Ekonomik Kriz: “Sistem Türkiye'ye El Koydu

1980’lerden itibaren, resmî ve gayrı resmî uluslararası finans kuruluşlarının, onlar adına IMF’in Türkiye ekonomik ve malî düzenine sık aralıklarla doğrudan müdahalesi, “reçete” dikte ettirmeleri, neredeyse periyodik bir işlem, yerleşik bir kurum haline gelmişti.

Ama uygulayacağı programı, fiilî yetkisi daha henüz belli olmamasına rağmen Kemal Derviş’in “işbaşı”na getiriliş tarzı ve süreci bile, bu sonuncu müdahalenin, öncekilerin devamı gibi değil bir “aşama” olarak ele alınmasına yeter. Gerçi, “ekonomiyi krizden kurtaracak kişi” olarak Kemal Derviş, aynı sıfatla 1980 24 Ocak kararlarını hazırlayan ve uygulayan Turgut Özal’dan görünüşte çok daha kısıtlı bir yetkiyle işbaşına getirilmiştir ve örneğin Turgut Özal fiilen ekonomi ve finansla ilgili tüm bakanlıkların üzerinde bir konumda işe başlamışken Kemal Derviş, ona “otuz üç bakandan biri” diyen bir hükümetin içinde işini yapmaya çalışacaktır. Bir başka deyişle, Kemal Derviş, Demirel hükümeti ve sonra da 12 Eylül rejimi tarafından ekonominin dizginleri eline teslim edilmiş bir Turgut Özal gibi değil; bizzat üyesi olduğu koalisyon hükümetinin ortağı her partinin çeşitli nedenlerle rahatsız olduğu, tam destek vermediği, yetkilerini sınırlı tutmaya çalıştığı bir bakan olarak işe koyulmaktadır. Ama buna mukabil, ardında örneğin Turgut Özal için söz konusu edilemeyecek kadar büyük ve galiba hayli kararlı bir “dış destek” vardır. ABD büyükelçisinin hükümet-Kemal Derviş ilişkisinin şu yukarıdaki durumunu bilerek, adeta göstere göstere, diplomatik teamülleri bir yana atıp koalisyon ortağı partilerin başkanlarını tek tek “ziyaret etmesi”, uygulanacak program için gereken paranın TC devlet ve hükümeti adına değil, bizatihi Kemal Derviş için tahsis edileceği havasının ısrarla körüklenmesi, bu olağanüstü dış destek ortada “yeni bir durum” olduğunun açık göstergesidir. Bir TC vatandaşı olmakla birlikte Kemal Derviş, uluslararası finans “sistemi”nin bir yüksek komiseri olarak -ve öyle görünüyor ki- hükümete rağmen Türkiye’ye memur edilmiştir. Bir başka deyişle “sistem”in Türkiye’ye el koymasıdır bu.

IMF aracılığıyla uluslararası finans sisteminin Türkiye’ye doğrudan müdahale, program dikte etme sürecine 24 Ocak 1980 kumarlarıyla açıkça girdiğimizde, bunun Osmanlı son dönemindeki ünlü Düyun-u Umumiye’nin yeni versiyonu olduğu hayli geniş bir çevre tarafından öne sürülmüştü. Gerçi Düyun-u Umumiye, sadece Osmanlı devletinin borçlarını muntazaman ödemesi için bazı devlet gelirlerine el koymakla yetinmişken, IMF’in borç ödemelerini de garantiye alacak genel bir ekonomik-malî program dikte ettiği gözönüne alınırsa daha derin ve kapsamlı bir müdahale anlamına geldiği açıktı. Ama Düyun-u Umumiye’nin ardında “düvel-i muazzama”nın büyük sopası durur ve o nedenle de programına harfiyen uyulurken, IMF’in dikte ettiği “anlaşma”ların ardında böylesi bir tehdidin olmayışı, yapılan anlaşmaların Türkiye tarafından sık sık ihlal edilip yenilerinin yapılabilmesi, Düyun-u Umumiye’nin devletin egemenliği açısından daha ağır bir müdahale, bir tür sömürge statüsüne itiliş gibi yorumlanmasına, IMF programlarının ise sıradan bir ekonomik bağımlılık, egemenlikten kısmî bir taviz gibi algılanmasına yol açabiliyordu. Şüphesiz 1980’deki ilk IMF programı ile Türkiye’nin “millî ekonomi”sini küreselleşen kapitalizmin nüfuzuna tamamen terk ettiğini ve böylece bir ulus-devlet olarak daha ağır bir bağımlılığa tâbi hale geldiğini öne sürenler vardı ama Düyun-u Umumiye döneminde bu kurumun ardında imparatorluğu parçalamaya hazırlıklı devletlerin oluşu oysa IMF’in Türkiye’yi SSCB tehdidine karşı koruyan “dost ve müttefik” devletlerin denetiminde olduğunun bilinmesi, o tür görüş ve iddialara kulak asılmamasına, “düşman”ca sayılmasına yetebiliyordu.

Oysa SSCB’nin yıkılışından beri o ezeli “ülkeyi bölmek ve parçalamak isteyen dış güçler” retoriğimiz çoğu kez açıkça ve isim belirterek bu “dost ve müttefik”lere kasdeder hale gelmişken ve son IMF müdahalesinde -şimdiye kadar rollerini bu kuruluş aracılığıyla ve örtülü biçimde oynamış olan- başta ABD olmak üzere Batılı büyük devletler açıkça sahne önünde yer alıp Kemal Derviş’in “sistem” adına vaziyet ettiği imajını elden geldiğince pompalıyorlarken, yani bu durumun ulus-devlet olmak bağımsızlığını ve “beka”mızla ilişkisini sormak için her tür “maddi koşul” yeterince varken buna niyetlenenler bile susmayı yeğlediler. Bu soruyu seslendirenlerin sesi de Kemal Derviş’i “kurtarıcı” olarak karşılayan geniş bir kamuoyu -oluşturucu mekanizmalar- tarafından bastırıldı.

Hiç de suni, şişirme sayılamayacak bu destek havası karşısında şimdilik susmayı yeğleyenler aslında o kadar da az değil. Şu anda henüz Kemal Derviş’in sistem adına uygulanmasına nezaret edeceği program netleşmiş değil ve ayrıca bunu ne kadar parasal güçle ve nerelere kadar uzanacak bir müdahale kararlılığıyla yürürlüğe sokacağı, direnişle karşılaşıldığında hangi tasfiye ve caydırma araç ve yöntemlerinin kullanılabileceği, sonuçta amaçlanan yapısal düzenlemenin nasıl bir şey olabileceği ve bu işin ve düzenlemenin hangi kadroya “emanet” edilmesinin öngörüldüğü belli değil. Bunlar kestirilmeye, ilk bir iki ay içinde yeterince veri ortaya çıktıktan sonra nihaî tutumlar belirlenmiş olarak harekete geçme hesapları yapılıyor şimdilik.

Bu söylenenler sırf ileride milliyetçilik, “bağımsızlık”, “dış güçlerin oyunu” gibi argümanlarla ortaya çıkabilecekler için değil, herkes için de geçerli. Son kriz(ler)in sadece bir ekonomik kriz olmayıp Türkiye’nin sosyo-ekonomik/politik bir düzen, bir oluşum olarak şimdiye kadar izlediği yolun “tükenmesi” anlamına geldiğini, şöyle ya da böyle bir başka rotaya, -kendi bünyesinde ciddi değişimler geçirerek- girmek zorunda olduğunu herkes bir biçimde anlamış vaziyette. “Sistem” Kemal Derviş ile kendi tercih ve tasarımını yürürlüğe sokmaya kararlı olduğunu ortaya koymuştur. Fakat Kemal Derviş, ardındaki bu büyük “dış desteğe” rağmen, organize bir iç destekten yoksundur şu an. Orta sınıf -”tasarruf sahipleri”, mağmasının şimdilik aşırı coşkulu desteği, büyük, yerleşik sınai-malî sermayenin arkalaması yeterli ve güvenilir bir iç siyasal destek anlamına gelmiyor henüz. Kifayeti kuşkulu DSP’nin Ecevit’in sağlığına bağlı istikrarı ile vardığı mecalsiz destek ile ANAP’ın yolsuzluklar üzerine cidden gidildiği ölçüde sarsılacak bünyesi ile verir gözüktüğü destek de yetinilir gibi değil. MHP’nin bu oyunu oynama, onun kadrosu olma niyeti olsa bile yeteneğinin olmadığı bir kez daha tescillenmiş olduğu ve daha şimdiden müstakbel muhalefetine hazırlandığı da ortada. DYP Çiller’li kadrosuyla “sistem”in yüz vermeyeceğini bilmenin burukluğu içinde. Ve FP çevresi de kendisine, olsa olsa mırıldanarak ayrı bir muhalefet odağıymış gibi yapma rolünden başka bir rol düşmeyeceğini kabullenmiş bir güçsüzlük içindedir.

