IMF'in Fikri, Derviş'in Zikri

Kemal Derviş Şubat krizinden beri merakla beklenen, tüm kesimlerde heyecan ve “umut” yaratması adeta zorunlu tutulan programını 14 Nisan günü, “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” başlığıyla kamuoyuna sundu. Metni dikkatle okuyanlar, muhtemelen kendini programın halkla ilişkiler ve medya promosyonu sorumlusu addeden ekonomik guruları da dahil olmak üzere, özensiz bir dille kaleme alınmış, aslında pek yeni bir şey içermeyen, yer yer ciddi yanlışlar hattâ aritmetik hatalara rastlanan satırlarla karşılaştılar.[1] Ama programı eleştirmeye yeltenecekler peşinen “Ankara statükocusu”, “kredibilitesi” dibe vurmuş siyaset sınıfının yandaşı ilân edileceklerini bildikleri için çatlak seslere fazlaca rastlanmadı. Bu riskleri göze alanlar da görüşlerini geniş kitlelere aktaracak kulvarlara pek sokulmadılar. Tüm beklentiler yurtdışından gelecek dolarlara bağlandığı için belki bazıları da ülkeyi yurtdışına jurnalliyor psikozunu yaşamamak için sustular.

Ekonomi, teknik, alternatifsiz, sokaktaki insanların üzerine çok konuşması, ama sınırları pek zorlamaması, işsizlik, yoksulluk, sosyal hizmetlerden yararlanamama gibi dünyevi dertlerle kirletilmemesi gereken bir “üst bilim” olarak tanımlandığı için, sıradan insanlara düşen programı desteklemekti. Hattâ zaman zaman; “bu Ankara bizi yedi bitirdi” yakarışlarıyla TV ekranlarına taşınmaktı. Nitekim neo-liberalizmin itibar hiyerarşisinde sıradan güruh saflarını aşamayan koalisyon ortakları bile bir basın toplantısıyla bağlılıklarını teyit gereğini duydular. Böylece onlara hem programın arkasındayız, hem de çapımız ancak geriden desteğe yetiyor, bu işler artık bizi aşıyor mesajı verdirilmiş oldu.

Aslında Aralık 1999’da birinci niyet mektubunun açıklanışıyla birlikte “3 yıllık istikrar” programının tanıtım sorumluluğunu başta Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel olmak üzere ekonomi bürokrasisi üstlenmişti. Bu kurguda yukarıda değindiğimiz gibi neo-liberal tasarımın iktisadî, teknik, siyasetten, popülist kaygılardan uzak bir alan olarak tanımlamasının payı büyük. Ayrıca hükümetin istikrar programını partilerüstü bir görüntüyle sunarak muhalefetin tepkisini fazla çekmemek, böylelikle “gerekli” yasaları kolaylıkla geçirmeyi planlama kurnazlığının da etkisi olsa gerek. Nitekim uluslararası tahkim, özelleştirme, sosyal güvenlik, bankacılık ile ilgili düzenlemeler fazla bir sorun yaratmadan Meclis’ten geçirilebildi. Hattâ sonbaharda yaşanan KHK krizi sırasında Fazilet Partisi sözcülerinin bu düzenlemeye demokratik hassasiyetleri nedeniyle karşı çıktıklarını, yoksa yapısal reformların gerçekleştirilmesi konusunda hükümete destek olduklarını beyan etmeleri düzen politikasının sınırlarını göstermek açısından iyi bir örnek kabul edilebilir. Küreselleşme basıncı altında önce Refahyol koalisyonu sırasında Refah Partisi’nin, üçlü koalisyon döneminde ise MHP’nin düştüğü hazin durum kapitalist küreselleşmenin yeterince güçlü ve kararlı olmayanı tâbi kılan, diz çöktüren bir süreç olduğunun açık kanıtı.

Kasım ve Şubat krizlerinden sonra artık bu sürecin sorumluluğunu bürokratların taşıması imkânsız hale gelmişti. Siyaset sınıfı da kamuoyu nezdinde iyice güven yitirmiş, inandırıcılığını kaybetmiş olduğu için ikinci planda kalmak zorundaydı. Ayrıca yeni tasarım uluslararası sermaye karşısında Ankara’ya özgü son ayrıcalıkların da tasfiyesini; ekonomik koruma, kollama, pazarlık imkânlarının tamamen ortadan kaldırılmasını içerdiği için IMF-DB, ABD Hazinesi ve Wall Street üçlemesinden oluşan “Washington Uzlaşması”nın tam güvenine ve desteğine mazhar bir iradeye gerek vardı. Kemal Derviş zor kararlar gerektiren bir dönemde sıradan bürokratların harcı olmayan bir teknokrat egemenliğinin taşıyıcısı olabilir; hem tükenmiş hükümete bir taze kan olarak hayat verebilir, hem de siyasette herkesin gördüğü boşluğu doldurabilecek potansiyel taşıyan kalıcı bir figür olarak ciddiye alınabilirdi. Ayrıca Derviş’in uluslararası malî kuruluşlar tarafından sicili çok iyi bilinen bir “piyasa dostu” olması da yabana atılamayacak önemdeydi.

