Entellektüel Kıstırılmışlık ve Sözün Sınırları

Entellektüel faaliyetin, üretimin, çabanın etkinlik imkânları nedir? Söz ve “anlam” dolaşımının, üretim ve yeniden-üretiminin egemen mecrası durumundaki medya, sıfat haliyle entellektüelliğe ya da aklın/fikrin özgürleşimci potansiyeline ne kadar imkân bırakır? Başka etkinlik imkânları için nasıl mecralar veya yordamlar düşünülebilir?

Bu minvalde düşünmeye çalışalım.[1]

ENTELLEKTÜELLİĞİN İSİM VE SIFAT HALLERİ

Entellektüelliğin isim haliyle sıfat halini, yani bir olarak entellektüel faaliyetle, bir tavır, bir duruş, bir bakış açısı olarak entellektüelliği ayırdetmeye çalışmakta herhalde hâlâ yarar var. Profesyonel akıl üretme, yazma-söyleme etkinliği, medyanın ve halkla ilişkiler “branşının” yayılımına bağlı olarak, yaygınlaşıyor; entellektüel emek gücü istihdamı artıyor. Araçsal bir akla dayanan teknisyen niteliklerinin baskın olduğunu, hattâ (en azından “işlerini yaparken”) özerk bir kendi akılları ile düşünmediklerini söyleyebileceğimiz “entellektüel işçi”lerin yanısıra, entellektüellik mesleğini zenaat ölçüleri içinde icra eden geleneksel zümrelerin de (başta akademisyenler) şeyleştirici, yabancılaştırıcı bir profesyonel basınca gittikçe daha fazla tâbi oldukları ortada.2 Entellektüel emek böyle bir belirlenim altındayken, entellektüel/aydın adını tırnak içinde kullanma eğiliminin kuvvetlenmesi, doğaldır. Almanca sol literatürde “entellektüeller/aydınlar” yerine ironik bir ifadeyle “okuyan-yazan zümre” terimini kullananlar var örneğin; bu terim, entellektüel/aydın kimliği taşıyanların, kendilerini herkeslerden farklı görme eğilimine karşılık, eninde sonunda başkaları gibi bir iş yaparak (okuyan-yazan) maişet yürüten bir grup olduğunu imliyor. Entellektüel faaliyetin içinde bulunduğu bu toplumsal koşulu hatırlatmak elbette yanlış değil; fakat aklı, muhakemeyi, istişareyi, doğal ve çözümsüz görünene seçenek düşünmeyi alaya alan, baskılayan anti-entellektüalizmi daha da fazla şımartmamaya dikkat etmek kaydıyla.

Bu durumda, entellektüelliğin sıfat halini ayırdetmek önem kazanıyor. “Aydın”ı veya “entellektüel”i nesnel bir konumdan öte öznel-ahlâkî seçişiyle, toplumsal-politik vukuat ve tabiî iktidar karşısında eleştirel duruşuyla tanımlamak...[3] Kaşarlanmaya, hamlanmaya, rutine gömülmeye yatkın profesyonalizme karşı amatörizmin taze merakını gözetmek...[4] Gramscici organik aydının, teşkilat dergisi polemikçisi veya konuşma metni yazarı olarak portresini değil de dünyaya bir dertle, bir davanın itkisiyle bakan ve gördükleriyle derdini, davasını hep yeniden düşünen çehresini aramak...

Kabul etmek lâzım, entellektüel emek gücünü soğuran, entellektüel donanımı bir emek piyasası unsuruna indirgeyen aynı sosyo-ekonomik zemin, entellektüelliği sıfat haliyle de tehdit eder. Şükrü Argın’ın (bkz. 1. dipnot) peşinden gittiği soru, “söz bitti mi?”, tam da bu tehdide dair bir soru. Onun da dediği gibi, (post-)modern zamanların “konuşma ifradı” (agm., s.28), ki “konuşma fesadı” da diyebiliriz, entellektüel bakışın, duruşun paylaşım, erişim, yeniden-üretim imkânlarını daraltıyor, onu uzlete (yalnızlığa) mahkûm ediyor. Bunları söylüyorsak, medyayı tartışmaya başlıyoruz demektir.

