AB Süreci ve Milliyetçilikler

17 Aralık 2004 ertesinde ülkemizde Türk milliyetçiliği -biraz da beklenmedik biçimde- bir kabarma süreci yaşıyor gibi. Burada “gibi” kelimesi, onun taşıdığı tehlike ve tehdit dozunun azlığını kesinlikle imâ etmemekte; sadece sürecin şimdiye kadar tanık olduklarımızdan “alıştık”larımızdan hayli farklı olduğunu belirtmek içindir.

Olguyu beklenmedik gibi gösteren şey, bunun AB’ye üyelik müzakerelerinin başlaması gibi son derece kritik bir dönemecin öncesinde değil de ertesinde “zuhur etmiş” oluşu. Gerçekten de eğer bu milliyetçilik dalgası, onun temelinde yer alan “millî devlet”in kaçınılmaz bir törpülenmeye uğrayacağı AB’ye katılımın resmen taahhüt edildiği 17 Aralık öncesinde kabarmış olsaydı, bunu normal/doğal bir tepki olarak niteleyebilirdik. Oysa bu dönemde AB’ye üye ülkelerde Türkiye’nin katılımına karşı olma temelinde milliyetçilik rüzgârları eserken; Türkiye’de bunu da kanıt göstererek aşırı bir çaba gösterebilecek olan her türden milliyetçi akım karşı oluş veya şüphe gerekçelerini mırıldanmakla yetinmekte; ne onlarda ne de toplum çoğunluğunda kitlesel eylemlere kalkışmak gibi bir istek görülmekteydi. Büyük çoğunluk aksine bu milliyetçiliklerin öne sürdüğü AB’ye girmekle “millî devlet” ve kimliğin hangi tehlikelerle karşılaşacağına dair argümanları sessizce dinlemekte ve katılım sürecinin resmen başlatılması kararını heyecanla beklemekteydi. Başta AKP hükümeti olmak üzere, AB’ye katılıma milliyetçi endişelerle karşı çıkışları kınayanların tutumuna hak veren bir hava hüküm sürüyordu ülkede.

17 Aralık ertesinde bu hava sessiz, ama hızlı biçimde adeta tersine döndü. Bunda tarihî karar öncesi zirve görüşmelerinin son derece çetin geçmesinin, Türk tarafının masayı terk noktasına bile gelişinin payı vardır elbette, ama nihayet onca beklenen sonuç alınmıştır ve AKP hükümetinin yine de Brüksel’den en azından “ne de olsa başardık” havasıyla dönmesi gerekirdi. Oysa hükümet önceleri renk vermemekle birlikte kısa bir süre sonra neredeyse yaptığına pişmanmış gibi bir tavra girdi ve iktidara geldiğinden beri “muhafazakâr demokrat” kimliğinin demokrat ögesini ön plana çıkaran bir tutum içindeyken şimdi artık “muhafazakâr”lığını kuvvetle hatırlatan bir uslûba yöneldi.

Ama buna rağmen, 2005’in ilk aylarından itibaren belirginleşen Türk milliyetçi kabarışın nedeni AKP hükümetinin bu tavrı değildir. AKP hükümeti 17 Aralık’ta Brüksel’de Avrupalı liderlerin Kıbrıs konusuna odaklanan dayatmalarından uğradığı hayal kırıklığı ile, muhafazakârlığının mayasındaki milliyetçiliğin Avrupa’ya karşı kuşku ve komplekslerini zaptedemeyen bir tutuma girebilir dense bile; 17 Aralık sonrası milliyetçi kabarış böylesi bir “dışa/Avrupa’ya karşı” bir hınçla değil, içe, içteki düşman(lar)a, özellikle de Kürtlere -ve kısmen’de Ermenilere, Yahudilere, masonlara, dönmelere...- yönelik hınç gösterileriyle dışa vurmaktadır kendini.

Hükümetin milliyetçi-muhafazakâr tutumu da “içe dönük”tür. İktidara geldiğinden beri geçmiş merkez sağ hükümetlerin “devletçi” söyleminden olabildiğince uzak durmaya çabalamış olan AKP, bu son dönemde özellikle güvenlik güçlerinin keyfî uygulamaları ve aşırı şiddet kullanmaları ile karşılaşıldığında, o terk edilmeye çalışılan dille konuşmaya başlamış, “polisin tahrik edildiği”nden, dayak yiyenlerin “terörist” olduğundan, bunları haber yapanların “ülkeyi jurnalledikleri”nden dem vurur olmuştur. Türk millî devletinin bir diğer kurumu da, askere, “gerek gördüğünde iktidarı alenen eliştirme” “hak”kını veren o yazılı olmayan sivil-asker (devlet) iktidar ortaklığı mekanizması da çalışmaya başlamış, örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın hayli ağır eleştirileri eski hükümetler gibi pekâlâ sineye çekilmiştir. Yabancıların toprak ve gayrımenkûl sahibi olmalarına cevaz veren kanunun başına gelenler ve azınlık vakıflarının el konulmuş mülklerine dair yönetmelikler bu cümledendir ve hükümetin milliyetçi rüzgâra yüzünü dönmesinin “ürün”leridir. Başbakan’ın Güneydoğu’ya yapması planlanan siyasal jest ziyareti milliyetçi cenahın ve dalganın tepkisini çekmemek için gerekçe gösterilmeksizin iptal edilmesi de öyle.

Dolayısıyla hükümeti de içine alan bu son milliyetçi kabarış dalgasının kaynağını ve mahiyetini kavrayabilmek için katılanların tümünü kapsayan, tümüne nüfuz etmiş olan bir faktöre, Türk milliyetçiliğinin 17 Aralık’taki kritik eşik/dönemeçteki haline, onu oluşturan bu ülkeye özgü ögelerin bu durumda nasıl işlediklerine bakmak gerekir. Bu analiz, bu kabarışın niçin hem gayet “hassas” hem de gerçek bir asabiyyeden yoksun olduğunu, şişkin ama içeriğinin tel tel dağılan, sık gözenekli bir yapıda olabildiğini, bir eylem enerjisiyle yüklü olmaktan çok aşırı bir gösterme/gösteri havası taşıdığını ve milliyetçiliğin doğasında mevcut sebep-tepki orantısızlığının bu kez niçin had safhada tezahür ettiğini açıklamaya çalışıcaktır.


Millî devlet sınırlarını tedricen silmeyi hedefleyen ve böylece ulus ve dinler ötesi bir topluluk/toplum tasarımını yürürlüğe koyan ve bunu yapmakla insanların aynı dil, din ve kültürün yaşandığı varsayımıyla “vatan”laştırıp “sahiplendikleri toprakların artık böyle olmaktan çıkacağı bir süreci açan AB projesi, milliyetçiliğin bu iki aksını törpüleme üzerine kurulu mantığıyla, geleneksel ulus-devlet milliyetçiliğiyle kaçınılmaz biçimde çelişir niteliktedir. Düne kadar Avrupa sathında birbirleriyle karşılaştıklarında kendi insanî vasıf ve kapasiteleriyle aralarındaki ilişkileri belirlemek yerine, “millî devlet”lerinin temsil ettiği tarihsel kültürel, ekonomik, askerî... güçten paylarına düşeni, yansıyanı da arkalarına alarak birbirleriyle açık veya zımni bir hiyerarşinin içinde temasa geçen ve her halükârda kendi vatanlarında daha avantajlı olduklarının bilgisiyle bugüne gelmiş insanlar, bu ikinci faktörün ortadan kalkacağı bir süreci, şüphesiz kendi konumlarını o gelecekte tasarlayarak değerlendireceklerdir.

Büyük ölçüde endüstri ötesi olacak o gelecekte, sahip olduğu veya olabileceği üretken-yapıcı nitelikleri/sermayesi ve salt insana özgü değerleri ile pekâlâ, en az şimdiki kadar rahat bir yeri, konumu olacağından emin olanlar ile olamayanlar bu değerlendirmede teşekkül edecek saflaşmanın iki kutbunda yer alacaklardır elbette. Ülkelerinin AB’ye katılımına karşı çıkan veya kuşkuyla yaklaşanlar bu ikincilerdir ve tutumlarını şu veya bu biçimde milliyetçiliğe yaslamışlardır. Bunlar Avrupa’nın “büyük, güçlü, üstün” milletlerine mensup olup hem vatanlarında hem dışarıda, kendi öz müktesebatıyla değil, milletinin o sıfatlarla tanımlanan müktesebatının verdiği avantajı -bir tür rantı- yitirmek istemeyenlerin sergilediği üstün-güçlü ulus milliyetçiliğine sarılanlar -ki özellikle kendi vatanlarında kendileri ile aynı kapasiteye sahip “yabancı”ların rekabetinden, onlarla eşit hakka sahip olma durumunda olmalarından endişelidirler- olabileceği gibi; “güçsüz” ulusların “büyük”lerin hegemonyasında eriyip “yok olacağı” korkusuyla varolagelmiş ve bunu kendi bireysel varoluşu içinde geçerli sayan küçük ülke yurttaşlarının “millî devlet korumasına muhtaç kesimlerinin milliyetçiliği biçiminde de olabilir.

Dolayısıyla Birliğe katılım sürecinde “büyük”, “küçük” tüm uluslarda ortaya çıkan milliyetçi dirençlerin temelinde, çekirdeğinde, ait olduğu millet söz konusu olmaksızın herkesin eşit haklarla, kendi birey veya topluluğunun maddi manevi fonksiyonları, kapasiteleri ölçüsünde bir konum edinmeleri perspektifine karşı olma fikri yer alır. Milliyetçilikler bu karşı çıkışı kendi bireysel, grupsal çıkarı üzerinden değil, bunu örtecek bir millet tanımı üzerinden ifadeye, böylece genel çıkar adına konuşma imkânı vermeye uygun olduğu için o dirençlerin ideolojik mecrası olabilmektedir.

Öte yandan miliyetçilik, siyasal düşünüşün bir boyutu olmanın ötesinde bir toplum -düzen- tasarımına kadar götürülebildiğinde, bazı kesimler için bir işlev ve dolayısıyla varlık, varoluş nedenlerinin bizatihi temeli haline gelir. Bunlar kendileri o işlevlerini yitirdikleri, yapamaz hale geldiklerinde “millet”in “yok olmuş” olacağını iddia eden özel bir ideoloji oluştururlar. Bu, bir sürünün onu sürükleyen çeşitli derecede sürü önderleri, koruyucuları olmadığında dağılacağını gösteren canlı doğa durumunun insan toplumuna adapte edilmiş biçimidir. Kendini bu işlevde -veya aday- görenler, başka bir işlev de göremez olanlar ile, özel bir koruma altında olmaksızın kendine biçtiği sınırlı yaşam imkânını bile sürdüremeyeceğini kabûllenmiş bir varoluşsal zaafla malûl bireyleri kendine çeken soy -ırkçı- ideolojiye de kolaylıkla açılır. Sürü halinden mülhem bu milliyetçiliğin ideali olan üniform sürü mensupları ile şef ve koruyucuların “doğal” birlikteliği şemasında, aynı gözle gördüğü öteki milletler ve mensupları ile eşit haklı bir platormda -hele karışarak- yer almak, kaynağındaki o doğa “mantığı” gereği düşünülmesi bile sapkınlık sayılan bir şeydir.

Dolayısıyla AB -veya mümkün başka birlik- süreçlerinin yarattığı, yaratacağı, halleşmek zorunda kalacağı bu milliyetçiliklerin tepki dalgasını oluşturan çeşitli akımlar, bir çeşit haklar platformunu “ilke olarak” reddeden soy milliyetçilikler ile “millî” avantaj veya koruma faktörünün maddi ya da manevi “mekanizma”larından yoksun kalmaktan veya bunların etkisinin azalmasından kendi hesaplarına endişe duyan konjonktürel denilebilecek milliyetçiliklerinin toplamından, karmasından oluşmaktadır.

Burada ilginç olan ve milliyetçiliğin “doğa”sını açığa vuran nokta bu milliyetçiliklerin Birlik sürecinin aslî savunucularına, yürütücülerine dönük, doğrudan onları itham eden bir söylemden ziyade, tepkilerini bu süreçten kendileri zararına yararlandığını, yararlanacağını varsaydıkları -şimdilik- kendilerinden daha zayıf, azlık veya düşük konumdaki topluluklara, “millet”lere veya mensuplarına yönelik bir ideolojiyi benimsemiş olmalarıdır. Milliyetçilik millî devletlerin teşekkül sürecindeki ilk biçimleniş halinde, “öteki” eşdeğer “güç”te diğer -komşu- milletler veya Yahudiler -ya da onların varlık ve konumundan rahatsız olmayan her türden elitler- gibi güçlü iç “azınlık”lardı. Ve tepki bu kesime yani “yukarıya” dönüktü. Oysa şimdi tamamen farklı, özetle “dikey” değil, aksine “yatay” hattâ, aşağı dönük bir tepki biçimi söz konusudur.

Birlik sürecinde ortaya çıkan milliyetçilikler, ister Alman, İngiliz veya Fransız milliyetçiliği gibi “güçlü üstün” sıfatlı milletlerde, isterse Danimarka, Yunanistan vb. “küçük” uluslarda olsun, büründüğü yabancı düşmanlığı ile ülkelerinde yerleşmiş güçlü/üstün ulus mensuplarına değil, daha yoksul veya “aşağı” ulustan yerli ya da göçmen toplulukları konu-hedef alarak, istisnasız aynı şema içinde davranmaktadırlar. Türkiye için de aynı şemanın geçerli olduğunu, Türkiye’nin Birliğe katılım sürecinde kabaran milliyetçiliğin tepkisini Kürtler, Ermeniler, Yahudi-“dönme”ler üzerine “boşaltmaya” yönelik olduğuna değineceğiz.

Bunun, söz konusu milliyetçilikler açısından temel nedeni, az önce bahsettiğimiz “Birliğin aslî savunucuları”nın temsil ettiği “güç”ün, bunlara göre karşı konulamazlığıdır. Burada işaret edilen “güç”, esasında birbiriyle örtüşmesi gereken ama tarihsel koşullar içinde birbirleriyle yanyana ve çoğu kez de çatışarak karşılıklı gelişmiş iki unsurun toplamıdır, özetle ifade edilecek olursa. Birincisi insan türünün ayırdedici -zihnî- vasfının, doğaya, nesnelere dönük üretici-yapıcı, yaratıcı etkinliğinin imkân ve araçlar olarak ulaştığı düzeyi ifade eder. İkincisi ise aynı vasfın insanın kendi varoluşuna, birbirleriyle ilişkisine türün geleceğinin mükemmelleştirilmesi sorununa dönük etkinliğinin türettiği moral, etik değer ve kıstaslar alanını tanımlar.

Birinci güç unsurunu, düzeyini temsil edenler, yani insanlığın ulaştığı etkinlik kapasitesinin kullanım araç ve usûllerini belirleyen kaynaklarını yönlendirenler, kısaca siyasal ve ekonomik düzenin tepesinde yer alanlar Birlik projesinin de tepesindedirler, onun “mühendisleri”dirler. Bunlar “sahibi” ve yönlendiricisi oldukları post-endüstriyel araç, kaynak ve dinamiklerin, bunların sunduğu “business” kapasitesinin ve bunların gerektirdiği stratejik hesapların mantığında Birliği ve onun genişlemesini bir zorunluluk olarak görmekte ve teşvik etmektedirler.

Tümü de “çok-uluslu” olan büyük şirket ve banka yönetimlerinin, yüksek devlet bürokrasilerinin ve “devlet adamı” payeli siyasetçilerin “sahipliği”nde ve denetiminde olan, bilim ve teknolojinin her hamlesinde daha da büyüyen bu maddi güç, 1980 sonrası milliyetçiliklerin tüm kozmopolitliğine rağmen “düşman” kategorisine sokulmaz, tepkilerin hedefi olmaz. Bunlar adeta doğanın güçleri -yağmur, rüzgâr, deprem- gibi, varlığı ve işlevi önlenemez müdahale edilemez ve sadece korunmak ve mümkünse yararlanabilme imkânları araştırılabilecek, empoze ettiği “yasalar” veri sayılacak bir tür üst varlık kategorisindedir. Milliyetçiliklerin temelinde olan ve insanlar, toplumlar arasında da geçerli olduğuna, olması gerektiğine inanılan “doğa yasası” nasıl ki, bir türler arası hayat -güç- mücadelesinden söz etmekle birlikte; bu mücadelenin birbirine yakın güçler arasında olduğunu, aralarında aşırı bir güç orantısızlığı olan türlerin birbiriyle mücadele etmeyip, zayıfın aşırı güçlüden korunmak ona yem olmamak için uğraştığına; güç mücadelesi için enerjisini gözüne kestirdiklerine yönelttiğine işaret ederse; doğa yasasına güç mücadelesine inanan neo-milliyetçilikler de bu “yasa”nın gereği olarak aşırı güç sahipleri karşısında ezik, korku ve hayranlık karışımı bir duygu-düşünüş içindedirler. Ve doğrudan oradan kaynaklanan bir etkinlik, felaketlerine yol açsa da tepkileri ancak aşırı güçlüye yem olmuş bir canlının haykırışları türünden olabilir.

Avrupa Birliği gibi tasarımların ikinci aslî savunucu “kategorisini oluşturanların” temsil ettiği güç, insanı, salt insana özgü boyutunda tanımlayan bir varoluş durumuna ve bunun geliştirilmesine tekabül eden moral, etik değerler ve bunlardan siyasal, toplumsal, ekonomik hayata yön vermek üzere türetilen ölçüt, ilke ve normlardır. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi değerler, milletin değil insan türünün -o değerlerin gelişmesi ile birlikte- birliğini sağlama ideali, insan hakları, evrensel hukuk, demokrasi gibi içerikleri sürekli geliştirilmeye, derinleştirilmeye açık ilke ve normlar bu “güç”ün uygulama “araçları”dır.

Az önce de değinildiği gibi Birliğin maddi gücü temsil eden aslî savunucuları ile Birliğin “mimarı” denilebilecek bu “gayrı maddi” “güç” temsilcileri arasında bir örtüşme ilişkisi var sayılamadığı gibi, Birlik zemininin nasıl sağlamlaşabileceği, gelişmesinin ve büyümesinin hangi kıstas ve amaçlara göre yönlendirileceği konusunda da -aslında çok ciddi olması gereken- farklılıklar, yer yer ihtilaflar vardır. Çoğunluğunu Avrupa’nın sol partilerinin, kısmen de klasik liberallerinin oluşturduğu bu kesimin temsil ettiği güç türünün bahsedilen niteliği, mevcut durumu itibariyle bir hayli eğilip bükülmüş, örselenmiş ise de, ciddiye alınması gerekecek ölçüde korunabilmiştir de.

Bu “güç”, milliyetçiliklerin her durumda asıl saldırı hedefidir. Çünkü milliyetçilik eşitlik başta olmak üzere hiçbir insanî değer içermeyen doğa referanslı karakteri ve belirli bir toplulukla -millet- sınırlı bir “özne”ye odaklı oluşu ile o “güç”ün temel niteliği ile uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Dolayısıyla AB’nin öteki, maddi gücü temsil eden “kurucu” gücüne yöneltemediği tepkiyi de bu “insanî” -değer- referanslı, evrensel bir özneye kurgulu güce olan “doğal” tepkisine ekleyen bir söylemle ifade eder kendini.


Türkiye’nin AB’ye katılımı gündeme geldiğinde, bu “millî devlet” ve milliyetçiliğe atıfla karşı çıkanlar, tepkilerini katılımı isteyen “büyük” maddi güç sahiplerine değil; insan hakları, demokrasi... gibi kurum ve normların bu ülkede de kökleşmesi için katılımı savunan çevrelere yöneltirlerken milliyetçiliğin bahsettiğimiz o ortak tutumuna uygun davranmaktaydılar. Ancak bunu yaparlarken “küçük” bir farklılık göstermekte ve bu fark da Türk milliyetçiliğinin “özgün” yanını açığa vurabilmekteydi.

Şöyle ki; hatırlanacağı üzere, konu 1990’larda gündeme geldiğinde; AB’yi sadece onun kurucu unsurlarından birinin - büyük maddi güç sahiplerinin- eseri ve tasarımı olarak gören küçük sol-devrimci gruplar ve onu “Hıristiyan Kulübü” sayan dinî akımlar dışında her parti ve akım, dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğu desteklemişti. Millî devlet muhafızı resmî milliyetçilik ve soy milliyetçilik de AB’nin sivil yönetim, insan hakları, demokrasi konusundaki önşartlarından “huzursuz” olduklarını belirtmekle birlikte katılımı reddetmediklerini ilân etmekteydiler. Aslında bu tavır Türkiye toplumunun genel ortalama tavrını yansıtmaktaydı. Resmî soy milliyetçiliğin karışımı olan popüler yerleşik milliyetçi yaklaşımın bu tavrı; AB’ye katılımın sağlayacağı umulan maddi kazançlarından mahrûm kalmama arzusu ile kendi çabası ile oluşturamadığı idari, hukuki siyasal norm ve kurumları bir “Avrupalı dayatması” olarak kabûllenmenin sıkıntısının bileşimi idi. Gerçi o norm ve kurumların bizim de istediğimiz, ihtiyacımız olduğu söylenmekte ise de; önkoşul olarak talep edildiğinde özelikle dinî azınlıklar ve Kürtler gibi “fiilen” ikinci sınıf yurttaşların durumu üzerinden gerekçelendirildikleri için, hem “millî devlet” muhafızlarınca “bölücü” bir niyet atfediliyor hem de popüler -sıradan- milliyetçiliğin bu fiilî eşitsizliği “doğal hakkı” sayan düşünüş biçimini “rahatsız” ediyordu.

“Körfez depremi” esnasında hem millî devletin fizik -askerî-güç dışındaki derin zaafını hem de Batı Avrupa’nın yardım çabalarının çapını ve etkinliğini gören toplumumuz, özellikle de bunlara doğrudan tanık olan bu ve civarındaki bölge orta sınıfları -ki Türkiye’nin omurgasıdırlar- için bu olay, hayli ciddi bir düşünce değişimine yol açtı. Popüler milliyetçiliğin bir önceki paragrafta bahsedilen rahatsızlıklarını, “Avrupa’nın gizli niyetleri”ne dair kuşkuları büyük ölçüde dağıttı ve dolayısıyla da Türkiye’nin AB’ye katılım yönündeki çabalarını hızlandırdı. Körfez depremi ertesinde işbaşında olan MHP’li ve “sol milliyetçi” DSP’li koalisyon hükümeti bile bu dalgaya uyma zorunluluğunu hissedip AB’ye katılımın gerekleri için ağırdan alma tutumunu değiştirdiler.

AKP’yi kuruluşunun daha ikinci yılını doldurmadan, büyük bir oy oranı ile iktidara taşıyan ve onu odağına AB’ye üyelik koşullarını yerleştiren bir programla hükümet etmeye iten aslî faktör de bu “sessiz” dip dalgasıdır.

17 Aralık’ta bu dalga ilk hedefine ulaşmıştır. Ama yeniden belirtmek gerekir ki, bu popüler Türk milliyetçiliğinin düşünüş tarzı çerçevesinden taşmayan, onu oluşturan ögelerin yer ve ağırlık değişiminden kaynaklanan bir dip dalgası idi. Düşünüş yapısının kendisinde bir değişim değildi ve dolayısıyla bir menzile vardığında yapının kendi içinde bir “muhasebe” süreci yaşanması kaçınılmazdı.

17 Aralık sonrası durum bu “muhasebe”nin sonuçlarını yansıtmaktadır.

Türk milliyetçiliğinin “yapı”sındaki özgünlük bahsine buradan girebiliriz.

Türk milliyetçiliğinin doğuşunda, başlıca etkenlerden birinin Osmanlı’nın son dönemindeki azınlık milliyetçiliklerine tepki olduğu bilinir. Bir diğer etken ve belirleyici ise bu akımın Batıcı -moderleşmeci- perspektif içinden şekillenmiş oluşudur. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği Batı’daki -Avrupa- örnek aldıkları gibi kendisine denk veya daha güçlü milletleri ötekileştirerek, onları düşman ve rakip sayarak şekillenmiştir denemez. