Kurban, Ölüm Cezası ve Mağlupların Psikolojisi

İnsanlar ölümlüdür ve onların ölüm cezasına muhatap kılınışları da ölümlü oluşlarının doğal bir sonucudur. Çünkü bu cezayı gerektiren suç, meşrû anlamda, genellikle hemcinsinin ortada makûl bir sebep olmaksızın katledilmesi; bile isteye, bir çıkar için, zalimce veya vahşice güdülerin tatmini adına öldürülmesidir. Suç ile ceza arasındaki mütekabiliyet ilişkisi ve meselenin hakkaniyet yönü, insanlığın başlangıcından beri tartışılagelmekte. Zira ceza kadar suç da insana ait birer değer. Hattâ Adem’i cennetten çıkaran, işlediği suçtur. Bu anlamda suç pozitif işlev gören negatif bir ilkedir ve bu yönüyle Hegel kadar Marx açısından da tarihin ilerletici bir ögesidir. Ancak Adem’i insan kılan, işlediği suç kadar, bu suçun cezasını talep etmesidir. İnsanî anlamda toplumsallık ancak her iki parametrenin de işlemesiyle mümkündür. Böylece Adem, işlediği suç dolayımıyla beşerî bir varlık olmaktan insan olmaya doğru ilk adımlarını atmıştır. Ancak buradaki suç, pozitif, ilerletici bir suç, bir hatadır. Buna mukabil Kabil’in işlediği suç, yani kardeşi Habil’i iktidar hırsı için öldürmesi negatif bir cürümdür; ilerletici değil, geriletici bir fiildir. Belki paradoksal bir şey bu, ama, insan olmaklığımız, suç ile ceza arasındaki gerilimin beynimizde yarattığı bunalımlar, hesaplaşmalar ve çatışmalarla doğrudan ilintilidir. Koşut bir talep ise hakkaniyete ve adalete dayalı bir toplumsallığın inşasına ilişkin kavga ve özlemlerimizden kaynaklanmaktadır.

Dinler, bu talepler doğrultusunda, bu talepleri hem haklı çıkarmak hem de sağlamak, belirli bir değerler ve dokunulmazlıklar alanı oluşturabilmek için, kutsallığın koruyucu kalkanı kadar bir suç ve ceza diyalektiği ve uygulayımı yolunu kullandılar. Mekân, zaman ya da insanları kutsayarak, bu kutsamayı kabil kılan insan soyunu korumaya çalıştılar. Çünkü bu soy bir yandan doğanın, diğer yandan ise beşeriyetin vahşeti nedeniyle var olmak ile yok olmak arasında gidip gelmekteydi; azdı ve az olduğu için de kıymetliydi. Bu soy, kendisini korumak için kendisine uygun bir çevre, kültür, toplum, bir fauna ve flora da kurmalıydı. Dolayısıyla vahşi doğa arasına açılan bir fanus içerisinde bu nadide soy, kendi varlığını sürdürebildi ve kendi gelişim çizgisini oluşturdu. Verili olan bir dünyanın koşulları içerisinde, çoğu kez kendine rağmen, aynı zamanda bu dünyayla kurduğu ilişkiler doğrultusunda, ama sonuçta kendi tercihleriyle kendi geleceğini kurguladı. Bu geleceğin salt kendisine aitliği elbette tartışma götürür. Ama insan soyu, yaşamsal güvence kazandığı bir tarihin nicelliğiyle orantılandığında oldukça uzun bir süre yok olmanın tehdidiyle yüzyüze yaşadığından, bu bilinçaltı korkunun baskısından bir türlü kurtulamadı.

İbrahimî dinlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm) ortak çabasıyla, ölümün bir kâbus olarak algılanması, ölümötesiyle kurulan bir yeniden dirilme ya da ölümden sonra hayat düşüncesi -inancıyla- aşılmaya çalışıldı. Ölüm evcilleştirilerek yaşama aitleştirildi. Tabiî bu düşüncede, ölümünü bilen tek canlının bu sıkıntısını aşma çabası kadar suç ve ceza diyalektiği de önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü her ne kadar kurtarılmış bir çevre kotarsa da gerek insanî ve doğal vahşetin ve zulmün önlenemeyişi, toplumsal adaletin sağlanamayışı; gerekse bizzat bu çevreyi kurmak için başvurulan kutsallığın da yol açtığı sorunlarla, adil bir toplum kurma düşünü gerçekleştiremeyen insanlık, bu düşünü suçun dünyeviliğinin uhrevi bir cezalandırma düşüncesiyle ödünlenmesi yoluyla gerçekleştirmeye çalışır. En azından bu yolla, adalet düşüncesi ebedî -ütopik- bir tasarı ve özlem olarak toplumsal vicdanda yer tutar; doğaldır ki bu düş, salt psikolojik bir özleyiş değil, büyük ölçüde ontolojik bir arayıştır. Kuşkusuz, 11 Eylül saldırısında da örneklendiği gibi, soyut insanî düşler ve telakkilerin yeğinliği, somut gerçekleşimlerde vücut bulabilmektedir. Toplumsal gerçekleşimler, çoğu kez tasarımsal bir düşün, toplumsal bilinç ve vicdanlarda döllenmesiyle oluşabilmektedir.