Bu durumda Kemal Derviş’in uygulayacağı program kendi ekonomik-malî hedeflerine ulaşma yolunda ilerlemesi kadar, o programı omuzlayacak yeni bir siyasal oluşumu güdümleme, bunun kadro ve kitle desteğinin teşekkül etme hızı, niteliği ve çapı ile de ölçülecektir.

İlk günden itibaren Turgut Özal ile benzer bir kategoriye sokulup, tıpkı onun gibi ileride bir parti kurması -kurabileceği- yönünde teşvik edilen Derviş, şu anda Özal’ınkinden daha canlı ve istekli görünen popülaritesi ve medya desteği ile bu iş için Özal’dan daha avantajlı görünebilir. Ayrıca mevcut partilerin tümünün de içinde bulunduğu, güçsüzleşme, çözülme ve çürüme hali, tek tek ve toplu olarak prestijlerinin tarihimizdeki en dip seviyede sürünüyor olması da lehinde bir faktör.

Fakat önemle dikkate alınmalıdır ki, IMF -uluslararası sermaye ve finans sistemi- müdahalelerinin 1980’de başlayan “ilk dönem”in de Özal ve partisi ANAP’ın “zuhuru”nda 12 Eylül darbesi ve rejimi mevcut partileri kapatıp tırpanlayarak ona hem zemin açmış hem de katalizör rolü oynamıştı. Kemal Derviş’in tasarlanan siyasî oluşumunda bu zeminin nasıl yaratılacağı, o rolü kimin oynayacağı öngörülmüş mü, öngörülebilir mi acaba?

Daha öncekilerde olduğu gibi bu sonuncu IMF müdahalesinin de “Türkiye’nin ekonomik krizden kurtulmasına yardım” gayesinden ziyade, Türkiye çarkının uluslararası finans sistemi döngüsüne daha bir eklemlemek, bu “çevrim”i aksatan yönlerini düzeltmek ve artık iyice göze batar hale gelen -hortumlamalar, kara para muameleleri gibi- arızalarından ve bazı zayıf halkalarından temizlemek amacı görüldüğü açıktır. Anlaşıldığı kadarıyla ilk banka tasfiyelerinden beri bu operasyon yürürlüktedir ve bir süre bunun mevcut hükümetçe kotarılması beklendikten sonra “bizzat müdahale” adımı atılmıştır. Kapitalist kâr ve sömürü mekanizmalarının kamusal kaynakların yağmalanmasına dayalı bir “yolsuzluk ekonomisi” ile sarmalanmasından oluşan bu ülkedeki ekonomik-malî düzenin, bu düzenin aktarma kayışları haline gelmiş siyasal parti, kadro ve hükümetler eliyle “sistem”in olağan işleyişine uyarlanmasının mümkün olamayacağına karar verilmesiyle bu son müdahalenin düğmesine basıldığı da akla yakın görünüyor.

Eğer bu, epey önceden planlanmış, öngörülmüş bir müdahale ise, Türkiye’nin özel şartları, AB’ye aday üyelik süreci ve bunun gerekleri de dikkate alınmak zorunda ise, bu müdahaleyi tasarlayan güçlerin hesaplarını salt Kemal Derviş ve onun oluşturacağı kadro üzerine kurmakla yetinmelerinin söz konusu olamayacağı, daha sağlam “iç partner”leri de devreye sokabileceklerinden emin olarak işe girişecekleri sonucu çıkar ortaya.

Ordu’nun yaklaşık altı-yedi ay önceden “yolsuzlukla mücadele”yi birincil ülke sorunu ilân etmesi ve ANAP’ın Rusya ile “iş bağlantıları”nı afişe etmesi kaçınılmaz olan şu malûm TEDAŞ -beyaz enerji, operasyonunu re’sen başlattığını bilhassa ilân etmesi bu bağlamda değerlendirilemez mi? Bunu Kemal Derviş’in “atanması”na varacak bir zincirin halkası olarak ele almasak bile, krizler sürecine girilirken mutlaka “bir şeyler” tasarladığı kestirilebilecek dış güç odaklarına bir “mesaj” olarak düşünemez miyiz?

Hükümet partilerinin Kemal Derviş ve kuracağı ekibi engellemek, iş yapamaz duruma düşürmek için şimdiden tedbirlerini almakta olduklarına dair haberlerin daha ilk günden itibaren tedavülde oluşu, pek de uzak olmayan bir gelecekte bu “alternatifsiz” koalisyon hükümetinin de devre dışı bırakılacağı hesabının ipucu mudur?