Ekonomi bürokrasisinin Kemal Derviş gibi bir “outsider”ı benimsemeyeceği tezi de pek gerçekçi sayılmazdı. Hazine ve Merkez Bankası başta olmak üzere ekonomi bürokrasisinin üst kadroları Özal döneminde zuhur etmiş prenslerin fütursuzluklarını onaylamasa da dönemin ruhundan etkilenmiş, çoğunlukla ABD’de yüksek lisans hattâ doktora yapmaya gönderilmiş, en az bir kere Washington-Londra-Tokyo gibi merkezlerde görev yapmış, sadakati sınanmış, moda tabiri ile “kozmokratlardan” oluşuyordu. Bu yeni bürokrasi kendini daha çok IMF-DB gibi uluslararası malî kuruluşların tezgahından çıkan, kendilerinin pek iyi kavradıklarına inandıkları “realiteleri” hükümete benimsetmekle sorumlu hissediyordu. Kariyer özlemleri ekonomi bürokrasisinde tepeleri yakaladıktan sonra özel sektöre parlak bir transfer yapmaktı. Rol modelleri Eko-diyalog ve Makronomi programlarının özel sektör bankası yönetim kurulu üyesi yorumcularıydı. Kemal Derviş onlar için de, “bizden biri” diyebilecekleri muhtemelen Washington’dan aşina oldukları, belki tecrübesinden yararlandıkları kıdemli bir ağabey, hem de inandıkları bir tasarımla ülkenin küreselleşme sürecinde önünü açacak, kendilerinin de özel sektöre intikal stratejilerini kolaylaştıracak kilit isimdi. Kısaca Özal’ın “Mülkiye en önemli meselenizdir” dediği dönem geride kalmış, “küreselleşmeci elitler”in Türkiye şubesi bir nesil yetişmişti. Zaten geride bırakılan üç ay Derviş’in ekonomi bürokrasisinden pek hoşnut olduğunu, birlikte goller atma planları yaptığını gösteriyor.

Bu konjonktürde ekonomi ve siyaset sahnesinin bir anda baş aktörü haline gelen Kemal Derviş’in, hele Standard and Poors’un son rating indiriminden sonra, hükümetin hem tek umudu, hem de yumuşak karnı, “bundan beteri”ni yaratacak tek faktör haline geldiği görülüyor. Artık “Kemal Derviş riski” gibi bir kavramdan bile rahatlıkla söz edilebilir. “Bizi kırk yıldır aynı liderler yönetiyor” haklı şikâyetine karşı “iki ay önce tanımıyorduk, şimdi onsuz bir hayat düşünemiyoruz” vakıasının Mesih inancı dışında, olağan demokratik süreçlerle ne kadar telif edilebileceği ayrı bir tartışma. Ama Financial Times’ın Derviş’i “güvenilecek son Türk” olarak nitelemesi hükümetin manevra alanının ne denli daraldığının açık kanıtı.

Derviş’in “güçlü ekonomiye geçiş programı”nın ilk versiyonunda, programda yaşanan krizlerin başlıca nedeni, sürdürülemez bir iç borç dinamiği olarak saptanmasına karşın ne faiz oranlarına ne de bütçedeki faiz faturası üzerine bir öngörü bulunuyordu. Aynı şekilde ne ödemeler bilançosu kalemlerine, ne de ortalama döviz kuruna ilişkin bir rakama yer verilmişti; sadece rekabet gücündeki iyileşmeye bağlı olarak ihracat ve turizm gelirlerinin olumlu etkilenmesinin beklendiği gibi temennilere rastlanıyordu. Peki bu bir genel yönelim ve strateji metniyse, TEFE’nin 2001’de % 57.6, 2002’de % 16.6 olacağı nasıl hesaplanmıştı? Örneğin, birinci niyet mektubu ideolojik yönelimleri ve genel tasarımının yanlışlığı bir yana (nitekim bu tespitin doğruluğunu kriz gösterdi) kendi içinde tutarlı, rakamsal detaylar açısından doyurucu bir metindi. Buna rağmen 2000 yılı TEFE ve TÜFE enflasyonları % 25 ve % 20 gibi yuvarlak rakamlarla ifade edilmiş, % 16.6 gibi fantezilere başvurulmamıştı. Bu detay gibi görülebilecek aksaklıklar üzerinde yoğunlaşmak programın önemini yadsımak anlamına gelmiyor. Tam tersine 24 Ocak’tan beri ekonomide en kapsamlı radikal değişimleri içeren, ülkeyi geri döndürülmesi çok zor bir biçimde uluslararası azgın rekabetin kucağına atan bir belge olarak tarih sayfalarında yerini alacak. Modeldeki tutarsızlıklardan söz etmek çok reklamı yapılan Derviş’in teknik kalibresi konusunda ciddi şüpheler doğurması açısından sınırlı bir anlam taşıyabilir. Yoksa, gerek duyulduğunda IMF uzmanlarının Ankara’yı tekrar mesken tutması, bilgisayarlarından kolaylıkla iç tutarlılığı olan bir rakamlar manzumesi döktürüvermeleri pek güç olmaz, nitekim olmadı da.

Kapsamlı bir kurgunun sahne önündeki kahramanı olan Derviş’e gerekirse emprovize inisyatifleri azaltıp, tekste bağlı oynaması da hatırlatılabilir. Bahçeli’nin “siz IMF adına bizimle pazarlık mı ediyorsunuz?” uyarısı benzeri tepkiler yoğunlaştığında Derviş de Radikal’de Murat Yetkin’in; hem Ankara’nın hem de Bizans’ın siyaset tekniklerinden yararlanan, örneğin IMF niyet mektubunu onayladıktan sonra “bu IMF ile bir şey olmaz, başımıza gelenler IMF reçeteleri yüzünden...” yollu konuşmalar yap önerisine kulak verebilir.

Programın tüm yetersizliklerine karşın, gerek uluslararası piyasalarda bulduğu destek, gerekse ülke içinde estirilen rüzgar Derviş’in dümenciliğinde tüm parametrelerini uluslararası sermayenin önceliklerine göre düzenlemiş, katıksız, gıcırtısız, tortusuz bir kapitalizme yönelineceği inancından kaynaklanıyor. Tüm kerametinin 14. sayfasındaki “Yasal düzenlemeler” başlıklı bir tabloda yatıyor ki, burada şu meşhur 15 yasa bir bir yer alıyor. Ecevit’e 23 Nisan’a “Ulusal Güvenlik ve Çocuk Bayramı” dedirten sadece ilerleyen yaşı olmasa gerek. Bırakın toplumu, hükümetin ve Meclis’in by-pass edildiği bu yasama sürecinde Ecevit’in dilinin sürçmesinde ulusal egemenlikten söz etmenin iyice anlamsızlaşması herhalde pay sahibidir. Devletin yeni rolü askerî anlamda ulusal güvenliği, iktisadî anlamda ise uluslararası sermayenin güvenliğini sağlamak olmalı. Bu yasalar birer birer Meclis’ten geçip de seri tamamlandıktan sonra ekonomiyle siyaset ilişkisi yeniden düzenlenmiş olacak, ekonominin toplumdaki yeri radikal bir dönüşüm geçirecek, hükümetlerin oy kaygısıyla da olsa toplumun bazı kesimlerinin veya sınıflarının taleplerine kulak vermesi iyice güçleşecek. Bir yandan eş-dost kayırmalar yoluyla büyük sermaye içinde ayrımcılık yapmak, sanki Cavit Çağlar esnaf, Murat Demirel köylü, Hayyam Gariboğlu konutsuz yurttaşmış gibi usûlsüz kredi vermek zorlaşacak, öte yandan gerçek köylü, esnaf ve konutsuz yurttaşa bir parça nefes aldırmak, toplumsal dışlanmaya uğramalarını ertelemek azgın bir rekabet ortamında imkânsız hale gelecek. Toplumun tüm güç ve para ilişkileri, ekonominin güç mücadelelerindeki yeri yeniden belirlenecek. Bu süreçlere hükümetin müdahale yeteneğinin de niyet mektubunun altına üç koalisyon liderinin imza atmasıyla iyice sınırlandığı tescil edildi. Endonezya’da Suharto’nun IMF genel direktörü Camdessus gözetiminde IMF antlaşmasını imzaladığı onur törpüsü resim Hürriyet’in birinci sayfasından hükümetin gözüne sokuldu. Kore’de ise üç başkan adayına da IMF anlaşmasına uyacağım sözünü vermesi şart koşulmuştu. Şimdiki başkan Kim Dae Jung kerhen de olsa bu “emrin” gereğini yaparak seçimi kazanabilmişti.

Küreselleşmenin yarattığı yoksulluk ve yoksunluğa artık “iyi polis”i oynayan Dünya Bankası bile eğilmek gereğini duyarken, üstelik Kemal Derviş bu konudan sorumlu başkan yardımcılığı görevinden Türkiye’ye intikal etmişken hiçbir ön hazırlık yapılmadan, olası tahribata karşı hiçbir önlem alınmadan, “15 Yasa hemen şimdi” sloganları altında sürecin hızlandırılması sosyal sorunları da beraberinde getirecektir. Nitekim daha işin başında önce sokaklara dökülen esnaflar, daha sonra Şeker ve Tütün Yasasından mutazarrır olacağı anlaşılan tarım kesimi için prensipler delindi. Aslında yapılan, kredi borçlarını % 55-60 faizle yeniden yapılandırmak. Bir yandan faizlerin % 100’leri aştığı bir ortamda bu ciddi bir görev zararı kaynağı. Halbuki diğer yandan enflasyon öngörüsünün TÜFE’de % 52.5 olduğu hatırlanırsa krediyi kullanan esnaf ve köylü açısından dünyanın her yerinde rastlanan, reel faiz yükü % 5’i aşan hiç de kıyak sayılamayacak bir uygulama. Zaten meşhur görev zararlarının ardında buna benzer bir gariplikler silsilesi yatıyor.

UNCTAD’ın ağır topu, uluslararası Keynesçiliğin Kemal Derviş’i Yılmaz Akyüz, gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) ekonomi politikaları özerkliklerini yitirmeleri sürecini üç etkene bağlıyor. Birincisi, uluslararası piyasaların liberalleştirilmesi ve entegrasyonu sonucu hükümetler üzerinde sistemik baskıların artışı. Sermayenin ülkeyi terk etme hakkını kullanması halinde hükümet politikalarının finansal piyasalara rehin düşüşü, üstelik bu piyasa disiplininin illâ hızlı büyüme ve kalkınma anlamına gelmemesi. İkincisi, GOÜ’lerin büyük sanayileşmiş güçler ve çok taraflı kurumların baskısı altında bulunması. Son olarak da, OECD ve NAFTA (Türkiye için Gümrük Birliği diye okuyun) gibi bloklara üyeliğin bazı politika enstrümanlarının kullanımını imkânsız kılması.

İktisat politikalarındaki bu köklü dönüşümün politika zeminini de sarsacağı, seçmenle yerel örgüt, yerel örgütle parlamenter, parlamenterle lider arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayacağı açık. TÜSİAD 12 Nisan’da Derviş’ten iki gün önce açıkladığı “liberal manifesto” niteliğindeki metinle yeni dönemin siyasal ve hukuksal çerçevesini çiziyordu adeta. TÜSİAD’ın ön seçimi zorunlu hale getiren, ulusal barajı % 5’e indiren, MGK’yı anayasal organ olmaktan çıkartan, ölüm cezasına karşı tavır alan önerileri bir anlamda “ben bu uluslararası rekabet sürecine burjuva demokrasisi zemininde hazırım” anlamına geliyordu. Aynı günlerde uluslararası sermayenin kendilerini ezen, ayıklayan, öğüten gücüne karşı belki yeterli soyutlama gücüne sahip olmadıkları için sorunun adını koyamayan, ama sonuçlarını acı bir pratikle derinden yaşayan esnaflar ise sokaklardaydılar. İlginçtir ki, belki iki yıl önce pür bir milliyetçilik damarıyla İtalyan malları üzerinde tepinen, bu yıl Fransız ürünlerini hedef alan, “Kahrolsun İtalya, Ermeni uşağı Fransa” sloganlarını haykıranlar aynı öfkesi kabarmış kitlelerdi. Derken bugün soluğunu enselerinde hissettikleri ekonomik ayıklanma sürecinde hükümeti hedef seçiyorlar, akıllarına Carrefourlar’ı, Benettonlar’ı çokuluslu perakendeci zincirleri getirmiyorlardı bile. Batı’daki faşist, şovenist reaksiyoner hareketlerin iktisadî süreçlerden dışlanmaları sonucu küreselleşme karşıtı, yabancı düşmanı, korumacılık yanlısı bir yönelim sergiledikleri hatırlanırsa, Türkiye’de de benzer bir kulvara girmeleri beklenebilir. Hattâ siyasî konjonktürdeki gelişmelere göre, Öksüz’ün Telekom müdafaasını bayrak edinen MHP, bu kesimin siyasî adresi olmayı sürdürebilir. Solcular, sosyalistler açısından da üretim güçlerini geliştiremeyen, geleceği olmayan bu kesimlere destek, konumlarını muhafaza etmeleri için değil, istihdam, sosyal hizmetler gibi hak mücadeleleri çerçevesinde eşit, eşdeğer yurttaşlarla dayanışma temelinde sağlanabilir. Tabiî gittikçe konum yitiren solun bu desteğinin pratik karşılığının ne olacağı, muhafazakar ideolojiye yakın bu kesimlerin geleceğinden kaygı duyulan yurttaş kurgusundan ne ölçüde mütehassis olacakları ayrı tartışma konuları.