MEDYA

Medyanın siyasal ve toplumsal düşüncenin vaaz edilmesi üzerinde, “kanaat önderliği” icrası üzerinde büyük bir hâkimiyet kurduğu ortada. Gerçi medya henüz “sadece basın” iken de, gazetecilik, bir kanaat önderliği gücüne malikti. Ancak, o evrede gazeteciliğin özerk (görece özerk) bir düşünce üretim faaliyetiyle/düzlemiyle temasını hem daha ciddiyle alıyor, hem de asıl önemlisi, düşünsel faaliyetin/düzlemin gazete düzeyinde tüketilemeyecek özerkliğini tanıyordu. Türkiye örneğinde, eski “muharrir” profilinin, şüphesiz çoğu “jurnalistik” sayılacak bir yüzeysellikte olmakla beraber, daha fazla “okur-yazar” ve özgül bilgi alanlarına, düşünsel faaliyete/düzleme daha hürmetkâr olduğunu söyleyebiliriz. (Edebiyatçı ya da bilim insanı kimliği olanlar da nadirattan değildi.) Bugünün köşe yazarı ise, çoğunlukla, entellektüel derinleşmeye –iyi ihtimalle- sinik bir tavırla bakan, otodidaktizmden (akademik/disipliner eğitim dışında kendi kendini yetiştirmekten) dahi üşenen bir profil sunmakta. İdeolojik, politik bir bağlanmadan da arınarak nâmütenâhî (uçsuz bucaksız) hale gelen manipalüsyon esnekliğinin, eski tabirle “fikir haysiyeti” denen şeyi, aslında çok daha basit bir düzeyde “gerçekten söylenenin kastediliyor/kastedilenin söyleniyor olması” ihtimalini alabildiğine düşürmesi de cabası.

Fakat kanaat önderleri veya taşıyıcıları olarak muharrirlerin, köşe yazarlarının profili, medyanın yapısal etkileri bakımından bir bağımlı değişkendir. Medyanın düşünce üretimi ve yeniden-üretimindeki asıl hegemonyası, basının medyaya dönüşmesinin de âmili olan televizyona bağlı olarak ortaya çıkar. Televizyonun, görselleştirmeye, hızlı ve çarpıcı sunuma dönük basıncı, düşüncenin, sözün dolaşımını terörize eder. Televizyonun ağzına lâyık olmak için, bir söz, bir fikir, kısa, kolay anlaşılır, “şık” hale getirilmelidir. Çok defa TV editörlerinin jest ve mimiklerine de yansıyan bu taciz altında, bütünlüğü/tutarlılığı olan fikir yürütme edimi, reklam diline benzeyen slogansı ifadelere, klişelere zorlanarak lime lime edilir. Belirli bir uzmanlık bilgisinin, özgül söz bağlamının, TV programı filtresinden sağ salim geçmesi zordur. TV’nin kendine özgü etkinlik/verimlilik hesaplarına dayalı söz ekonomisi, entellektüel üretim alanlarında “işbirlikçilerini” de bulur. Medya gündemine her daim amâde bekleyerek her konuya çarpıcı/fiyakalı yorum yetiştiren, Pierre Bourdieu’nün fast-food’a atıfla fast-thinker (hızlı, abur-cubur düşünür) dediği tipoloji doğar.[5] Entellektüeli, bir yorum öznesi olarak özerkliğini tanımaksızın, bir mevki-mertebe olarak meşrûlaştırmaya, ona şöhret pastasından pay vermeye yarayan, onun sözlerinin içeriğinden çok “resmine” veya imzasına bakan bir istihdamdır bu: Anlık yorum siparişlerini karşılayan bir görüşveren olarak entellektüel. “Gündem”in peşinde konudan konuya, hattâ çoğunlukla kanaatten kanaate atlayan köşe yazarının konumu da buna yakındır. Düşünsel/entellektüel emeğin bu fragmanter, perakende kullanımıyla ilgili olarak, malûmatın/enformasyonun magazin/eğlence (entertainment) programlarının formatına uyarlanmasını anlatan infotainment kavramına nazireyle, enteltainment kavramını öneriyorum.[6]