İnsanlık tarihî açısından çok önemli tarihsel dönüşüm süreçlerini, metaforik bir üst dilin anlatımıyla mitikleştirerek dile getiren Kuran, Adem ve İbrahim’in öykülerini verirken, birçok tarihsel-toplumsal ögeye aynı anda işaret eder. Ancak bu metaforik anlatımı salt sözcüksel anlamlarıyla anlayanlar, ya da kullanılan üst dili gündelik ve güncel dilin anlamıyla sığlaştırarak sıradanlaştıranlar, Adem’in topraktan yaratılmasının işaret ettiği süreci, Tanrı’nın bir heykeltraşa dönüştüğü sığ bir anlamayla okurlar. İnsanın bilinç kazandığı ve bilen bir varlık haline geldiği milyonlarca yıllık dönem ise, Tanrı’nın bu heykele ruhundan üfleyerek canlandırdığı bir an olarak anlaşılır. Tıpkı bunun gibi, İbrahim’in rüyası ve bu rüyadan yola çıkılarak başlatılan kurban kesme geleneği de, kesilen hayvanların etlerinin yoksullara sunumundaki yanal amaç bir yana koyulursa, zaman içerisinde bizatihi bir ibadet haline getirilerek gerçekte İbrahim’in amacının tam da aksine bir işleve, bir kan akıtma ritüeline dönüştürülmüştür.

İbrahim’in rüyasında, oğlunun yerine bir hayvanı kurban etmesi işaretiyle, aslında o güne değin kendi soylarını devamlı -bereketli- kılmak için tanrılara insan kurban eden insanlara, makûl ve nisbeten insanî bir seçenek sunulmaktadır. Çünkü bir sosyal kurum -işlev- asla bütünüyle ortadan kaldırılamaz; sadece benzeri bir kurum -işlevle- ikâme edilebilir. Dolayısıyla insan yerine hayvan kurban edilmesi, hem beşeriyetin tümünü insanlaştırarak dokunulmazlaştırıyor, hem de aynı nebevî geleneğin son temsilcisi olan Muhammed’in örnekliğinde bu uygulama, artık yalnızca aç ve yoksul insanların doyurulmasını gözeten toplumsal bir yardımlaşma-dayanışmaya dönüştürülerek rasyonelleştiriliyordu. Zira Kuran’da da vurgulandığı gibi Allah’ı hoşnut kılan bu hayvanların kanlarının akıtılması değil, insanların davranışlarındaki iyilik yapma amacıdır. Gerçi günümüze değin bu eylemi hâlâ bir kan akıtma ritüeli ya da bir kurban kesme ibadeti olarak sürdürme kararlılığında olanlar yok değil; bu ise benzeri birçok töre’de de gözlenebildiği gibi araçlarla amaçların karıştırılmasına ve araçların kutsallaştırılmasına dayanan bir sapma olarak görülebilir.

İbrahimî dinlerin amaçlarından biri de insanî sorumluluğun bireyselleştirilmesi ve makûlleştirilmesidir. Dolayısıyla kurban örnekliğinde rasyonel tutum, insanın kurban edilmesini önlemek olduğu kadar, bu vesile ile toplumsal dayanışmanın desteklenmesidir. Çünkü dinî ibadetler bir hikmete dayanmaktan, toplumsal ve bireysel bir maslahatı ve faydayı gözetmekten ari olamaz. Açıktır ki günümüzde bu amacın uygulayımı için doğrudan hayvan kesimini teşvik, her iki gerekçe açısından da artık bir önem taşımamaktadır. Kimi istisnai bilinçaltı patlamaların ve sapkınlıkların dışında artık ne insan kurban edilmekte ve ne de insan soyu açlıktan yok olmak gibi bir tehditin altında bulunmaktadır. Hattâ günümüz insanını tehdit eden şey tam da aksine soyun azalmasına değil, çoğalmasına, yani nicelliğin oluşturduğu baskılara dayanmaktadır. Dolayısıyla artık korunması için üzerinde özel bir hassasiyet göstermemiz gereken soy, insan soyu değil, bu soyun sürdürülebilmesi uğruna yok olmaya yüz tutan hayvan türlerinin soyudur.