BURALARA NASIL GELİNDİ?

’60’lardan başlayarak sabit döviz kuru, korunan iç pazar, düşük faiz hadleri yoğun devlet desteğine dayanan ithal ikameci model, ülkeyi iyi kötü idare etmişti. ’80’e gelindiğinde önce döviz kıtlığı, sonra şiddetli bir borç krizi ile bu model tıkanmış, o yıllarda da IMF kapısına dayanmaktan başka çare bulunamamıştı. 12 Eylül darbesi, 24 Ocak kararlarını o zaman oldukça güçlü olan emek kesimine kabul ettirecek iradeyi egemen sınıflara sağlamıştı.

12 Eylül rejiminin emek kesimini ve toplumsal muhalefeti dağıtması IMF programının uygulanışını kolaylaştırmıştı. IMF’in o zamanki kaygısı, Türkiye’nin ertelenen dış borç servisini yapabileceği bir döviz kazanma kapasitesine kavuşmasıydı. Özal’ın 1 doları 100 TL’ye getiren devalüasyon kararıyla ihracatta rekabet gücü arttırılmış, işçi ücretlerinin bastırılmasının yarattığı elverişli ortamda ödemeler dengesi krizini ihracata yönelik büyümeyle aşmayı amaçlayan bir ekonomik program uygulanmaya başlanmıştı.

1989’da model hem politik, hem ekonomik, hem de kurumsal tıkanmaya uğradı. Bahar eylemleri, Seka, Demir-Çelik grevleriyle işçi sınıfı varlığını hissettirirken, 1989 yerel seçimlerinde ANAP’ın uğradığı yenilgi emek kesimine artık o eski katı tavrın sökmeyeceğini gösterdi. ANAP’ın sınıfsal destek ve tercihleri, emek kesimine verilen tavizler nedeniyle sıçrama gösteren kamu harcamalarının vergileri arttırarak değil, borçlanarak finanse edilmesi yönünde oldu. Bu arada sermaye hareketlerine 32 sayılı kararnameyle tam bir serbestlik getirildi. Yabancıların hazine kağıtları alabilmesi, yerlilerin de döviz cinsinden borçlanarak daha sonra saadet zinciri olarak adlandırılan döviz-TL-Hazine Kağıdı üçlemesiyle büyük kârlar sağlaması maratonu start aldı. İşte Kemal Derviş’in programın daha ilk sayfasında, “1990 yılında yüzde 6 olan net iç borç stokunun GSMH’ya oranı 1999’da yüzde 42’ye çıkmıştır” ifadesiyle yer verdiği vahim tabloya böyle gelindi.

1989’dan 2000’e kadar değişen hükümetler bu düzenleme sayesinde vergi tabanını genişletmeden, faturası 100 milyar doları bulduğu söylenen bir savaşı finanse ettiler, dönem dönem kamu çalışanlarının, tarım kesiminin taleplerine cevap verebildiler. Ama 2000 yılına gelirken kamu finansmanındaki bu dengesizliğin sürdürülemeyeceği, vergilerin % 88’ine varan iç borç faizlerinin bir yıl daha döndürülemeyeceği anlaşıldı. Enflasyonu düşürme programı olarak sunulan stand-by anlaşması aslında iç borçları yeniden yapılandırma operasyonuydu. Zaman zaman % 30 reel faizlerle büyük kazançlar sağlayan finans sermayesine atılan % 20’lik döviz çapası stand-by’ın İngilizce metninde “windfall profit” kavramıyla ifade edilen nihai bir vurgun fırsatı yaratıyordu. Yüzde 100’lerle alınan kağıtlar % 20 devalüasyon varsayımı altında % 60’ın üzerinde bir dolar getirisi sağlayacak, ama program işlediği takdirde bundan böyle çeşmenin suyu eski hızıyla akmayacaktı.

Her ne kadar iç borçlardaki kriz sinyalleri IMF ile Aralık ’99’da imzalanan stand-by anlaşmasının acil gündemini oluştursa da, program küresel kapitalizmle tam bütünleşmeyi amaçlayan daha geniş bir perspektife sahipti. Enflasyonun düşürülmesi hedefini de uluslararası sermayenin dünyanın her yerinde yükselttiği belirsizliklerin azaltılması talebinin bir uzantısı olarak düşünmek gerekir. Genel olarak bankacılık ve finans çevreleri, diğer bir deyişle “alacaklılar” enflasyondan hoşlanmazlar, yüksek enflasyonun tahvillerin ve tüm sabit getirili alacakların reel değerini düşürmesinden korkarlar. Fiyatların sistematik düşüş eğilimi “deflasyon” ise alacaklıların lehine iken, tüm borçluların karabasanıdır. Türkiye önce ticaretin, daha sonra da sermaye akımlarının liberalleştirilmesi anlamında elinden geleni yapmış, ama küreselleşmenin üçüncü boyutu olan üretimin küresel ölçekte planlanması sürecine tam entegre olmayı başaramamıştı. Türkiye’nin benzer ülkelere göre en az doğrudan yabancı sermaye yatırımı olan ülke olmasının nedeni Gümrük Birliği’ne cumburlop girip gümrük tarifelerini aşma amacıyla yapılacak yatırımların da önünü kesmesi yanında, enflasyonun bir türlü düşürülememesiydi. Ayrıca uluslararası sermayenin Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte Doğu Avrupa’nın daha eğitimli ve organize, ayrıca reel sosyalizmin konut, eğitim, sağlık sisteminin mirasından yararlandığı için daha az ücrete kanaat gösteren emek havuzuna dalarak Türkiye’yi pas geçmesi de diğer bir etken olarak düşünülebilir.