Ne Kemal Derviş çevresinde güçlü bir “yeni” merkez parti oluşturulmasının kesin olarak öngörülmüş olduğunu, ne Ordu’nun bu oluşumu payandalayacak “partner” olmaya ve bu amaçla yeniden bir tür postmodern darbeye hazırlandığını ne de hükümetin ve onu oluşturan partilerin er geç tasfiye edileceklerini bilerek “direniş” hat ve gerekçelerini tahkime çalıştıklarını örtük birer veri imişlercesine öne sürüyoruz. Bunların her birine şu anda mümkün ihtimaller diyebiliriz ancak. Genel durum Birikim’in 141. sayısında “Türkiye’nin 2000’li yıllara ağır yüklü bir gemi gibi, ama ne yolcularının çoğunluğunun istediği yöne ne kaptan köşkündekilerin direktifleri doğrultusunda, ne dümencinin baktığı yönde ne de makina dairesinde verilen komutlara göre değil, kapıldığı akıntı ve rüzgârlara göre, bata çıka giden bir gemi gibi girdi” biçiminde yapılmış tariften farklılaşmış değil. Ve siyasal alanın başlıca aktörleri de “.. puslu bir havada eriyen bir buzluk zeminde kaymaya çalışan acemi -ve güçten düşmüş- patenciler manzarası gösterdiği, kimsenin ne gittiği yönü ne yan yana düştüklerini ne de çarpıştıklarını bilerek seçmediği bir kargaşa hali” (Birikim, 142/143, s.3) içinde hâlâ.

Ama önümüzdeki çok kısa sürenin etrafında sislerin dağılması ihtimallerin açıkça belirmesi ve tarafların saflarını ve tutumlarını tayin etmeleri kaçınılmaz olacak. Eğer Kemal Derviş, programını açıklamasından itibaren geçecek ilk üç dört ay içinde şimdiden öngörülmüş “yapısal reformlar”ın ilk etabını direnişlere rağmen yürürlüğe sokabilir ve halkta, “reel ekonomi”de işlerin iyice gidebileceği yönünde bir hava yaratabilirse Kemal Derviş kartının “yeni siyasal oluşum” için de piyasaya sürülmesi de bir “gereklilik” haline gelmiş olacak; taraflar ve partnerler açıkça öne çıkmaya başlayacak demektir. Süreç bu safhanın daha ortasında, sözü edilen dirence ideolojik bir kılıf giydirilebildiğinde daha “sert” bir mecraya yönelerek de hızlanabilir. Şu anda bu tür bir direnci göstermeye en yakın aday gibi duran MHP’dir. Ancak şu konjonktürde onun ne kendi ve ilk elde sürükleyebileceği güçle böylesi bir direniş ve muhalefeti yürütme kapasitesi ne de milliyetçiliğin tahmin edilebilecek gerekçeleri ardında siperlenecek bir cepheye önderlik etme yeteneği vardır. “Kemal Derviş programı”nın kısa dönemde açık bir düş kırıklığı yaratması halinde -şu anda milliyetçi hassasiyetle aldırmaksızın “bizi iyi yönetecekse, malımız, paramız ve gelirlerimiz sağlama bağlanacaksa ‘yabancı vesayeti’ne de razıyız” havasının pek yakınında seyreden- orta sınıflar desteğinin yerini telaşlı bir tepkiciliğe bırakması durumunda MHP’nin ancak bu eğilimi paylaşan bir “askerî destek” eşliğinde atağa geçebilme ihtimalinden söz edilebilir.

Ama “uluslararası sistem”in Kemal Derviş programının elindeki tek kart olduğunu sanmıyoruz. Bu programın “sendelediği” fark edildiğinde bir yenisinin daha belirgin bir müdahil tavırla yürürlüğe sokulacağını şimdiden hesaba katabiliriz. Öyle anlaşılıyor ki; “sistem”, şimdiye kadar Türkiye egemenlerinin kapitalist ekonomik siyasal “model”i “Türkiye’ye özgü” mekanizmalar ilavesiyle bu hale getirmesine gerekçe olarak kullanageldikleri o malûm “Türkiye’nin jeo politik stratejik önemi”ni bu kez onlara yönelterek, “sistem”in böylesi öneme sahip bir ülkeyi kendi keyfine bırakamaması gerektiği noktasına gelmiş, yani “Türkiye’nin Türkiye siyasal elitinin irade ve becerisine bırakılmayacak kadar ciddi” öneme sahip olduğuna karar vererek harekete geçmiştir.