Beri yandan, günümüzde insan soyu, milyonlarca yıldır oluşturulmuş olan bir korunma güdüsünün baskısı altında, irrasyonelliğe varan bir yaşamsallığa tapınç ve yaşamı yüceltmekle malûldür. Yaşam elbette önemlidir ve önemsenmelidir. Ama ne olursa olsun yaşamak ve nasıl olursa olsun hayatta kalmak kaygısı, ölüm üzerine sadece içgüdüsel ve irrasyonel tepkiye uyarlı bir düşüncedir. Belki de bir dönem, Hıristiyanlığa bağlılıklarını, ölüm karşısındaki korkusuzluklarını ve İsa’ya kavuşma azimlerini ortaya koymak için kendilerini arenalarda gladyatörlerin ya da aslanların önüne atan, daha da ötesi yollarda karşılaştıkları insanlara kendilerini öldürmelerini öneren, kendilerini yaşamsal tüm sevinç, zevk ve tutkuların dışında tutan Hıristiyanların bu tarz anlayışlarına bir tepki olarak Aydınlanmacı düşünce, yaşamsallığa ve yaşamsal zevkleri hedonizme varacak bir ölçüde öne çıkararak bir başka abartının ve aşırılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Aydınlanmacı akıl yaşamsallığı yüceltirken, Hıristiyan düşüncesinin ölümötesini hayatın yegâne amacı haline getirdiği ölümseverliğine duyduğu tepki kadar, yaşamsallığa ilişkin hazlara ve ne olursa olsun ya da nasıl olursa olsun yaşam’a atfedilen yüceltici bir değerler dizgesinde ifadesini bulan, yaşamsallığın neredeyse tapınılacak bir kertede ululandığı tanrıtanımaz cevaba da dayanmaktadır. Comtecu pozitivizmden Camus’nün nicelik ahlâkına, Nietzscheci antik çağcılıktan Freudcu hedonizme kadar hep aynı tepkilerin ve aynı yeni çağa ilişkin değerler arayışının işaretlerini okumak mümkün. Elbet Aydınlanmacı aklın temel amacı artık insan soyunun değil, insan hayatının ölümsüz kılınmasıdır. İronik bir biçimde bu, şeytan’ın insana vaadidir ve bu tema Faust’ta da, Goethe tarafından dramatize edilmiştir. Gerçi insan hayatının uzatılmasında, gerek bilimsel buluşlar sonucu hastalıkların önlenmesi, gerekse refahın artışı yoluyla önemli bir mesafe katedilmiştir. Ancak bu çabalar, uzun vadede doğa üzerinde yol açılan tahribatlar sonucu, insanlığı tehdit eden çevresel sorunlar biçiminde geriye dönmüştür.

Öte yandan, Faust’ta da dile getirildiği gibi, yaşamın ne olursa olsun ölümsüzleştirilme çabası, yani nicelliğin öndelenmesi, yaşamın içeriği ve niteliğinde belirgin düşüşlere yol açmaktadır. Niceliğin değerliliği savunusunun maliyeti niteliğin gözden çıkarılmasıyla ödenmektedir. Her ne kadar insan hakları konsepti çerçevesinde insanî değerlerin savunulmasına belli bir yasal koruma sağlansa da, keyfiyet yerine kemiyetin ikamesi, aynı değerlerin içeriklerinin boşaltılarak, sonuçta korunulması amaçlanan değerlere karşı umursuz, bu değerlerin sağladığı özgürlüğü salt biçimsel bir serbestlik olarak algılayan, niteliksiz bir kitle kültürünün doyumuyla yetinen bir tüketim toplumunun sığlığına ve manipülasyonlara açıklığına yol açmıştır.

Bunun en bariz misali, AB’nin benimsediği ve Türkiye’nin de 20 yıldır uygulamadığı ölüm cezasının kaldırılma hedefinde görülebilir. 200 yıllık Batılılaşma sürecimiz, birçok olumlu şeyin kazanımını sağlasa da, maalesef bu kazanımlar hep bir köle-efendi diyalektiği içerisinde gerçekleşmiştir. Bir yanda uygarlaştırılmaya(!) çalışılan azgelişmiş bir ülke ve bu ülkenin kendisine sunulanları tüketmekle yetinen, bu sunguları tartışmaktan bile aciz, bu dayatmaları sadece bir kamplaşma ekseninde algılayan bir toplum; öbür yanda ise bir zamanlar tehdidi altında yaşadığı saldırganı ıslaha, adam etmeye ve sömürerek tüketmeye azmetmiş, ürettiği değerlerin yegâne uygarlık biçimi olduğu vehmiyle, bunu da ürettiği ticari meta’lar gibi tüm dünyaya ihraç etmeye ve benimsetmeye çalışan bir efendi.

AB’nin, ölüm cezasını kaldırdığı için insan hayatını önemsediğine kim ferah bir gönülle ‘evet’ diyebilir? Ölüm cezasının hukuksal sistemden çıkarılması yoluyla sadece bu sorun bir tartışma mevzusu olmaktan çıkarılmakta, ya da geçiştirilmektedir. Ya 20 yıldır idam cezasını uygulamayan, ama aynı süre içerisinde mahkemelerde idam cezası verilen insanlardan kat kat fazlasının yargısız infazlarla, savunma dışı bırakılmakla ya da korunmadıkları için katledildiği ve bu anlamda zihniyetinde hiçbir değişiklik olmayan, bu zihniyeti değiştirmek için ortada bariz bir niyet değişikliği de görülmeyen bu ülkenin ikiyüzlülüğüne ne demeli?