2000 yılı başında uygulamaya konan program özelleştirmeyi hızlandırıp, enerjiden iletişime, eğitimden sağlığa kamunun egemen olduğu tüm sektörleri piyasa rekabetine açacaktı. Kamu yatırımlarını iyiden iyiye kısıp devletin elini mal ve hizmet üretiminden, hattâ altyapı hizmetlerinden çekerek; özel emeklilik fonlarını, özel üniversiteleri, özel sağlık kurumlarını teşvik edecekti. Böylelikle toplumsal hizmetleri de bir kâr alanı olarak tanımlayarak kamunun ekonomideki rolünü iyice daraltmak amaçlanıyordu.

Diğer yandan kamu çalışanlarının ve emeklilerin gelirlerini beklenen enflasyona endeksleyerek gelir dağılımını daha da bozan dolaylı vergileri yaygınlaştırarak, sosyal güvenlik kurumlarına bütçe katkısını sınırlayarak, tarım desteklerini iyice kısarak bölüşüm ilişkileri de çalışan kesimler, son dönemdeki yaygın kullanımla “öteki Türkiye” aleyhine düzenleniyordu.

Kurumsal düzeyde de bankacılıktan, enerjiye, tarımdan, iletişime karar ve denetim mekanizmalarını ABD modeli kurullara devreden, tüm bu sektörleri bir kâr alanı olarak tanımlayan adeta bir “kurulokrasi” dönemi başlatılıyordu.

Kısaca, ülkenin tüm ekonomi politikalarını uluslararası malî sermayenin birikim süreci gereklerine endeksleyen, adeta ülkeyi “finans emperyalizmi”nin kucağına atan, bunu üstelik “güçlü ekonomiye geçiş programı” etiketi altında sunarak bir anlamda geniş kitlelere ancak “akarsa damlar” türünden bir umut veren bir kurgu söz konusuydu. Bu bir yönüyle de ’80’lerde ABD’de uygulanan, tezleri pratikte çürütülen arz yönlü modelin İngilizcede “trickle down” denen “sızıntı ekonomisi”nin Üçüncü Dünya versiyonu sayılabilir.

Bu yeniden yapılanma programı bütçeden para politikasına, döviz çapasından tarım desteklerine kadar neredeyse harfiyen uygulandı. IMF çevrelerinden de “program iyi gidiyor, önemli mesafe aldınız” yorumları yapılır, TÜSİAD artık on yıl sonrasını görebildiğini iddia ederken Kasım krizi patlayıverdi. Diğer bir deyişle kriz, IMF politikalarının uygulanmayışının değil, programın temel varsayımlarının çöküşü sonucu ortaya çıktı.

Programın teknik altyapısı nominal döviz kuruna % 20’lik bir çapa, TL arzının döviz giriş çıkışlarına bağlanması üzerine oturtulmuştu. MB bir döviz büfesi gibi çalışacak TL getirenlere döviz, döviz getirenlere TL verecek, piyasadaki para arzını düzenleyici, teknik tabirle sterilize edici hiçbir faaliyette bulunmayacaktı.

Programın uygulanmaya başlanmasıyla birlikte hızlanan sermaye akışları faizleri beklenenden çabuk düşürdü. Geçtiğimiz Ocak’ta Hazine bileşik faizini % 38’e, ortalama Interbank faiz oranını % 36’ya getirdi. Faizlerin bu düşey seyri iç talebi canlandırdı, tüketici kredilerini ve ithalat talebini patlattı. Böylelikle hem enflasyon hedeflenen rakamların ötesine geçmeye başladı, hem de cari açık korkutucu şekilde sıçrama gösterdi. Eylül’den itibaren faiz oranlarının da şaha kalkmasıyla özellikle bilançosunda ağırlıkla hazine kağıdı bulunduran bankalar likidite temini için portföy boşaltmaya başladı. Risk algılamasının yükselmesi üzerine önde gelen bankalar bankalararası piyasaya para vermekten imtina ettiler, yabancılar ülkeyi terk etmeye başladılar, MB piyasaya likidite pompalayarak yangını söndürmeye girişti, ama parayı kapan dövize yöneliyor ve başka diyarlara park ediyordu. Böylece Kasım krizi kaçınılmaz hale geldi. Programın temel kurgusu çalışmamış, yükselen faizler çıkan parayı cezbetmek bir yana, programın çöktüğü, bir devalüasyonun eli kulağında olduğu düşüncesiyle yeni çıkışlara davetiye çıkarmıştı.