NASIL SÖYLEMEK? - STRATEJİ

Evet, medyayı “işitmek”, konuşma ifradının/fesadının sözün gücüne ket vurduğunu görmeye yetiyor olmalı. Bilge-Filozoflar geleneği geride kaldı; Sartre gibi, okuma yazma bilen herkesi provoke etmeyi başarabilecek kudrette düşünürler, söz sahipleri, artık olamaz gibi görünüyor. Şükrü Argın, söz karşısında kibirli bir özgüvene ve umursamazlığa sahip olan liberal-demokratik rejimlere kıyasla, nüfuz gücü düşük olan totaliter/baskıcı rejimlerin sözden hâlâ tedirgin olduğunu söylüyor gerçi (agm., s. 18). Fakat buradan bir iyimserlik çıkartmak zor. İktidarlar, liyakatsizlikleri gereği, tedirgin olabilirler, fakat toplumsal denetimin başka, “sivil” güçleri -tabiî öncelikle yine medya-, zaten bizzat ilerlettikleri söz felcinin pekâlâ farkındalar.

Bir parantez açalım: Son on-onbeş yılda “söylem” kavramının serencâmı, sözün hükümsüzleşmesinin bir karikatürü olarak görülebilir. “Söz bağlamı” diye de özetleyebileceğimiz, kullanılan kavramları/kelimeleri anlamlandıran, onların somut/maddî göndermelerini belirleyen bir kuramsal bütünlüğü ifade eden söylem kavramı, sol-ve-akademik muhitten taşarak “meşhur” oldukça, basbayağı “lâf” anlamında kullanılmaya başladı (“bu söylemleri bırakın artık...”). (“Söylemlerde bulunmak” gibi türetmeler de eksik değil.) Giderek, teori-pratik, söz-eylem arasındaki uyuşmazlığı belirten bir işlev kazandı: “Söylemleri güzel ama eylemleri öyle değil...” Tam da bağlamı, bütünlüğü, tutarlılığı anlatan bir kavramın bağlamsızlaştırılması, eklemsizleştirilmesi, tam da söz-eylem bütünlüğünü, sözün/dilin eylemle/maddiyatla birliğini ifade eden bir kavramın sözü/dili ehemmiyetsizleştirir, anti-entellektüalist bir ‘saf eylem’ inancını teşvik eder doğrultuda kullanımının yerleşmesi, sarkastik değil mi? Söylem lâfına böyle davranılan bir ortamda, söz bağlamına güç kazandırmanın yollarını aramak, gerçekten müşkül bir iş.

Bu şartlarda söze nasıl güç ve etkinlik (ve “haysiyet”) kazandırılabilir? Pozitivist-Aydınlatmacı bakış açısından, bu sorun, erişim niceliğine indirgenebilir bir sorundur. “Hak söz”ün ifşası için aracı kaynaklarını çoğaltmakla, gazete/TV veya gazete/TV’lerde yer edinmekle aşılabilecek bir sorun... Medyum’u (aracıyı) da alımlayanın ve sözün dolaşım koşullarını da sorgulamayan, onları aracılık ve alımlama işlevlerinden ibaret yansız/yüksüz (nötr) araçlar sayan bu yaklaşımla, söz ifradına/fesadına katkıda bulunmaktan başka yapacak bir şey yoktur.

“Yapacak bir şey yok” deyince, entellektüel konformizm “seçeneği” de geliyor akla. Entellektüel emekle ilgili profesyonalizmin gelişmesi, rekabette ayakta kalabilenler için mikro-iktidar sahalarının genişlemesi, söz ve fikir için (muhalif, ucu açık) bir güç ve etkinlik perspektifi sunar mı? Buna olumlu cevap veremeyiz. Entellektüel konformizmin mikro-iktidar mevkileri, esas itibariyle akademik işletme, büyük ölçüde makro-iktidarla eklemlenme içinde biçimlendirilmiştir. Kaba bir baskıyı, hattâ denetimi bile gerektirmeyen bu yapılanmada söz, fikir, bilgi üretimi tecrit edilmiştir; bir özgül etkinlik olarak başka toplumsal etkinliklerle, bir söylem olarak başka söylemlerle alışverişinin (veya bu alışverişle ilgili müdahaleciliğinin, müdahale kapasitesinin) azalması oranında, kendi üstüne kapanmaya yatkındır. Anlamın dilde, metinde olup bitmesiyle ilgili bir bilinçlilikten bağımsız olarak süregiden, gayrıihtiyarî diyebileceğimiz bir durumdan söz ediyoruz: Metin fetişizminden, anlama çabasından çok otorite tesisine hizmet eden jargon üretiminden, vs... Bu şartlarda, bir “fildişi kule” sâfiyetinden söz etmek de zordur.