Kuşkusuz idam cezasının kaldırılması savunusunun dayandığı biçimsel ya da içeriksel argümanların itiraz edilemezliklerinin farkındayım ve bu konuda ayrıntılara girecek değilim. Farkında olduğum bir başka husus ise yine aynı savununun içerdiği zaaflar. İnsan hayatına şu veya bu şekilde, şu veya bu gerekçeyle kastetmenin teorik olarak savunulamazlığı ortada. Zaten ölüm cezasını gerekli ve meşrû kılan da işte bu kastın varlığı ve bu kastın karşılıksız bırakılamayacağı durumlar. Sözgelimi küçük bir çocuğa tecavüz ederek öldüren birinin vahşeti, şiddeti ve sadizmi, şu veya bu şekilde yaşamla ödüllendirilmemeli. Hem bilinmeli ki ölüm, bu cani için de gerçek bir kurtuluştur. Bu ve benzeri örnekliklerdeki aktör, bir insan olmaktan çok, insan olma hakkını ve vasfını kötüye kullanarak, Kuran’ın deyimiyle hayvanlardan bile aşağı düşmüş biridir. Çünkü hayvansal vahşeti masum kılan, kendini koruma veya doyurma gibi amaçları kadar, bilinçsizliği de içermemektedir.

Dolayısıyla, bireysel ya da toplumsal vahşet ortadan kaldırılmadığı sürece ölüm cezasının kaldırılması talebi, suçu çevresel faktörlerle açıklayarak suçluyu haklılaştırmayı amaçlayan, suça ilişkin metafizik argümanlara (dinsel, mistik, psişik, kalıtımsal...) karşı çıkacağım derken fiziği bile görmezlikten gelen, bu haliyle ise suçluyu ödüllendiren Aydınlanma düşüncesinin bir sonucudur. Suçlunun evcilleştirilerek suçun toplumsallaştırıldığı Aydınlanmacı argümanlar, Victor Hugo’nun Sefiller’inde ve Emile Zola’nın toplumsal gerçekçiliğinde itiraz edilemeyecek örnekliklerde dile getirilmiştir. Ancak suç, salt çevresel koşulların bir ürünü değildir. Böyle olsaydı aynı çevresel koşullarda yetişen tüm insanlar aynı eğilimler içerisinde olurdu. Kuşkusuz rastlantısal durumlar veya suça zorlayan etkenler gözardı edilemez. Gözardı edilemeyecek bir başka şey ise suç işlemeyi bir alışkanlık ve zevk haline getirmiş olanlar ve suçluluğun bir karakter olarak ortaya çıkışıdır. Meselenin bu yönlü psikolojik ve metafizik boyutları ise Tolstoy (Diriliş) ve Dostoyevski’nin (Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler) eserlerinde tartışılmıştır. Suç ve ceza arasındaki diyalektik ilişki ve mütekabiliyet talebi kadar, bu eserlerde suç, insan ruhunun trajik düşüşü, kurtuluş arayışı ve iradenin negatif dolayımsallığı olarak açımlanmaya çalışılmıştır. Zira suç kimi zaman bir başarı arayışı, kimi ise bir düşüştür. Ruh ile irade arasındaki uçurumun açıldığı düşüş halinde suç, bir bunalıma sürüklediği kişinin kurtuluşunu ancak cezai bir yaptırımda bulur. Ontolojik anlamdaki suç’un talebi ve tasfiyesi de bunu gerektirir.

Ontolojik diyorum, çünkü ceza arayışı ve talebi, bu suç şayet ontolojik bir temele dayanıyorsa ve ruhsal açıdan bir sorun teşkil ediyorsa, karşıkonulmaz bir adalet arayışının da belirtisi ve temelidir. Elbette ki, buradaki ontoloji vurgusu tartışmalıdır. Ama suça kalıtımsal yatkınlık kadar, kimi suçların bilinçdışı ve salt organik talep ve güdülere dayalı oluşları, çevresel ve psikolojik etkenlerle izah edilemez. Sözgelimi cinsel sapkınlıklar, çalma ve hattâ öldürmenin güdüsel, bilinçdışı ve irrasyonel eğilimler olarak tezahürü gibi. Bunlar birer hastalık ya da suç mudur? Sağaltım ya da cezalandırılmalarının imkânı ya da yolu nedir? Akıl hastaneleri ya da hapisanelerde bir ömür boyu tecrit, kendisi ve çevresi açısından kahır dolu bir hayat ölümden yeğ midir? Bu tecrit kişiye ya da topluma ne kazandırmaktadır. Kişinin ya da toplumun talebi bu tip bir tecrit midir? Tecrit’in, hapisanenin ve tımarhanenin insanî değerlere, kelimenin tam anlamıyla insan hak ve özgürlüklerine aykırılık dozu ölüm cezasından daha mı hafiftir? Tecrit bu anlamda sadece bir çözümsüzlük değil midir?

