Rektör Seçimlerinin Retoriğinde Üniversite

Üniversiteler, rektör seçimlerine ilişkin tartışmalar nedeniyle 2000 yılı ortalarından bu yana Türkiye gündeminde ön sıralarda yer alabildi. Ne var ki, rektör seçimlerine ilişkin sorunlar Türkiye’deki üniversitelerin sorunlarından yalnızca biri idi ve rektör seçimleri nedeniyle ortaya çıkan tartışmalarda diğer önemli sorunlara hemen hemen hiç değinilemedi. Daha da kötüsü, rektör seçimlerine odaklı tartışmalar, mevcut üniversite rejiminin daha da gerisini savunanların fikirlerini, yaşanan bazı trajikomik olayların da meşrûlaştırdığı bir çerçeve içinde, bir çeşit meşrûlaştırma aracına dönüştü. Medyada sıklıkla yer alan bu yöndeki gerici görüşlere ve bu görüşlerin üzerine oturtulduğu tahrif edilmiş verilere karşı çıkışlar ise ne yazık ki, medyada pek yer alamadı, üniversitelerde de bir yankı yaratamadı. Bu nedenle, rektör seçimlerinin yarattığı tartışmayla aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten sonra YÖK üniversitelerinin kendi sorunlarına yüreklilikle eğilebileceği umudunu taşıyanlar hayal kırıklığına uğradılar.

Yaz başında yapılan rektör seçimleri için adayların hazırladıkları bildirilerden tümünün bir çeşit “demokratik ve katılımcı üniversite” anlayışına sahip olduklarını, ancak yaz sonunda tamamlanan atama işleminden sonraki basın açıklamalarından ise azımsanamayacak bir kısmının aslında seçim yerine atama sistemini savunduklarını öğreniyoruz. Türkiye’de demokrasi tartışmalarında yaşanan samimiyetsizliğin üniversiteyi de sarması, üzüntü verici olmaktan öte, üniversitelerin temel işlevlerinin ne olduğu konusunda korkunç bir umutsuzluk nedeni. Medya aracılığıyla kamuoyunda izlenen, üniversitenin temel işlevi ve konumu üzerine bir bakanla bir rektör arasındaki retorik dolu tartışmada, özel teşebbüsçü sağ çizgisini her vesileyle belli eden bakanı savunmak durumunda kalmanın burukluğu, eleştirel tavrın bedeli olsa gerek. “Aslında hiçbir gelişmiş Batı üniversitesinde seçim yok” söylemini ısrarla medyada gündeme getirenler, bu yönde tahrif edilmiş örneklerle dolu savunmalarını nedense akademik yayınlarda bir tartışma yaratmakta kullanmıyorlar. Fazla uzaklara gitmeye gerek yok, Ege’nin öte yakasında, Yunanistan’da rektör seçiminin tek dereceli ve doğrudan öğretim üyelerinin oylarıyla ve ayrıca da % 30 öğrenci oyu katılımıyla gerçekleştiğini, bölüm başkanı, dekan gibi diğer görevlere de aynı şekilde seçimle gelindiğini örnek vermek acaba seçim fobili demokratlar için bir anlam ifade eder mi?

Rektör seçimleri nedeniyle ortaya sıkça atılan “Avrupa Birliği’ne girmekte olduğumuz şu günlerde” diye başlayan ve “gelişmiş Batı ülkelerindeki üniversiteler seviyesinde” şeklinde devam eden söylemle meşrûlaştırılan Anglo-Amerikan üniversite modeli de ne yazık ki yeterince tartışılmadan oldukça fazla taraftar bulabildi. Bu tür söylemlere seçim bildirilerinde yer veren, bu bildirilerinde sıkça projeci özelliklerini ön plana çıkaran rektör adaylarına yönelik “Türkiye’nin girmeyi arzuladığı (?) birliğin NAFTA değil Avrupa Birliği olduğu, bu nedenle üniversitenin de model olarak Amerikan değil Avrupa üniversitesi geleneğini ve geleceğini paylaşmasının daha doğru olduğu” eleştirileri ne yazık ki “rekabetçi ve projeci üniversite” retoriği karşısında pek taraftar bulamadı. TÜSİAD raporlarında gösterilenden daha iyi bir üniversite olamayacağına üniversitelerde inanılması ciddi bir talihsizlik, ancak kendisi -en azından deklare edilmiş resmî niyet olarak- Avrupa’ya yönelirken, üniversitesi Amerika’ya öykünen Türkiye’nin bir çıkmazla karşılaşacağını ve bunun da şimdilik üniversite konusuyla ilgilenmeyen AB uyumundan sorumlu kişi ve kuruluşların gündemine kaçınılmaz ve ağır bir sorun olarak düşeceğini söylemeliyiz.