İşte bu noktada IMF devreye girdi. Ek Rezerv Kolaylığı tertibinden 7.5 milyar dolar kullandırmayı taahhüt ederken, Dünya Bankası da 5 milyar dolarlık katkı sağlıyordu. Dünya örneklerini bilenler Brezilya’da, Meksika’da, G.Kore’de benzer bir tablonun yaşandığını hatırlayacaklardır. IMF’in birinci önceliği “sermaye güvenliğini” sağlamak, krizle karşılaşan bir ülkeye yatırım yapan uluslararası fonların en büyük korkusu ise devalüasyon sırasında yerel parada yakalanmaktır. İşte bu noktada IMF rezervleri güçlendirerek uluslararası fonların ülkeyi salimen terk edebilmesi için devalüasyonu geciktirmeye çalışır. Nitekim Kasım-Şubat arasında bu süreç yaşanmış, kaçan kaçıp, göçen göçtükten sonra Ecevit ile Sezer arasındaki malûm olayın ertesinde, sadece 19 Şubat’ta 7.6 milyar dolar döviz talebi olmuş, döviz kurunun dalgalanmaya bırakılmasıyla sonuçlanan gelişmeler yaşanmıştı. Bu arada Kasım krizi sonrasında IMF ile yapılan yeni anlaşmayı kamuoyuna ilân ederken Ecevit’in ağzından Türkiye’nin tüm dış kredileri garanti ettiği açıklanmıştı. Bu nokta Derviş programında da; “bankalardaki mevduat ve bankaların diğer yükümlülüklerine yönelik garanti uygulamasına devam edilecektir ifadesiyle yer alıyor. Diğer bir deyişle Hazine özel bankaların tüm dış kredilerini de garanti ediyor, bir anlamda uluslararası riskleri kamulaştırdığını bir kez daha teyit ediyordu.[2]

IMF’in sermaye güvenliğine ilişkin talep ettiği önlemlerden biri de yeni programda “Borçlanma Yasası” olarak karşımıza çıkıyor. “İç ve dış borçlanma, devletin garanti sistemi tek bir kanunla düzenlenerek kamu borç yönetiminin sınırları belirlenmiş açık ve saydam kurallara bağlanacaktır” ifadesi gene sermaye güvenliği ile ilgili bir anlam taşıyor. Şöyle ki her yeni borçlanma ülkenin borç ödeme kapasitesini daraltır, böylece eski borçların riskini arttırır. Eğer siz iç ve dış borçlarda limitleri zorluyorsanız ancak çok yüksek faizlerle borçlanabilirsiniz. Ama sizin kağıtlarınızı daha mutedil bir ortamda düşük faizle satın alanlar, Demirbank iflasında yaşandığı gibi mağdur olur. Önceden iç ve dış borçlara sınırlar getirirseniz bu sakınca büyük bir tehlike olmaktan çıkabilir.

IMF’İN HİÇ Mİ SUÇU YOK?

IMF Türkiye’de hastalığın tedavisini üstlenmiş, sabırla reçetelerini yenileyen “kamil” bir doktor kimliğiyle sunuluyor. Suçlu ise sürekli perhizi bozan, ilaçları aksatan, sonra da nedamet getirip yeni bir reçete yazılmasını talep eden Türkiye. Halbuki IMF’in dünyadaki imajı hiç parlak değil, hattâ bir kimlik bunalımında olduğu bile söylenebilir.

Özellikle geçtiğimiz yıl Dünya Bankası baş ekonomisti ve başkan yardımcısı iken istifasını veren Joseph Stiglitz’in küreselleşme karşıtlarını kastederek,

“Göstericiler; IMF sözde yardım edeceği gelişmekte olan ülkeleri dinlemez diyecekler. IMF saman altından su yürütür ve demokratik hesap verme mekanizmalarına itibar etmez diyecekler. IMF’in ekonomik çözümleri çoğunlukla işleri daha da kötüleştirir, ekonomik yavaşlamaları durgunluğa, durgunluğu depresyona dönüştürür diyecekler. Ve haklılar”

şeklindeki sözleri “içeriden” bir eleştiri olması nedeniyle büyük yankı yapmıştı.

IMF’in bugünkü misyonunun esas itibariyle 1982 dünya borç krizinden sonra, anapara ve faiz ödemelerini aksatan azgelişmiş ülkelerin borçlarını erteleyebilmelerinin IMF ile bir stand-by anlaşması yapmaları koşuluna bağlanması ile tanımladığı söylenebilir.

Bu ülkeler IMF’in “conditionality” denen şartlarını uygulamak, atacakları her adım için Washington’un yeşil ışığını beklemek zorundaydılar. IMF uluslararası bankaların bir haciz memuru gibi çalıştığı için o günlerde ihracatta rekabet gücünü arttıracak hızlı devalüasyonları öneriyordu. Ücretlerin bastırıldığı koşullarda alım gücünün de düşüklüğü nedeniyle ekonomi yüzünü dışarıya dönecek, ne pahasına olursa olsun kazanılan dövizlerle borç servisleri gerçekleştirilecekti. Bu reçete yoksul ülkelere genellikle, Latin Amerika’da “kayıp yıl” diye adlandırılan, başka coğrafyalarda benzerleri yaşanan, büyümenin durduğu, işsizlik ve yoksulluğun derinleştiği dönemleri getirdi.

1997 Asya krizinde IMF gene başroldeydi. Bu kez ödeme güçlüğüne düşenler dış borçları kabaran, bir de zincirleme devalüasyonlarla vurgun yiyen özel şirketler ve bankalardı; yoksa, Asya’da Türkiye’nin ve Latin Amerika ülkelerinin aksine kamu bütçeleri sağlam, kamunun dış borç yükümlülüğü sınırlı ülkeler söz konusuydu. Burada IMF, döviz kuruna istikrar kazandırma bahanesiyle sıkı para ve maliye politikalarında ısrar ederek ekonomileri boğan, Stiglitz’in sözlerine de yansıdığı gibi her hastaya aspirin dayayan kifayetsiz doktor kimliğiyle tartışmaların odağı haline geldi.

IMF’i sadece meseleye soldan bakıp, kurumu uluslararası finans sermayesinin çıkarlarını kollamakla, yapısal uyum programlarını dayatıp gelir dağılımını bozmak, sosyal ve ekolojik harcamaları budamakla suçlayanlar eleştirmiyor. IMF’e ulusal hükümetlere makroekonomik istikrar modelleri uygulattığı, sonuçları da bizim piyasacı ekonomi yorumcularınca adeta kutsal kabul edilen “performans kriteri” denilen makro hedefler bazında izlediği, uzmanlığının burayla sınırlı kaldığı yolunda “teknik” eleştiriler de yöneltiliyor. Asya krizinin IMF’in mikro konulardaki donanım eksikliğini açıkça ortaya koyduğu vurgulanarak finansal yönetim, şirketler ve kamu için yönetim stratejileri gibi alanlarda yetersiz olduğunun altı çiziliyor.