Kuran, “bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” derken, elbette hiçbir haklı gerekçesi bulunmayan bir cinayet işleme güdüsünün yok edilmesi gereken vahşetine dikkat çekmektedir. Bu bir hastalık hali, bir zevk ya da iktidar sorunu olabilir; ama sonuçta gözetilmesi gereken yaşama hakkı, zulmü ve acımasızlığı şiar edindiği için hayatta kalmayı başaran caninin yaşama hakkı değil, mağdurun ve potansiyel mağdurların yaşama haklarıdır. Aksi ise şeytanın avukatlığına soyunmaktan başka nedir ki? Zaten insan hayatını hususileştirerek dokunulmaz ilân eden İbrahimî dinlerin ölüm cezasını korumaları, yine aynı kaygıya, yani insan hayatını yok etmeye yönelik bireysel ve toplumsal vahşeti önleme ve de toplumsal ve bireysel adalet özlemini (‘kısasta sizin için hayat vardır’) ayakta tutma endişesine dayanmaktadır.

Buna karşı, karşıt bir savdan yola çıkan AB standartları paradoksal bir biçimde benzer kaygıları taşımakta; yani insan hayatını koruma, hukuk ve adaleti sağlama gibi. Ancak bu kez öne çıkarılan maktûl’ün değil, katil’in hakları. Suça ve suçluya yönelik bu bağışlayıcı, evcilleştirici ve içselleştirici tutum, Aydınlanmacı aklın tepkisel, determinist ve sözümona bilimselci savlarına dayanmaktadır. Suçun nicelleştirilerek suçlunun toplumsallaştırılması, suçluluğu görelileştirerek meşrûlaştırmıştır. Bu yaklaşım tarzı, insan hayatının korunması ya da yaşamın yüceltilmesi adına, paranoyak bir tutuma dönüşerek zorunlu tedavi, gözetim ve sağaltım adı altında, insanın kendi hayatı hakkında karar verme özgürlüğünü bile askıya alan rafine bir despotizme yol açmıştır. Sonuçta eleştirilen Kilise’nin gözetici, sorgulayıcı ve denetleyici tutumu, bir başka biçim ve yetke adına yeniden üretilmiştir. Foucault’nun cinselliğin, hapisanenin ve deliliğin tarihine ilişkin ayrıntılara dayanan çalışmaları, bu mikro despotizmin tarihinin en önemli belgesidir. Oysa aynı despotik yetke, uyuşturucu kullanımı ya da silâh üretimi ve kullanımına sıra geldiğinde, faz değiştirerek, insanlığa yönelik bu önemli tehditleri hak ve özgürlükler kapsamında mütalaa edebilmektedir.

Cezalandırma sisteminin amacı nedir: Uslandırarak topluma kazandırmak, toplumsal ya da bireysel öfkeyi boşaltmak ve intikam almak, tehlikeli bir suçluyu toplumdan yalıtmak mı? Ama bu sistem suçluyu çoğu kez daha da bilemektedir. Uslananlar, zaten meşhûr deyimle kader kurbanları olan, yani işin başında pişmanlık duyanlardır. Hapisane sistemi başlıbaşına bir sorun ve bir insanlık ayıbıdır. Böyle olduğu içindir ki, cezalar giderek parasal tazminatlara dönüştürülmekte, bu ise varsılları yüreklendirmekte, yoksulları ise daha farklı suçlara teşvik etmekte ve daha bir bunaltmaktadır. Cezanın parasal bir ödenti haline gelmesi suçluluk oranını da arttırdığından, bireyler eminlik ve dürüstlük vasıflarını yitirmekte, insanî ilişkiler ancak bir suçluluk parantezi içerisinde kurulabilmektedir.

Cezalandırmadaki asıl saik toplumsal ve bireysel vicdanlardaki adalet ve hakkaniyet duygusunu ayakta tutmaktır. Peki bir vahşetin karşılığı nedir? Hayvanların kobay olarak kullanıldıkları bir dünyada, insan hayatının bu denli kutsanması bir insana tapınç mıdır, yoksa bir paranoya mı? Açıktır ki, toplumsal ve bireysel vahşet hali sürdüğü sürece, bu vahşetin en doğal ve hakkaniyete dayalı karşılığı olan ölüm cezası da sürmelidir. Bunu söylerken insanların kendini savunmaları, siyasal ve ideolojik talepleri, zulme uğramaları, hak arama çabaları, tiranlığa ve despotizme karşı çıkmaları gibi bağışlatıcı nedenleri elbette parantezin dışında tutuyorum. Ama bu kabil bağışlatıcı nedenler bile insanların vahşice kıyımlarını mazûr gösteremez. Ayrıca yaşamsallık içerisinde zaten daha ölmeden tükenen ve bu tükeniş karşısında umursuzca seyirci kalınan ve hattâ kimileyin bu tükenişlerin, umutsuzlukların ve umarsızlıkların teşvik edildiği bir toplumsallıkta, bireysel yaşamların salt biçimsel açıdan hayatta tutulmasını amaçlayan bir hukuk anlayışı ve kamusal aklın içeriksizliğinin de farkındayım. İdamın bir ibret, bir intikam, bir caydırıcılık olmasını ise önemsemiyorum. Benim önemsediğim bireysel ve toplumsal adalet duygusunun örselenmemesidir ve yaşayanlar kadar ölenlerin de adalete ihtiyacı vardır. İnsan toplumunu diğer canlılardan ayıran temel farklılıklardan birisi ise, ölenlerin de bu topluma ait oluşları ve ölmelerine rağmen hayatiyet ve beklentilerini bir biçimde sürdürmeleridir.

