın aracı/parçası olarak yitirdik o şarabi eşkiyaları... Doğru bir düş için, ama yanlış yitirdik... Bu siyasetin kavranışına ilişkin bir temel sorunsalın aramızda tartışılmasını da gerektiriyor... Bunu belki kolaylaştırır diye sözün burasında en zor anında Can Yücel’in “İkebana” şiirini paylaşmak istiyorum seninle: “Bir adam n’a’a’pabilirdi / Ya ölür papatyaya karışır / Ya da siyasete.../ İkisi de ölüm olduğuna göre / Güllere karışması daha doğru değil mi? / Hem o da rengini iyi seçersen / Bir bakıma bir siyasettir hoş...”

Açıkça söylüyorum, cezaevlerine düşmekten korkuyorum... Bu devletle ilgili bir korku değil... Bir korkusuzluk da değil anlatmak istediğim, çünkü korku çok insanî bir hal... Aşk gibi... Evet, içeriye düşmekten korkuyorum. Devlet yüzünden değil, bizim yüzümüzden korkuyorum... Kendimi ifade edeceğimi, bana dayatılan ve benim asla kabul edemeyeceğim koşullara, yaşam biçimine ve ilişkilere nasıl karşı koyacağımı biliyorum... Ama karşılığında ne olacağı beni ürkütüyor... Zindan içinde zindan... 1980-1991 yılları arasında yattığımız bütün cezaevlerinde çok temel farklılıklarımıza, bu günden bakıldığında açık olarak görülmesi gereken yanlışlıklarımıza karşın, ortalama bir tavır ve gelenek yaratmış, çoğu zaman komünlerimizde de ortalama bir düzeyde ilişkilenerek ortak yaşamıştık... Ne iyi etmiştik... Ama artık, yirmi yıllık bir deneyimden sonra bu deneyimin, hem devlet hem de kendi aramızdaki bütün sonuçlarıyla yüzleşmemiz ve yeni sonuçlar çıkarmamız gerekiyor... Ben hiçbir kollektifin cezaevleri tarihini, hamasi saptamaların ötesinde, direniş güzellemeleri ötesinde değerlendirdiğini okumadım, duymadım... (Daha da ileri giderek, kavramsal siyasal metinler bir yana, bu tarihin asıl yazılması gereken şiir, anlatı, öykü, deneme tarzında da henüz yazıl(a)madığını, küçük çıkışlar dışında ortada sanatsal hasılanın olmadığını düşünüyorum. Sol resmiyetin bütün cezaevleri tarihi, ötekinin, öteki kümenin direnemediği üzerine kuruludur. Her kümenin kendine efsane olduğu bir anlatım tarzı, resmî ve haliyle gerçeklerden çok uzak... O kadar güzel hayatlarımız, direnişlerimiz, demokratik geleneklerimiz, alışkanlıklarımız yanında ne kadar kötü yanlarımız olduğunu unutmak üzerine kurulu bir edebiyat. Ve bunun üzerinden yapılan bir ajiitasyon-propaganda eğitim...

Devleti yenip birbirimize yenildiğimiz günler o gün somut gerçeğimiz değil mi? Devletin bütün kurallarına boyun eğmeyip, aylarca hücrelerde direnen insanlar koğuşlara gelince sayıların gücüyle, sayısal tarihin marifetleriyle karşılaşmadılar mı? Devletin okuduğu mektupların bir de, bizim resmiyetlerce okunduğu çifte okunmuştur bir yaşam ne çabuk unutuldu... Ne çabuk... Ne çabuk... Sayıların tarih yapacağı gerekçesiyle elbette... Benim kümem nitelik, senin kümen nicelik mantığıyla... Senin kümen artakalan mantığıyla... Benim sayım senin sayını döver, benim taktiğim senin taktiğini döver mantığıyla... Ve giderek benim kümem senin kümeni döver tarih ve örgüt teorisiyle... Yani demem o ki, sevgili arkadaşım, sayıların hayatımızdaki kötülüklerini ne çabuk unuttuk... İçeride ve dışarıda ne çabuk unuttuk... Ne çabuk... Ne çabuk... İnsanın ve bir militanın sayıdan ibaret olmadığını, bir kişiliği ve kimliği olduğunu ne çabuk... Sürekli tanımlananları ne çabuk... Oysa, bir tanımım, bir kişiliğim var benim de, az da olsa yer kaplıyorum bu dünyada diyenlerin dışlandığını ne çabuk... Önce o gelenekten çıkarılıp, sıradan hak derecesine düşürüldüğünü ve daha sonra gelişmelere bağlı olarak, halk içinden de çıkarıldığını ne çabuk... Bunların çoğuyla bu gün açık alanda siyaset yaptığımızı, yüzümüz kızarmadan yaptığımızı ne çabuk... Siyasal kimliğin, komünistliğin ya da devrimciliğin alınıp verilen bir kimlik olarak kavrandığını, oysa bu kimliğin kapitalizme, onun neden ve sonuçlarına karşı felsefi, teorik, pratik bir mücadele içinde kazanıldığını ne çabuk unuttuk...