IMF’i topa tutanlar arasında dış ticaretin hızla liberalleştirilmesi tezlerinin öncüleri kabul edilen Jagdish Bhagwati, Anne Kruger gibi serbest piyasacı akademik iktisatçılar da var. Onların gerekçesi, sermaye hareketlerindeki serbestleşmenin finansal krizlere neden olması, döviz kurlarını denge koşullarından uzaklaştırarak serbest ticaretin gerçekleştireceğine inandıkları küresel etkin kaynak dağılımını bozması.

Serbest piyasacı muhafazakârlar ise IMF’i zararları sigortalayarak “ahlâki tehlike” yaratmak, piyasalarda daha fazla risk almayı özendirmekle suçluyorlar. Mevzuun piyasaların ödüllendirme, cezalandırma mekanizmalarına havale edilmesi gerektiğini, ancak böylelikle müdebbir yatırımcılara haksızlık edilmeyeceğini söylüyorlar. Paraların “har vurup harman savuran” hükümetlere verilmesine bu uygulamanın son tahlilde vergi mükelleflerinin ceplerine el daldırmak anlamına geldiği noktasından karşı çıkıyorlar. ABD Hazine Bakanı O’Neill’in bu kesimin bir temsilcisi olması IMF-Türkiye ilişkilerinin ancak “stratejik müttefik” kulpuyla şekillendirilebileceği öngörülerini güçlendiriyor.

Bir IMF programı uygularken, üstelik de niyet mektubundaki şartlara harfiyen riayet ederken krizle karşılaşan, gene de Demirel’in “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” vecizesi benzeri IMF’e toz kondurmayan başka bir ülke bulmak mümkün değil herhalde yeryüzünde. Gerçi kriz sonrası Ecevit bir kez “IMF çağdışı bir kuruluş” dedi demesine, ama daha sonra “IMF ve DB’nin ülkemiz ve hükümetimize besledikleri güvenin değerini bilmeliyiz” sözüyle son noktayı koymakta gecikmedi. Bu aczi Türkiye’de siyaset sınıfının tüm inandırıcılığını yitirmesiyle, IMF’le sınırlı da olsa direnecek takati bulamamasıyla açıklayabiliriz belki. Bir kereliğine edilen sözlerden en çarpıcısını ise Kemal Derviş’in ağzından işittik. Daha Türkiye’ye ilk ayak bastığında, havaalanında “krizin en önemli nedeni spekülatif kısa süreli sermaye hareketleri” deyiverdi boş bulunup. Derviş’in ağzına biber süren kim bilinmez ama bir daha benzer lakırdılar işitmek mümkün olmadı.

EMEK PLATFORMU PROGRAMI

Gerek Aralık 1999’da imzalanan IMF anlaşmasının, gerekse Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın en büyük faturayı emek kesimine yüklediği açık. Muhafazakâr The Economist dergisi bile bu durumu, işçiler, emekliler ve köylüleri kastederek “IMF programı belki işe yarar ama hasta yolda dayak yiyecek” cümleleriyle ifade etti.

Emek kesiminin krize ve IMF politikalarına tepkileri 14 Nisan’da Derviş’in programının açıklandığı gün yapılan mitinglerde ve 1 Mayıs gösterilerinde doruğa çıktı. Mitinglere katılım kör şiddete varan esnaf eylemlerinin olumsuz etkilerine rağmen tatminkâr sayılsa da, hükümeti sarsmaktan, IMF politikalarını püskürtmekten çok uzaktı. Kriz sürecinde “Emek Platformu”nun tekrar yaşam bulması krizin emek kesimine yönelttiği tehdit kadar iç politika konjonktürüyle de yakından ilgili. Bilindiği gibi Emek Platformu’na Türk-İş, Hak-İş, DİSK gibi işçi konfederasyonları, KESK, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen gibi kamu emekçilerinin sendikaları, emekli sendikaları, TMMOB, tabipler, diş hekimleri, eczacılar ve veteriner birlikleriyle, TÜRMOB üye. Kısaca Emek platformu’nun soldan sağa geniş bir üye yelpazesi bulunuyor.

İç politika konjonktüründe Kürt sorunu ve siyasal İslâm ekseninde oluşan kutuplaşmaların hız kesmesi, bir bakıma temel kriz dinamikleri olmaktan çıkması, emek-sermaye ekseninde sağ-sol-İslâmi kimlikleri dikey kesen bir birlikteliğin imkânlarını yaratmıştı. Ayrıca toplumsal muhalefetin dağınıklığı, sol partilerin sürece ağırlığını koyacak güçte olmaması, IMF programının emek karşıtı niteliği karşısında farklı kesimleri ister istemez ortak bir tavır almaya yönlendirdi. Böylece “Emek Platformu” tekrar yaşam buldu ve kısa sürede kamuoyunun önüne bir program koydu.