Ölüm cezasının kaldırılmasını isteyenlerin temel argümanlarından biri ölümün her halükârda olumsuz, kötü ve önlenmesi gereken bir tükenme, bir yok olma olarak algılanmasıdır. Oysa ölüm hayatın dışında değil, hayata ait bir şeydir; hayata anlam katar, içeriklendirir ve trajikleştirir. Hayatı yeknesaklık ve durağanlıktan kurtarır. Kesintilerle bir ivme kazandırır, olumsuzluğuyla olumlar, hayatın içine açtığı oyuklar, oylumlar ve uçurumlarla süreğenliği girifleştirir, sıçrama noktaları sağlar, çünkü ölüm olmasaydı doğum da olmayacaktı, umutlar ve ülküler tazelenemeyecekti. İnsan hayatı olsun, sevdayı olsun ölümle sınar; hayata ait birçok şeye anlam, önem ve değer kazandıran ölümdür. Ölümötesinin gerçekliği tartışma götürse de, insan yaşamının ölümle hiçlendiği, boşa çıkarıldığı, yok olduğu düşüncesi oldukça sığdır. Tarihte birçok insan, hayatlarında yapamadıklarını ölümleriyle yapmışlardır; ölümleriyle tarihe birer ışık tutmuşlardır. Sokrates ya da Hüseyin gibi.

Beri yandan, Aydınlanmacı akıl tarafından kutsanan ölümsüzlük, bu ölümsüzlüğü olası kılacak olan yaşamsal süreçlerin esenliğinin sağlanması, ölümün sonuçta arzulanabilir bir şey olmadığı hususunda bizi ikna etmek için yeterli argümanları sağlamaz. Ölümün arzulanması ve talebi, sadece bedensel veya ruhsal yaşlılığın bir icbarı ve sonucu da değildir. Yorgunluk ve yaşlılığın da salt fizyolojik tıkanma ve kopma noktaları olmayışı gibi. Hayat çoğu kez ölümden daha katlanılmaz düşkırıklıkları, acılar, boğuntular ve bunalımlar çıkarır önümüze; katlanma gücümüzü ve umudumuzu tüketir. Hayatı yücelten ise, bize sunduğu hedonist zevklerden çok, uğruna ölünecek denli değerlerin var olmasıdır. Hattâ Hegel’in vurguladığı ve Sokratik örnekliğin ise teyid ettiği gibi ölümle yüzleşmeyen, ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelmeyen bir yaşam olumlu ve yüce değerleri üretecek bir kapasiteye de ulaşamaz. Sokrates’i yücelten yaşamından çok, yaşamı boyunca ürettiği felsefeyi taçlandıran ölümü karşılayış ve kabulleniş biçimidir. Ölümsüz hayat, kahramanı akim bırakır. Zira yaşamsal değerleri üretenler, Musa’dan tutun Bruno’ya kadar, savundukları ve ürettikleri değerler uğruna ölümle yüzleşmeyi, ölümü göze almayı bilenlerdir. Aydınlanmacı akıl bile, Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte, idealleri ve düşünceleri uğruna, ölümü göze alabilen insanların sayesinde revaç bulabilmiştir. Zira ölüm’ün sınamasıyladır ki ancak düşünce ve davaların asliyeti ortaya çıkabilmektedir.

Aydınlanmacı aklın zaafı ölümü salt dinsel ve karanlık bir karşıçekim olarak görmesi; hayatı ise her halükârda bir yokluk karşıtlığı, bir yaşam sığası ve hattâ yegâne var olma biçimi olarak kabul etmesidir. Oysa hayat her zaman olumlu, ölüm ise her zaman olumsuz değildir. Bir ceza olması halinde bile ölüm, şayet bir suçluluğu karşılıyor ve adaleti ikâme ediyorsa, hayat için olumlu bir değer üretecek ve hayata bir anlam kazandıracaktır. Aynı olumlu anlamın, cezaevinde günışığı bile görmeyen bir hücrede, kendi yakınları için bile anılmaya değer bulunmayan bir yaşamsallığın varlığıyla sağlanabileceğini söylemek mümkün müdür?