Rektör adaylarının seçim bildirilerinde ön plana çıkardıkları bir diğer husus, yönetsel becerilerine örnek olarak kaynak yaratmada ne kadar maharetli oldukları yönündeki deneyimlerinin dökümü idi. Özgeçmişlerinin akademik yeterlikten çok yönetsel becerilere önem veren bir içerikle yazılmış olması, üniversitedeki “seçmenlerin” çoğunluğunca paylaşılan “rektörlüğün en çok yönetsel beceri gerektiren bir görev olduğu” şeklindeki kanısının, nasıl 2547 sayılı YÖK yasasının ruhuna uygun olarak oluştuğunu göstermesi bakımından ilginç. Tıpkı ’80 sonrası hükümetlerin Meclisi “hantal” ilân edip KHK’lerle yönetmeye yönelmeleri gibi, üniversite senatosunun en üst üniversite organı olması gereği YÖK rektörlerince gözardı edildi, yasayla zaten iyice daraltılan katılım olanakları rektörlerin “yönetsel becerileriyle” tamamen kalktı. Rektörlüğün daha çok sembolik ve akademik itibar görevi olduğu, yönetimin ise seçilmiş kurullar eli ile yerine getirilmesi gerektiği şeklindeki görüşler ne seçimler sırasında ne de sonrasında pek taraftar bulamadı. Adayların bildirgelerinde yer verilen, çeşitli sorunların çözümünde yararlanılacak uzman olarak “danışman” istihdamının da aslında kurullar eli ile yönetimi dışlayan, senatoyu ve diğer organları by-pass eden “güçlü rektör” modelinin bir sonucu olduğu eleştirileri nedense göz ardı edildi. Kaynak bulmada mahir rektör adaylarının vakıflar ve vakıf şirketleri aracılığıyla “kaynak yaratma modelleri” ise neredeyse hiç tartışılmadı. Bir yandan “devlet” üniversitelerinde vakıflaşma bir model olarak benimsenirken “vakıf” üniversiteleri de öğrenci “kapmak” için verdikleri reklamlarda adlarının başına TC ibaresini koyarak ne kadar “ciddi” olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. “TC. Milli Eğitim Bakanlığı Özel Falanca Bilgisayar Dershanesi” ifadesi ne kadar absürd ise bu taktiğin “özel” üniversite reklamlarına taşınması da o kadar acıklı: “hür” teşebbüsün üniversitesi![1] Bu tuhalıklara paralel olarak vakıf üniversitelerinin, Türkiye’de bir dayanışma felsefesi olarak muhafazakar sağ tarafından özenle savunulan vakıf zihniyetine tam ters bir şekilde, devletten sadece öğrenci başına parasal yardım değil, arazi başta olmak üzere çeşitli diğer tahsisleri ve teşvikleri almaları süreci de ne yazık ki, olağanlaştırılmıştır.

“Öğretim üyesi” seçim bildirilerinde en itibarlı kişi olarak yer aldı. Adayların gözdeleri, “seçmen” oldukları için öğretim üyeleriydi. Onlar için mutlaka kaynak yaratılacak, yabancı dil, oda, yayın gibi sorunları derhal çözülecekti. “Öğretim üyeleri”, kendilerine yönelik bu iltifat ve itibar söylemlerini pek bir benimsediler ve seçimlerde niye üniversite içinde yer alıp da seçimlere katılamayan kesimlerin olduğunu sorgulamadılar. Öğrenci ve çalışanların üniversitelerin “mütemmim cüzü” olmaları nedeniyle -Amerikan üniversitelerinde bile- çeşitli kademelerde seçilmiş temsilcileri aracılığıyla yönetime katıldıkları gerçeğinin rektör adaylarınca dile getirilmemeleri olağan sayılsa bile, “öğretim üyelerinin” hiç olmazsa kendi varlıklarının asıl kaynağı olan araştırma görevlilerinin niçin seçme yeteneğine layık görülmediğinin rektör adaylarına sormaları beklenirdi. Ne var ki, kendi “embriyolarını” yok sayan bir kurumun “üyeleri”, kendilerine rektörlük seçimleri münasebetiyle gösterilen konjonktürel âlâkanın ve itibarın samimiyetsizliğine de eleştirel yaklaşamayacaklardır. Bu nedenle rektörlük seçimleri asla, çerçevesi belli ki kasden netleştirilmemiş bir sözleşme mevzuatı ile istihdam koşulları olağan üstü güçleştirilmiş olan araştırma görevlilerinin ezildiği bir üniversite rejiminin aslında “üye” sıfatını kazanmış olanları da aşağılayan bir rejim olduğu, onların koşulları iyileşmeden kimsenin itibar kazanamayacağı gibi önermelere açık tartışmalara vesile olamadı.

Bütün bunlar, belirli bir düzeyde de olsa bir demokratik özerk üniversite geleneğinin yaşandığı, öğrencilerin üniversite yönetimine katılımında örneğin ODTÜ’deki gibi ciddi deneyimlere şahit olunduğu, YÖK öncesi 1750 sayılı yasa çerçevesinde asistanların da yönetime katılabildiği, onları sözleşmeli statüye getiren yasa değişikliği girişimlerinin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildiği, bugünkü çoğu üniversitenin temelini oluşturan birçok özel yükseköğretim kurumunun “devletleştirildiği” bir ülkede, Türkiye’de, sanki hiçbir üniversite birikimi/deneyimi yokmuşçasına yaşandığı için burukluk duymamak olanaksız. Taner Timur’un, bugünkü YÖK ekibinin “yine de ciddi bir tartışmayı hak ettiği” düşüncesiyle hazırladığı düzeyli kitabı,[2] Türkiye’de üniversitenin kendine ayna tutmaktan korktuğu şu günlerde gönüllere ferahlık verecek nitelikte bir çalışma; ancak kitap ne ekipten ne de ekibe muhalif ya da yandaş rektör adaylarından gerekli ilgiyi sağlamış görünüyor. “2000”li yıllara sonunda gelindi, ancak yirmi yıl önce vaadedilen üniversiteyi artık mimarı dahil, kimse savunamıyor. Ancak çözüm, üniversite henüz kendine eleştirel bir bakışı sağlayamadığı için, yakın ve kolay gözükmüyor.

[1] Vakıf üniversitelerinin model aldıklarını iddia ettikleri Anglo-Amerikan üniversitelerin ’80’li yıllardan bu yana “öğrenci kapma rekabeti” başta olmak üzere mali sorunlarına çözümler arayışlarının acıklı öyküsü için bkz. Andrew Wernick, Promosyon Kültürü: Reklam, İdeoloji ve Sembolik Anlatım, Bilim ve Sanat, Ankara, 1996.

[2] Taner Timur, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge Kitabevi, Ankara, 2000.