Liberal Avrupa Sosyal Avrupa'ya Karşı

İtalya’da iki milyon civarında insanı 23 Mart günü sokağa döken iş kanunu reformu tasarısı, ilk bakışta incir çekirdeğini doldurmayan bir sorun gibi algılanabilir. Berlusconi hükümetinin değiştirmek istediği iş kanununun 18. maddesi yılda ortalama birkaç yüz civarında ücretliyi ilgilendiriyor.

Sendikaların değişmesine şiddetle karşı çıktıkları ve uğruna, işveren konfederasyonu Cofindustria’nın genel kongresinin toplanacağı 12 Nisan günü tüm İtalya’da genel greve gitme tehdidinde bulundukları bu madde, uzun mücadelelerden sonra 1970’de yürürlüğe girdi. 15’ten fazla işçi çalışan işyerlerinde, işten çıkarılan işçiye yeniden işe alınmak için mahkemeye müracaat etme hakkı tanıyor. Eğer mahkeme işten çıkarmanın “haksız bir nedene” dayandığına kanaat getirirse, işverenin o işçiyi yeniden işe almasını zorunlu kılıyor. Berlusconi hükümetinin geçen Kasım ayında sunduğu emek piyasası reform paketi içinde yer alan 18. madde değişikliği, yeniden işe alma mecburiyeti yerine tazminat getiriyor. Üstelik deklare etmediği işçileri deklare edenler ve bu nedenle 15 ücretli sayısını aşan işyerlerini de kapsam dışı bırakıyor. Ayrıca İtalya’nın güneyinde, süreli iş akdinden süresiz iş akdine geçen işletmeleri de kapsamıyor. Görünüşte sonuçları son derece sınırlı olan bu reform tasarısına karşı, başta sol eğilimli CGIL olmak üzere, Hıristiyan Demokrat eğilimli CISL ve daha ılımlı UIL işçi konfederasyonlarının bu denli radikal karşı çıkışlarının nedenini, CISL’in genel sekreteri Sergio Cofferati tek bir cümleyle özetliyor: “18. maddeyi ve emekçilerin haklarını savunmamız lazım, çünkü bu madde şimdi bir baraj gibi duruyor; yıkılırsa, sel suları hepimizi alıp götürür”. Bu nedenle, 23 Mart günü, İtalyan sosyal tarihinde en büyük emekçi yürüyüşü oldu. Avrupa’da sosyal mücadelenin bitmediğinin ispatıydı bu yürüyüş.

Cofferati’nin işaret ettiği sel tehlikesi, emek piyasasının esnekleşmesi. Ve bu konuda Berlusconi hükümetinin İtalya dışındaki en büyük destekçisi Tony Blair. Yeni İşçi Partisi’nin genel sekreteri, 15 Şubat günü Roma’da Berlusconi ile imzaladığı ortak metinde, tüm Avrupa’yı kamu hizmetlerinin bütünüyle serbestleştirmeye ve emek piyasalarını daha da fazla esnekleştirmeye davet ediyordu. Berlusconi’ye yakın sağcı gazete Libero, bu metni “Blair’in politikası, bundan böyle tek bir yol olduğunu ve bunun da liberal yol olduğunu gösteriyor” yorumuyla duyurdu.

1998’de Sosyalist Enternasyonal’in kendini lağvederek bunun yerine “Merkezin Enternasyonali”nin kurulmasını öneren, sol ve sağ kavramlarının artık bir anlamı kalmadığını iddia eden, kamu okullarının, hastanelerin ve Londra metrosunun özelleştirilmesine karşı direnenleri “sabotajcı” olarak tanımlayan Blair’in liberalizminin kazandığı en güçlü ittifaklardan biri Berlusconi koalisyonunun faşizan liberalizmi. Bu nedenle İtalyan sendikalarının iş kanunu reformuna karşı tepkisinde 18. madde bir simge olarak anlam kazanıyor. Burada atılan geri adımın sonrasında, İngiltere’de emek piyasasının esnekleşmesinin yarattığı sosyal yıkıma İtalya’da da kapının aralanacağını herkes biliyor.