İdam karşıtlarının makûl gerekçelerinden biri de, bu cezanın telafi edilemezliğidir. Yani bir yanlışlık yapılmışsa artık geriye dönüş imkânının olmamasıdır. Ancak benzer telafi edilemezlik, hapis cezaları için de geçerlidir. Belki parasal tazminler söz konusu olabilir, ama hücrede geçirilen yılları ve yaralanmış bir adalet duygusunu tazmin etmek çoğu kez mümkün değildir. Bu kez hayata döndürdüğünüz birey, artık sorunlu, öfkeli ve küskün bir bireydir. Kuşkusuz bunun doğru karşıtı birey hayatının ortadan kaldırılması değildir. Cezanın uygulama biçimi, alanı ve sınırları elbette tartışılmalı ve mümkün olduğunca daraltılmalıdır. Öte yandan, idam cezasının ve tüm yargı kararlarının çok açık deliller olmadığı sürece uygulanmaması ve telafisi mümkün olmayan cezalardan mümkün olduğunca kaçınılması, adalete olan güven duygusunun sarsılmaması açısından oldukça önemlidir.

İdam mahkûmunun süreğen bir hücre cezasına çarptırılması ise, yaşama hakkı savunusunun ne denli irrasyonelleştiğini ortaya koymakta değil midir? Bu seçenek olarak sunulduğunda kaç kişi böylesine bir yaşamayı ölüme tercih edebilir? Beri yandan suça batmış bir aklı ve yüreği yaşamda tutmak, suçluyu süreğen ve cehennemî bir işkenceye marûz bırakmak olmaz mı? Sisyphos gibi her gün kanatılan bir yara, günışığını ve yakınlarının yüzünü bile görmeksizin sürdürülen bir yaşam, tüm toplumsallık dokuları tutuklanmış ve köreltilen bir beyin, yaralı bir yürek; böylesine bir yaşamanın daha insanî olduğunu (şayet maksat bu ise), kim söyleyebilir? Ötanazinin ya da ölüm orucunun bir hak olduğu bir hukuk anlayışında idam cezasının hukuk sisteminden çıkarılması, bu açıdan bakıldığında sadist bir işkenceseverlik değil de nedir? Zira idam mahkûmu bir kez ölürken, müebbet mahkûm sürekli olarak bu cezayı yaşamaktadır. Dolayısıyla idam veya müebbet hapis seçenekleri kendisine sunulduğunda idamı yeğleyebilecek birçok mahkûm çıkabilecektir.

Ülkemizde ise konu, neredeyse AB üyeliği ile özdeşleşen, salt siyasal bir tartışmaya dönüşmüştür. Hattâ mesele neredeyse sadece bir Abdullah Öcalan’dan intikam alınması sığlığına indirgenmektedir. Hattâ tartışılan çoğu kez idam cezası değil, AB’ye üyelik meselesidir. AB üyeliği ise ekonomik bir kurtuluş olma yanında, laik kesimler açısından İslâmcılığın ebedi olarak yenilgiye uğratılması ve çağdaş uygarlık değerlerinin pekiştirilmesi; İslâmî ve sosyalist kesimler açısından ise mesele, kendi güçleriyle tasfiye edemedikleri ulusçu tiranlığın parametrelerinin tasfiyesinin bir üst güce havalesi olarak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla AB üyeliği asla bir toplumsal akıl çerçevesinde değil, karşıtları veya taraftarlarınca; her kesimin muarızlarından intikam alacağı bir kıyamet günü olarak anlaşılmakta ve karşıtların tasfiyesini amaçlayan bir siyasallık bağlamında tartışılmaktadır; Avrupa aklına bu kayıtsız şartsız teslimiyetin ise, asla üstesinden gelemediğimiz şu mahût mağlubiyet psikolojisi göz önünde tutulmaksızın anlaşılması ne yazık ki mümkün değil.


Sanılmaktadır ki, din yalnızca mahrûmların bir sığınma evi, mağlupların ağlama duvarı, kalpsiz (tecimselleştirilmiş) bir dünyanın kalbi, ölüme karşı bulunmuş zavallı bir çare ya da bir tapınç anıtıdır atalara adanan. Oysa mağlupların dini olmaz; onların yalnızca yenilgileri vardır yüreklerine bastırdıkları. Yenilgi ise aklı edilgenleştirir, dumura uğratır. Dişil bir öge gibi ruhu toprağa yakın kılar. Din de (bu bir Aydınlanma inancı da olabilir), mağluplar üzerindeki bir asimilasyon yöntemi olduğu sürece edilgenleştiricidir. Galiplerin dünyasına bir taşınma, bir tutunma, bir kabullenilme biçimi, bir öykünme hakkıdır. Kölelik sonuçta bir ruh hali, bir tercihtir ve kölenin kimliği olmaz. Efendilere özgü kimi şeyler ise tabudur, ağza alınması bile günah, yasaklıdır. Mağlubiyetin gerçek konseptidir kölelik hali; din işte bunu maskeler, ruhun fiyakası olur. Herkesin aynı toprağa basması ya da aynı güneşin altında durması yetmez; aynı tanrıya, tanrılara tapınması da gerekir ve bu, köle ile efendi arasındaki o katlanılmaz, iğrenç ilişkiyi kolaylaştırır. Bu işlevsel tanrı kimi de mağlupların efendiye sunduğu bir barış simgesi, ya da Nietzscheci bir deyişle efendiyi bir baştan çıkarma tarzıdır.