Seçenekleri tüketirken, devrimci entelijensiya aranışının eski gözdelerine de uğrayalım. “Organik aydın”ı, egemen-burjuva kamusal alanının dışında bir karşı-kamu inşâ etme stratejisini yeniden düşünmek, anlamlı olabilir mi? “Organik aydın”, bir yanıyla politik bağlanmışlığı, partizanlığı, diğer yanıyla fikir üretme/yorumlama/yazma işinin apayrı bir toplumsal etkinlik olarak ayrışmamışlığını belirtir. Sol tarihe bakıldığında açıkça anti-entellektüalist talepler de içerdiğini görmezden gelemeyeceğimiz bu ideal-tipte, özellikle entellektüel konformizm ve profesyonalizmin aldığı boyutlar karşısında, ihyâ edilmeye değer bir yan görülebilir. “Organik aydın” arayışının anti-entellektüalist romantizminde ve güç mücadelesine (asker kazanmaya) indirgenmiş stratejik mantığında değil, esas itibarıyla Said’in amatörizmine benzeyen veçhesinde bulunabilecek bir yandır bu. Ahlâkçı bir tutumla, okur-yazarları “safını seçmeye” çağırarak “organik aydın”a varılamaz; bitimsiz ve organikleştirilmiş (yani örgütlenmiş, mecraları va vasatı oluşturulmuş) bir eleştiri sürecinden bahsetmek daha doğrudur.[7] Karşı-kamu, bugün ne anlama gelir? Bir karşı-kültür, paralel-toplum, paralel-iktidar tasarımına dayanan strateji, sosyalizmin 2. Dünya Savaşı öncesi dönemine aitti. 20./21. yüzyıl dönümünün medya ve söz ifradı koşullarında, birbiriyle yüzleşmeyen söz bağlamları, bağlamsız söz akışları, geçişken kamusallık momentleri arasında yitip gitmeyecek, etkili, güçlü bir karşı-kamu kurgulamanın zorluğu ortada. Bu strateji yeniden düşünülecekse, topyekûn ayrışmış bir kamusal alan olarak değil, akışkan, geçişken, değişken bir müdahale gücü olarak düşünülmeli. Öte yandan politik-kamusal-özel düzlemlerini araçsal ve uzamsal olarak yalıtmaksızın özgül ilişki ve düşünüm süreçleri olarak ayırt eden, dillerin/düzlemlerin akışkanlığı/geçişkenliği içinde bu ayrıma dair tetikliğini yitirmeyen bir strateji olmalıdır bu; dolayısıyla, politik-kamusal-özel ayrımını sürekli yeniden-kuran bir strateji... vurgu, post-‘lu kuramsal yönelimlerin leitmotiv’i olan re-/yeniden-‘li fiilin yeniden’inde değil de kuran’ında olmak üzere!

NASIL SÖYLEMEK? - TAKTİK

Bu strateji tartışması içinde taktik alâkalara girelim.