Bu liberal karşı saldırı emek piyasasıyla sınırlı değil. Blair- Berlusconi ittifakının hemen öncesinde, bir başka ittifak pekiştirilmişti. Bu kez İspanya’da muhafazakâr-liberal hükümetin başbakanı Aznar’la Blair, ilk önce Lizbon zirvesinde el ele vermişler ve Avrupa Birliği içinde kamu hizmetlerinin “serbestleştirilmesini” öngören bir dizi karar çıkarmışlardı. Geçen Mart ayında Barselona zirvesinde şiddetle tartışılan enerji dağıtımının “serbestleşmesi” önerisinin ilk adımı o zaman atılmıştı. Lizbon zirvesinde, Blair ve Aznar’ın oluşturduğu neo-liberal cephenin iki temel düşmanı olduğu ortaya çıkmıştı. Birincisi, Avrupa’nın “en az esnek” emek pazarına sahip İtalya, ikincisi ise, kamu hizmeti konusunda “jakoben, devletçi, geri kafalı” bir tavrı ısrarla savunan Fransa. Lizbon zirvesinin ardından İtalya’da Berlusconi iktidara geldi. Barselona zirvesinin ardından Fransa’da sağın iktidara gelip gelemeyeceği daha belirsiz. Ama Barselona’da da bu kez yüzbinden fazla Avrupalı emekçi, Avrupa Sendikalar Konfederasyonunun bayrağı altında toplanıp, kamu hizmetlerinin “serbestleştirilmesi”ne karşı yürüdüler. Neo-liberal serbestleştirme politikaları Barselona’da olduğu gibi, İtalya’da da emekçi kesimler arasındaki direniş azmini canlandırıyor.

Blair, kamu hizmetlerinin serbestleştirilmesi konusundaki saplantısını Lizbon zirvesinin ardından, geçen Ağustos ayında Brezilya’ya yaptığı ziyaret sırasında, Brezilya cumhurbaşkanı Cardoso’yla birlikte ifade etmekten kaçınmamıştı. Orada ise iki tarafın ortak düşmanı, Emekçiler Partisi’nin lideri Lula’ydı. Blair’in “serbestleştirme” söyleminin dozu biraz fazla kaçmış olacak ki, Brezilya dönüşünde, New Labor içinden bazı çevreler bile, serbestleyen İngiliz kamu hizmetlerinin durumunun Üçüncü Dünya ülkelerindekine benzediğini Blair’e hatırlatmak gereğini duydular.

Yaptığı ırkçı çıkışlar ve medeniyetler savaşına göndermeleriyle Avrupa Birliği içinde lanetli konumunda olan Berlusconi’ye yardım elini uzatan Blair, Cenova’da küreselleşme aleyhtarlarına şiddetle saldıran İtalyan polislerini alkışlayan yegâne Avrupalı liderdi. Bu polis terörüne, Avrupa dışından anlamlı bir başka destek de Bush’tan gelmişti. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, İtalyan sol partileri, Blair’in Cenova’daki küreselleşme aleyhtarlarını “gezginci anarşist kumpanyası” olarak tanımlamasını da sineye çekmişlerdi. Ama bu kez attığı adım, İtalyan sosyalistleri için bardağı taşıran son damla oldu. Senato başkan yardımcısı, Demokratik Sol Parti senatörü Cesare Salvi, Blair’in “fiilen Avrupa sağının lideri” olduğunu belirtip, New Labour’un Avrupa Sosyalistleri Partisi’nden ihraç edilmesi gerektiğini ifade etme ihtiyacı duydu. Sosyalistlerin gerçekten bu adımı atmaları zayıf bir ihtimal olsa bile, artık Blair’in “Üçüncü Yol”unda yandaşlarının sağ partiler olduğu iyice ortaya çıktı. Blair’le Üçüncü Yol manifestosunu imzalayan Schröder bile, seçim arefesinde Blair’in yanında fazla gözükmemeye dikkat etmek ihtiyacı duyuyor.

Liberal kanat Barselona zirvesinde beklediği sonuçları elde edemedi ama hezimete de uğramadı. 15’ler elektrik ve gaz dağıtımında serbestleştirme zorunluluğu kararı almaktan vazgeçip, bu konuyu gelecek 2003 ilkbaharının zirvesinde görüşmek üzere ertelediler. Sonuç bildirisi, Kaliforniya’daki elektrik dağıtımı özelleştirmesinin ardından yaşananları dikkate alarak, serbestleşmenin “kamu hizmeti zorunluluklarının tanımının yapılması, üretim ve dağıtım sürekliliğinin güven altında kalma koşullarının belirlenmesi ve kenar bölgeler ve korumasız nüfus gruplarının bu ürünlere ulaşması güvencesinin sağlanması” koşuluyla gündeme gelmesini öngörüyor. Buna karşılık, hanehalkları dışındaki tüketiciler için elektrik ve gaz dağıtımının 2004 yılından itibaren serbest bırakılması kararı alındı Barselona zirvesinde. Liberallerin Barselona zirvesinde kazandıkları konulardan birisi de, Lizbon zirvesinde alınan, 2010 yılında 15-64 yaş arasında çalışma oranını Avrupa’da %70’e çıkarma kararı ışığında, gelecek yıllarda emekliliğe geçiş yaşını ortalama beş yıl arttırma kararıydı. Bunun, şimdilik, erken emeklilik sisteminde yaş haddinin yükseltilmesiyle gerçekleştirilmesi öngörülüyor.