Marx tarihte her şey iki kere yaşanır; ilkinde trajedi, ikincisinde ise komedi olarak derken, belki de kastettiğinin daha azını dile getirmişti. Çünkü çoğumuz için hayat o kadar yeknesak ve o kadar sıradandır ki, yaşadığımız o birkaç önemli ânı çoğaltmak (hediyeler, fotoğraflar, günlükler, plaketler...), yeniden yaşamak isteriz; özellikle mutluluk ve utku dolu anların yenilenmesini dileriz; dileğimiz gerçekleşir kuşkusuz. Ama asla ilkörnekliğinde olduğunca değil. Bir başka dilde ve surette temessül eder rüyalarımız.. Her şey tarihselliğin baskısı ya da oyunuyla çarpılıp farklılaşarak, dönüşerek, yoksullaşarak ya da gülünçleşerek, kimi ise daha bir içeriklenip zenginleşerek çıkar karşımıza. Sanki kendimiz de değişmemişiz gibi, belleğimizde tuttuğumuz o utku ya da tutkunun fotoğrafı canlansın isteriz. Oysa bizimle birlikte o fotoğraf da değişmiştir. O eski tatları bulamayız ve nostalji denen bir açıklamaya sığınırız. Hakikati ise görmek ya da kabullenmek istemeyiz. Zira farklılaşan bir dünyadan anılar ve düşler de almıştır nasibini. Bize sunulan ise gerçekte hakiki olandır, bizi yanıltsa ve düş kırıklığına uğratsa da. Zamanın gerçekliği işte bu çarpılmada, farklılaşmada belirginleşir. Tıpkı Hegel’in Tin’i gibi akılsallık da nesnelleşirken yitirir kimi ögelerini, ya ağırlaşır maddeselliğin etkisiyle, parodikleşir ya da daha bir sahicileşir.

Acı olan mağlupların da galiplerle aynı dine mensup olmaları. Bir ağlama duvarı o zaman, önünde yalnızca mağlupların gözyaşı döktüğü, galiplerin ise bu duvarı onarmakla yetindikleri bir şizofreninin avutucu omurgasına dönüşür. Bayramlar kadar yas törenleri de tüm çelişki ve düşmanlıkları yatıştırmaya çalışırken ortaya yalnızca gülünç bir drama çıkarır; rollerin paylaşıldığı ama acıların ve sevinçlerin paylaşılmadığı bir duygudaşlık budalalığında, unutulmaya çalışılan yalnızca sonu gelmez bir savaşımın duraksatıldığı zorbalık ve suçluluk kertesidir.

O zaman Tanrı’ya yakınlaşma çabamız daha bir mesafeler açar, savurur bizi uzaklara. Karşı kıyılara düşmüş, zulmün payandası olmuş, ahlâk ve akıl fukaralığını içselleştirmiş, sömürgen söylemin bir parametresine dönüşmüş oluruz. Tercihimiz sadece zorbalar ve zorbalıklar arasındadır, kendi aklımızla düşünemeyiz, kendi yüreğimizle duygulanamayız çünkü. Ödünç, iğreti bir benlikle temsiliyetin şaşkınlığı içerisinde bocalar, önümüze konan nesnelerle, yasalarla, tutkularla, sıkıntılarla oyalanır dururuz. Bize ait değildir bu dünya, ama bir benlik bönlüğü ve yabancılığı içerisinde, biz diyebileceğimiz bu aidiyet konsepti de yoktur ortada. Ne paylaşacak bir yürek, ne üretken ya da eleştirmen bir akıl, ne aşka adanacak bir hayat. Yalnızca bir yaşama emaresidir tutunabileceğimiz ve avunabileceğimiz bir yurtluk müsveddesi. Kimin elinden tutabiliriz ki, bu masumiyetini yitirmiş dünyada. Sindirilmiş mağlubiyet çünkü en ahlâkdışı, en kirletici kertedir. İster evetleyelim, isterse karşı koyalım. Belki de o zaman ve benzeri durumlarda ölüm bir kaçış, bir ret, edilgence de olsa bir kurtuluş seçeneği sunar bize; insanlık dışı bir derekeye düşmekten ve onursuzca yaşamaktansa, vuruşarak çekiliriz hayattan, belki geriye onurlu bir direnişin öyküsünü ya da fotoğrafını bırakarak, belki de hiçbir iz bırakmadan sessiz sedasız bir şekilde, ama onurumuzdan hiçbir şey kaybetmeksizin!..