Yapısalcılık-ve-sonrası eleştiriye muhtaç olmaksızın, ayık ve tetik olmaya çalışan bir medya izleyiciliğinin yeterince gösterebileceği üzere (“araç, mesajın ta kendisidir”) anlatılanla anlatım arasında çizgisel bir özne-nesne ilişkisi bulunmuyorsa, verili/egemen anlatıya karşı bir şey anlatabilmenin, verili/egemen anlatım biçimlerine müdahaleyi gerektirdiği açık. Bu aynı zamanda, öznel-nesnel durumu yansıtan ve kuran, kimsenin azâde olmadığı o anlatım biçimlerinin içinde eyleyebilmeyi de gerektirecektir. “Doğru” fikri savunmak, hız ve çarpıcılığın egemenliğine karşı ‘klasik’ Aydınlanmacı-Akılcılığın “uzun lâf”a dayalı sâlim kafalı muhakemesini savunmakla özdeş olmayabilir, örneğin. Sol muhitlerimizde epeydir klişeleşen ifadeyle ezber bozan, klişe yıkan çarpıcı sözlerle, söyleyişlerle, medya/reklam formatının dili iğdiş ediş usûllerini kullanarak ‘devrimci’ -hiç yoksa ‘yıkıcı’- bir imkân kovalanabilir. Bir direniş -hiç yoksa ayak direme!- sanatı olan halk mizahı ve argo geleneklerinin izi sürülebilir. Entellektüellik karakteri olarak kurumlaşan sinisizm, kinizme çevrilebilir.[8] Ayrıca, söz-merkezliliğe mecbur olmadan, sanatla, imgesel enstalasyonla, “performansla” , daha ‘ciddi’ ilişkiler kurulabilir.

Şükrü Argın da yazısını oraya vardırıyordu, aklı/dili oyuna getirmeye dönük yapıbozumcu “hile”lerden umulacak faydalar vardır. Fakat bunların kamunun deformasyonu şartlarında[9] konuşulduğu unutulmamalı. Söz konusu “söz oyunları” ya da yapıbozucu sözel-imgesel icraat, “taktik” olarak seferber edilecek propaganda avadanlığı gibi düşünülemez; sentetik olarak uygulanmakla “neticeye tesir edecek” formüller değildir. (İdeolojik olarak fevkalâde eleştirel olduğu harika bir makaleyle tanıtlanan bir yapıbozucu “söylemsel gerilla hareketi” veya imgesel stratejiden bu yıkıcı sonucun ancak işte o makale aracılığıyla çıkartılabiliyor olduğu örneklerin bolluğunu düşünün.) Ayrıca unutmamalı ki, bu sözel-imgesel üretim ve ona ilişkin düşünüm de belirli bir toplumsal bağlam içinde cereyan ediyordur, bu bağlam da esas itibarıyla entellektüel muhitidir. Dili ve etkileşim evreniyle, tıpkı başka yaşam-dünyaları gibi ayrışmış bir muhittir bu. Tamam, “gündelik hayat” ve “gündelik dil” denen şeyden daha fazla kurgusal, daha az gerçek, dolayısıyla gayrımeşrû değildir;[10] fakat önemli olan, en az onun kadar bunun da ayrışmış, başka yaşam dünyaları ve söz bağlamlarıyla alış-veriş yeteneği azalmış olmasıdır. Bugünkü dünyada “anlaşmanın zor olması”, empatinin müşkülleşmesi, sınıfsal ve sosyal olarak ayrışan yaşam dünyalarıyla birlikte dillerin ayrışmasının ürünü değil mi? Şükrü Argın’ın söylediğini çoğullaştırarak yinelersek, sözleri, akılları tecrit eden, hücresine kapatan bir süreç, bu. Söz bağlamlarının/dillerin birbirleriyle sınanma/sağlanma zemini aşınmış... Kamusal dille,[11] sentetik bir dil kurgusundan öte, bu zemini, bu ihtiyacı kastediyoruz. Bu kaygı ortadan kalktığında, ‘performatif’ dil ve yapıbozum oyunlarının ürünleri, ne denli popülerlik kuşanırlarsa kuşansınlar, tıpkı devrimci propaganda jargonu gibi, tıpkı bilimsel-“akademik” lisan gibi, kendi üstüne kapanır, tecritten çıkamaz. ÖDP’nin kimisi iyi de akıl edilmiş olan sloganlarının, politik pazarlama düzlemi dışında “organik” temas noktalarının sınırlılığında, reklam olarak kalması gibi...