İtalyan Parlamentosunda rahat bir çoğunluğa sahip olan Berlusconi hükümeti, Blair-Aznar ikilisinden aldığı neo-liberal desteğe dayanarak, 18. madde konusunda kesinlikle taviz vermeyeceğini yürüyüşten hemen sonra bir kez daha ifade etmekten çekinmedi. Kızıl Tugaylar’ın, iş kanunu reformunun mimarı iktisat profesörünü öldürmelerini, toplumsal hareketin gücünü kırmak ve “terör yılları” umacısını canlandırmak için kullanmaktan çekinmeyen hükümet, büyük bir toplumsal çatışmaya girmeye kararlı gözüküyor. Bu ise, siyaset aleyhtarlığı üzerine seçim zaferini inşâ eden Berlusconi stratejisinin çelişkisini ele veriyor. Seçim kampanyası sırasında kendini, İtalya’yı bir şirket yönetir gibi yönetecek yegâne kişi olarak sunan ve siyasetin tüm saygınlığını, prestijini ayaklar altına almaya özen gösteren Berlusconi, yürüttüğü politikayla, bir yıldan az bir zaman içinde, sağ-sol çatışmasını ve onunla birlikte siyaseti birdenbire canlandırmayı becerdi. İtalya’da siyaset, merkez solla merkez sağ arasındaki renksiz ve kokusuz bir salınım olmaktan çıkıp, safların kesin biçimde ayrıldığı bir cephe savaşına döndü. Milliyetçi, liberal, yabancı düşmanı, popülist bir katı sağın geri gelişi, seçim yenilgisi şokunu üzerinden atamayan solun birdenbire toparlanmasını sağladı. 23 Mart yürüyüşünde Zeytin ağacı koalisyonunun tüm ögeleri yerlerini aldılar ve cepheyi genişletip, küreselleşme aleyhtarı hareketleri de bu kez saflarına katmayı başardılar. Berlusconi’ye karşı direnişi birkaç ay önce başlatan sanat ve edebiyat çevreleriyle emekçi kesimler buluştu.

İtalya’da emek piyasası ve hukuk merkezli alevlenen çatışma, giderek daha fazla sağ hükümetin iktidara geldiği Avrupa’da başka alanlarda da patlak verecek. 1996’da İspanya’da, ardından 1997’de İngiltere’de, 2001’de Danimarka ve İtalya’da hükümete gelen neo-liberal hükümetler listesine, 17 mart 2002’de seçimlerden birinci parti olarak çıkan Portekiz Sosyal Demokrat Partisini de bundan böyle katmak gerekiyor. Portekiz Sosyalist Partisi’ni az farkla geçen sağcı Sosyal Demokrat Parti, Mecliste çoğunluğu elde etmek için ulusalcı sağın küçük partisi Halkçı Parti’yle işbirliğine hazırlanıyor. Fransa ve Almanya’da da 2002 yılında sağın seçimleri alması durumunda, Avrupa’da güç dengesi neo-liberal hükümetlere doğru büyük bir kayma yaşayacak. Önemli yenilik, bundan böyle aşırı sağın, siyaseten şiddetli otoriter ama iktisaden şiddetli liberal bir program beslemesi. Böylece, yakın zamana kadar, iktisadî dönüşümlerin deklase ettiği emekçi kesimlerinin bir kısmını kendine çekmeyi başaran aşırı sağ hareketler, bundan böyle mülklü alt-orta sınıfların partisi olarak daha çok boy gösterecekler. Sosyal demokrat hareketlerin daha solunda yer alan hareketlerin önünde önemli bir alanın yeniden açılması demek bu. Buna karşılık, görünen o ki, Üçüncü Yol kuramcılarının iddialarının tersine, bu gelişme, siyasetin merkezden yönetilmesi ve bir işletme yönetimine benzemesine değil, toplumsal sorunların çok daha güçlü biçimde siyasetin merkezine oturmasına yol açacak. Neo-liberal programlar sayesinde Avrupa toplumları belki yeniden siyasal çatışmanın meziyetlerini keşfedecek ve bu çatışma dinamiğinden beslenen yeni toplumsal hamleler yeniden enerji biriktirmeye başlayacaklar. Çatışmanın verdiği toplumsal enerjiden beslenmek Avrupa tarihinin kadim bir toplumsal geleneğidir. “Tek yol, liberal yol, üçüncü yol” diyerek, neo-liberal yıkım politikasını gündeme getirenler, sınıf çatışmasını da yeniden gündeme kendilerinin getirdiklerini acaba düşünüyorlar mıdır?

AHMET İNSEL