Bu teşhis doğruysa, ortada hiç şüphesiz millî hassasiyet ve haysiyete gayet dokunan bir durum vardır. Ama hem az önce geniş orta sınıflar kesimi için söz konusu olan hava, hem de toplumun bu millî hassasiyet ve haysiyet konusunu şimdiye kadar tepe tepe kullanmış hemen tüm siyasî parti ve akımların içinde debelendiği ağır prestij kaybı ve inandırıcılık zaafı nedeniyle bu durumun şimdilik sözü bile edilmiyor. Bu noktanın dile getirilmesi sessizlikle geçiştirilmenin de ötesinde tepkiyle de karşılanabilir. İnkâr edilemez düzen bozukluklarına kendi iç enerjisi tercih ve iradesi ile çözüm getirememiş bir ulusun acz itirafıdır bu geçiştirme ve tepki.

Şu ana kadar ne IMF ve uluslararası finans sisteminin sözcüleri, ne özel olarak ABD yönetimi ne de tam şu sıralarda Türkiye’nin AB’ye aday üyelik sürecine ilişkin “ulusal program” -bir dizi eksiğine rağmen, olumsuz tavır almayan Avrupa Birliği üyeleri, işaret edilen o hissiyatı ve hassasiyeti depreştirecek jestler yapmaktan kaçındılar. Ama bu “objektif gerçeği” değiştirmiyor ve sadece “sistem”in Düyun-u Umumiye devrinde olduğu kadar kaba yöntemlerle değil, çok daha “rafine” usûl ve araçlarla işini görebileceğini gösteriyor. Ve bu para-sermayenin egemenlik sistemi, “töz”ünde mevcut uluslararasılaşma niteliği ve eğilimi ile zaten geçici bir araç, dönemsel bir dolayım olarak kullanıldığı ulus-devlet düzenlerini şimdi uluslararası kuruluşlar lehine neredeyse salt teknik güvenlik aygıtları, birimleri derekesine indirgeme yolundayken, onca körüklediği paraya endeksli çıkar güdüsünün de ulus-devletlerin beslendiği bu “millî hassasiyet ve haysiyet” gibi mevzuları bastırabileceğine de güveniyor.

Türkiye, 1980’lere, hattâ şu son krize kadar, kendi prekapitalist siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel değer, kurum ve ilişkileriyle üstünkörü harmanlaşarak “gelişen bir kapitalizm” ile yaşadı. Bu yer yer amorflaşan “bileşim” bir yandan kapitalizmin tüm kurumlarıyla oturmasını engeller ve aksatırken, bir yandan da bu gelişmenin bir dizi olumsuz sonucunun bütün çıplaklığı ile yaşanmasını önledi. 1990’lara kadar geçerli uluslararası güç dengeleri ve stratejik hesaplar nedeniyle bu durumu ile kapitalist sisteme eklenmiş “özelliği olan bir ülke” konumunda kaldı.

Ekonomisinin ve siyasetinin tıkandığı şu noktada bu “özelliği”ni sürdürmekte ısrar gücüne sahip olmadığı gibi, sistemin de bu özelliğe katlanma mecburiyeti kalmamıştır. Şimdi, 1980’lerden beri giderek yakınlaşan ve yankıları içimizde de hızla büyüyen uğultulu döngüsüyle uluslararası kapitalist sistem dolar desteleriyle sarılı çark ve silindirleri, borsa endeksleri, kur cetvelleri ve daha bir dizi iktisadî göstergenin yanıp sönen ışıkları ile ve tüm bunlarla birlikte, adeta ilahi emirler ve kelimelermişçesine havada uçuşan ekonomi ve para jargonunun beyinleri uyuşturan gürültüsü ile bizi hiçbir aracı ve dolayım seddi olmaksızın kendi kolları arasına almaya hazırlanıyor. Mülk ve paralarını koruma telaşından başka bir şeyi düşünemez haldeki orta sınıflarımız o çark ve silindirler üzerindeki “taze” dolarların dertlerine deva olacağı coşkusuyla zaten yabancısı olmadıkları bu “mekanizma”ya bekledikleri kurtuluş olarak bakmaya teşnedirler. Ama Türkiye’nin geniş yığınları için Marx’ın yüz elli yıl önce Manifesto’da kapitalizm ve burjuvazi için söylediği şu sözler, asıl şimdi tam bir gerçeklik olarak önlerinde belirecek:

“... üstünlüğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendileri’ne bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında çıplak öz çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahî vecde gelmelerini bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri değişim değerine indirgedi ve sayısız yok edilmez ayrıcalıklı özgürlüğün yerine o tek ve insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü getirdi.”

Galiba, bu sözlerin kitabını yanlış okuduğumuzu, yanlış anladığımızı bilerek yeni baştan okumanın vakti, tam da vakti geliyor.