Organik temas noktaları derken, entellektüel düzlemle “gerçek hayat” arası bir ayrımdan ya da bir aydın-halk ikiliğinden bahsetmediğimiz tekrar vurgulanmalı. Doğru, bu beylik popülist göndermeler, entellektüel uğraşın ve lisanın kendi üstüne kapanmaması anlamında her zamankinden de meşrudur. Ancak sorunun, entellektüellerin halka gitmeye gönül indirmesi olmadığını... “gerçek hayat” diye ayrıcalıklı bir ‘alan’ bulunmadığını... söylüyoruz. Entellektüel uğraş da dahil bütün toplumsal uğraşlar arasındaki ilişki sorunludur. Entellektüel uğraşın ‘ayrıcalığı’, politik bir kaygıyla, bu ilişkiyi anlamlandırmayla, yeniden-kurmayla ilgili olabilir.

Ki bu da, farklı yaşam dünyalarına, ve ‘özel’lere, kamusallık partiküllerine, politik jargonlara ait “yabancı dilleri” öğrenmeyi, bu lisanlar arasında geri-dönüşlü bir alışverişe açık olmayı gerektiriyor. (Politik kaygı dedik; dolayısıyla bunu sentetik bir dil işlemi olarak görmediğimizi, dille yapışık eylemden/ilişkilerden bahsettiğimizi yinelemeye gerek olmamalı.)

Akademik-bilimsel lisan... nicedir pek o kadar otantik ve özerk olduğu söylenemeyecek halk dili ve argo... edebî lehçeler... arasında anlam taşıyarak, anlam yükleyerek gidip-gelmek kolay bir iş değil. Üstelik, kamusallık etmeni taşıyan dillerin öteden beri resmiyetçi dilin baskısı altında daraldığı; eski, yeni ve çeviri “sivil” dillerin renkli bir “melezlik” potansiyeli sunmakla beraber halihazırda daha çok anlaşma imkânlarını azaltmaya yaradığı bir zeminde... Bu zemin, bir söz magazini (mağazacılık, süpermarketçilik anlamıyla) işleten medyanın “gündem” diliyle, iyice üzerinde durulmaz olmuştur. Medya dilini, bütün klişeleri ve TV koreografisiyle beraber devamlı sorgulamak ve geçersizleştirmek, entellektüel, politik, kamusal kaygılar bir yana, özel sohbetler için bile farz haline geliyor!

Burada bir tür “Tûba ağacı nazariyesi” mi kuruyor, her şeye mukayyet olacak, birkaç dünya dili bilen eski bilge-aydınlar misali bu karmaşık dünyanın bütün söz bağlamlarına, bütün yaşam dünyalarına nüfuz edebilen süper-empatik “yüksek aydınların” yetişmesini mi tasarlıyoruz? Elbette hayır. Bir eksikliğe dikkat çekiyor, bir zihniyet değişimini, sözünü ettiğimiz alış-verişin gerçekleştirebileceği bir ilişki ağını, bir uzuv, bir “organ” gibi hazır beklemeyen türden (“yapay organ” eğretilemesine mi başvurmalı?) organik bağıntıları arıyoruz.

Yoksa bu taktik ve stratejik aranışı abartmamalı mı? Tabiî ki, güç, etkinlik, erişim mülahazalarından bağımsız olarak, “söyledim ve ruhumu kurtardım” sözünün özetlediği mütevekkil radikalizm de her zaman meşrûdur. Bildiği gibi söylemek... uzun uzun, herkesin vakti müsaitmiş, herkesin gönül gözü açıkmış varsayarak söylemek. Eninde sonunda aradığımız bu değil mi? Ama işte bu da artık öğrenilecek ve kollektif olarak öğrenilecek bir şey...

[1] Şükrü Argın’ın güzel makalesi, “Modern zamanlarda sözün anlamı” (Birikim 124, Ağustos 1999, s. 16-38), bu düşünme çabasında güç kaynağı ve “partner” olmuştur.

[2] Ahmet Alpay Dikmen, Birikim’in geçen sayısında (“Fildişi kulede para basmak”, 142/143, Şubat/Mart 2001, s. 102-6), akademik hiyerarşiyi piyasa formatına uyarlamaya da yarayan (ayrıca, o değinmiyordu ama klientalist dinamiğe de yeni bir işletim getiren) bu basıncın asrî bir cephesine değiniyordu: “Projecilik”. Burak Onaran’ın “Bir akademisyen niçin yazar?” başlıklı yazısı da (agk., s. 89-93) “yazı yazma işi”ndeki yabancılaşmanın kinik bir eleştirisini sunuyor. Söz konusu dosya, bütünüyle, bu bağlamda göz atılmaya değer. Türkiye’de akademik “üretim”in “şeyleşme” ve “yabancılaşma” sorunlarıyla ilgili ayrıca bkz.: Tanıl Bora, “Dergicilik deneyimi: Sosyal bilimler pratiğinde bir anlam arayışı”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek/Sempozyum Bildirileri, Metis, İstanbul 1998, s. 247-254.

[3] Trajik yükü her zaman ağır olan, entellektüeller-iktidar ilişkisi izleği için, muhtelif seçenekler arasından, Zygmunt Bauman’a gönderme yapalım: Yasakoyucular ile Yorumcular (çev. Kemal Atakay), Metis, İstanbul 1996.

[4] Edward Said, Entellektüel (çev. Tuncay Birkan), Ayrıntı, İstanbul 1995, s. 67-81. Said’in bu küçük kitabı, entellektüeller “meselesinde” kuşkusuz temel eserlerden biri.

[5] Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine (çev. Turhan Ilgaz), Yapı Kredi, İstanbul 1997, s. 32 vd.. Regis Debray da birtakım tarih ve tarihsel yer adı şifrelerini ve “dan-dun-kavramları” birbirlerine fırlatarak “tartışan” medya entellektüellerine kahreden bir kitap yayımladı (akt. Rudolf Walther, “Illusionen und Realitäten”, Freitag, 16.2.2001). Bu tartışmanın Fransa’da bilhassa hararetli oluşu, les philosophes geleneğinin şanındandır!

[6]Enteltainment” kavramını ‘önerdiğim’ ve Türkiye medyasına bu kavram ışığında baktığım üç yazı www.medyokronik.com’da bulunabilir.

[7] Bauman, Siyaset Arayışı’nda (çev. Tuncay Birkan, Metis, İstanbul 2000, s. 137), entellektüelin zaten -sıfat halini kastederek- tanım gereği organik olmak gerektiğini söylüyor.

[8] Peter Sloterdijk, -olumlu anlamda- provokatif eseri “Sinik Aklın Eleştirisi”nde (Kritik der zynischen Vernunft, 2 cilt, Suhrkamp, Frankfurt 1983), modern akla, eninde sonunda iktidarın hizmetinde, özgürlük potansiyellerini baskılayan sinik bir tavrın (“aydınlanmış yanlış bilincin”, age., 1. cilt, s. 37) egemen olduğunu ‘teşhir’ ederken, Eleştirel Teoriyi, bu sinizm karşısında ‘naif’ olmakla, hattâ aynı sinizmi yeniden üretmekle itham eder. Buna karşı, satirik/kinik geleneği canlandıracak deklase/proleter entellektüelliğin imkânlarını arar – bunun için ‘sanatlar’dan umutludur.

[9] Argın, agm., 33. Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı’nda, kamunun deformasyonunu, politik-kamu-özel ilişkisinin/dengesinin kaymasıyla kamunun bir arayüzey olarak işlevini yitirişini ‘gerekli hassasiyetle’ tartışıyor (agk., özell. 73-118).

[10] Bütün diller gibi gündelik dilin de kendine ait fiktif bir uzamda devindiğini söyleyen tabiî ki Derrida olacaktır – akt. Heinz Kimmerle, Derrida zur Einführung, Junius, Hamburg 1992, s. 100.

[11] Bu konuda daha evvel yazdıklarımı hatırlatayım: “Sol politika dili üzerine düşünceler”, Yeni Bir Sol Tahayyül İçin (Birikim Yayınları, İstanbul 2000) içinde, s. 135-146 (Birikim 44, Aralık 1992, s. 22-6); “Sol politikanın dili – yeni bir kamusal dil”, Birikim 110, Haziran 1998, s. 16-20.