Ama isterseniz önce Emek Platformu metninin hazırlanış sürecine bir bakalım. Şubat krizini izleyen günlerde Ankara’nın farklı üniversitelerinden 15 iktisatçı akademisyenin oluşturduğu Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu, IMF karşıtı bir bildirge yayımlamıştı. Bildirge, sermaye gelirlerinden vergi alınması, kamu kesimi yatırım potansiyelinin devleti küçültme dogmasına feda edilmemesi, sermaye kontrollerinin uygulanması, iç borçlarda bir konsolidasyona gidilmesi gibi, neo-liberal kurguya cepheden tavır alan radikal önlemler içerirken, önerilerini düzen içi, uluslararası Keynesyen denilebilecek bir çerçevede tutuyordu. Metni kaleme alan iktisatçılar zaten emekten yana tavrı bilinen, bu nedenle olsa gerek medyada pek muteber kabul edilmeyen kimselerdi. Bilindiği gibi krizin medyadaki yorumu sermayenin ‘organik iktisatçılarına’ bırakılmıştı. Gerçi açık oturum, forum benzeri geniş bir yelpazeyi kapsama iddiasındaki programlarda imza sahiplerinden bazılarına rastlanmıştı, ama daha sonraları ‘muhalif iktisatçı’ kontenjanı daha çok “yediler, yuttular, hortumladılar!” benzeri bir söylem tutturan şaklaban ‘uzmanlara’ kullandırılmıştı. Bildirgedeki imzaların ‘bir şey yapmalı’ kaygısı hissetmeleri, emeğin ‘organik iktisatçısı’ kimliğini benimsemeleri, bu değerler ortamında neo-liberal dogmanın para, şöhret ve prestij getirdiği bir konjonktürde oldukça anlamlı sayılmalı.

Nitekim Emek Platformu 24-25 Mart’ta düzenlediği Emek Sempozyumu’nda akademik iktisatçılara krizi tüm boyutlarıyla tartıştırırken sunuşların iki istisna dışında hep sol cenahtan iktisatçılarca yapılması, Bağımsız Sosyal Bilimciler İktisat Grubu metnini kaleme alanların sempozyuma da ağırlığını koyması, Emek Platformu’nun aşağı yukarı sol-sağ dengesinin sağlandığı bir inisyatif olduğu düşünülürse ilginç. Bu durum emekten yana sözü olanların eşyanın tanımı gereği soldan gelmeleriyle açıklanabilir mi bilinmez. Sempozyumun ikinci gününde platform üyesi örgütler adına sunulan bildirilerde TMMOB’nin metnine gene Bağımsız İktisatçılar damgalarını vurmuşlardı; nitekim Emek Platformu Programı hazırlanırken bu metin temel alınarak tartışmaların yürütüldüğünü biliyoruz.

Bağımsız İktisatçılar orijinal metinde sermaye kontrolleri önerirken, TMMOB metninde “Merkez Bankası’nın döviz kuru ve faiz hadlerini bağımsız olarak kullanma olanağı yeniden oluşturulmalıdır” ifadesine yer vermişlerdi. Konunun uzmanları iki önerinin aynı anlama geldiğini kolayca fark etmişlerdir. Anlaşılan Bağımsız İktisatçılar ikinci metinde daha usturuplu bir dil kullanmayı tercih etmişlerdi.

Tahmin edilebileceği gibi oldukça uzun tartışmalardan sonra Emek Platformu Programı ortaya çıktı. Platformun bileşenlerinin niteliği -örneğin Kamu-Sen’in varlığı- hatırlanınca insan hakları ve demokrasi dozu düşük bir metinle karşılaşılacağını kestirmek zor olmaz. Ama sonunda önerdiği iktisat politikalarıyla emek kesiminin, sol-sosyalist siyasî partilerin benimseyebileceği, IMF-DB programına net olarak tavır alan bir belge üretilebildi. Artık emek kesiminin ‘nerede alternatifin?’ sorusuna verecek bir yanıtı olması çok önemliydi. Dikkatli bir dil kullanılmasına, örneğin yabancı yatırım bankalarının, rating kuruluşlarının borçlarda konsolidasyon kaçınılmaz diye raporlar yayımladığı bir dönemde, aynı solun “iç ve kısa vadeli dış borç ödemeleri yeniden takvimlendirilmelidir” şeklinde ihtiyatlı bir dille ifade edilmesine karşın, program medyada daha çok ‘realiteden uzak’ yaftasıyla yer aldı. Her şeye rağmen Thatcher’ın TINA (There is no alternative - başka alternatif yok) sloganını Özal’ın ‘alternatifin var mı’ diye diline pelesenk edişinden beri emek kesiminin ilk kez ‘dört başı mamur’ bir programı olmuştu. Böylelikle emek kesimiyle akademya, biraz da kamu üniversitelerindeki öğretim elemanlarının geçim koşulları gereği “kamu emekçisi” kimliklerinin belirginleşmesi ile biraraya gelmişti. Bu olgunun önümüzdeki dönem toplumsal muhalefetin teorik desteğe olan ihtiyacı açısından önem taşıdığını düşünebiliriz.

[1] Meraklısı için örnek vermek gerekirse gelirler GSMH’nin %25,5’i, faiz dışı harcamalar ise %19,7’si olarak öngörüldüğüne göre faiz dışı denge rakamı bunların farkı 5,8 olmalıyken 5,6 olarak hesaplanmış. Diğer cari rakamındaki tasarruf ise 0,2 olmalıyken 0,3 bulunmuş. Başka bir yerde faiz dışı harcamaların %9 oranında reel azalmasının hedeflediği belirtilmiş. Halbuki konsolide bütçe rakamlarında faiz dışı harcamaların GSMH’nin %20,5’inden %19,7’sine düşeceği öngörülüyor. Bütçenin GSMH’deki payı ve GSMH’nin %3 düşeceği projeksiyonuyla bu ancak %2,5-3 bir azalma anlamına gelir. Belki de en komiği programın 28. maddesinde “yolsuzlukla mücadelenin önlenmesi” gibi bir hedeften söz ediliyor.

[2] Teknik olarak, bankaların bilançolarında yükümlüklerinin devletleştirilmesi, devletin bedelsiz olarak bankalara “opsiyon” hediye etmesi demektir. Eğer bankacılık sistemindeki bir bankanın aktiflerinin değeri pasiflerinden fazlaysa, banka bu opsiyon hakkını kullanarak yükümlülüklerini karşılayıp tüm aktiflere sahip olacaktır. Aktiflerin değerinin borç yükümlülüklerinden düşük olması, diğer bir deyişle öz sermayenin eksiye düşmesi halinde ise yükümlülükler devlet tarafından karşılanacaktır.