Eleştiri yaptı diye komünden atılan, dıştalanan insanları ne çabuk... Kritik ve uyuşmazlık zamanlarında komünlerin ayrıldığını, yemek masalarının “görevlendirilenlerce” çizilerek alanların bölüşüldüğünü, volta yasaklanan insanlarımızı ne çabuk... Cinsel kimliklerini dile getiremeyen insanlarımızın çektiği acıları ne çabuk... Fark edildiğinde görülen muameleleri ne çabuk... Eşcinsellerle aynı komünde, koğuşta kalmayız diye konseylerde yapılan tüzükleri ne çabuk... Sevgilisiyle, karısıyla yanak ile dudak arasında öpüştü ve el ele açık görüş yerine geldi diye, devletin önünde değerlerimizi küçük düşürdüğü gerekçesiyle insanlarımızın koğuşa dönünce nice ahlâki tartışmaya marûz kaldığını, kavgaya varan çatışmalar olduğu ve bütün bunların tanıklarının içimizde dilli/dilsiz dolaştığını ne çabuk... Bir dilim ekmeği, herkesin payına düşen kağıdı ve pulu paylaşamayan bir döneme damgasını vurmuş, gizlilik ortadan kalkınca hiçbir özelliğinin olmadığı anında açığa çıkan şefleri, nam-ı diğer önderleri ne çabuk... Kötü duruma düşmesinler diye önderleri yerine de devletten dayak yiyen, ama o naif ve güzel militanları ne çabuk.. Onca direnişten sonra elde edilen kalem, kağıt ve radyo televizyon hakkına burjuva alışkanlığı diyerek televizyon seyretmeyen, yeni bir dünyayı bu yoldan kurgulayan kollektifleri ne çabuk... Slip don giymenin burjuva alışkanlığı, konformizm olduğu üzerine seminer verenleri ne çabuk.. Ne çabuk... Cezaevlerinden çıktıktan sonra da gizli resim ve şiir yapanları, örgütlü birinin bunlarla uğraşmasının caymak olduğunu ne çabuk... Sevmek ve aşk yasağının yazılı ve yazılı olmayan kurallarını, sevilecekse aynı gelenekten tüzük ve programa uygun sevilmesi gerektiğini, yani resmî teoriye göre aşık olunmasını ve bunlara ilişkin yazılan yazıları ne çabuk, ne çabuk... İçeride kurulan o kadar güzel ilişkiye, arkadaşlığa karşın, dışarıya çıkınca karşılaşılan ilk seminerde, “Bizim küme ve ben devrimciyim, siz değilsiniz” komikliğini yaparak hatıraları kirletenleri, siyaseti bir özgürleşme olarak değil bir geçim kapısı olarak görenleri ne çabuk...

Sevgili Arkadaşım...

Derteşirken Cumartesi Anneleri, Cumartesi İnsanları da geldi aklıma... Nereden nereye... Artık tarihe mal olan, hatıraların alanına giren tarihimizin en önemli sivil itaatsizliğinin nasıl bize ait nedenlerden de heder edildiğini ne zaman konuşacağız. Basında ya da derneklerde dolaylı olarak, ezop diliyle konuşulanlarla mı sınırlı kalacak her şey... İnsanlar kendi tarihlerinin, değerlerinin sonuçlarına karşı böyle davranabilirler mi? Aynı sorunların orada da yaşandığını, yeniden üretildiğini bilmeyenimiz var mı? Yine o sayılar teorisi, benim kayıplarımın sayısı çok mantığı... Birbirimizden artmamız gerekirken, birbirimizden bunca eksildiğimiz günleri ne çabuk... Alanın kuşlarından az olduğumuz halde -alanın kuşları yüzden biraz fazladır- birbirimize sayı çalımları yaptığımız ne çabuk... Bereketi kaçmasın diye devletin gözü önünde sayılarımızı saymadığımız ama içimizden hep sayısal kurgular yaptığımızı ne çabuk... Ne çabuk unuttuk ne çabuk... Yine o nitelik teorisi, benim kayıbım en nitelik, diğerleri nicelik ayıbı... Yani en büyük kayıp benim kayıbım kültürünün üzerinden yürütülen bir siyasal alan yaratma çabası... Ölünce, kayıp olunca bile eşitlenemeyen bir tarih teorisinin içimizi acıtan anları ne çabuk... Ne çabuk... Ne çabuk unuttuk...

Unuttuk mu? Sahi unuttuk mu?

Galiba şunu söylemek istiyorum: “Gerçi tarih uzun uzun anlatılır / Ama bir bakışma kalır, kalsa kalsa...”

Aleyhistan’da yeni bir lehçe olmak kolay değil ki...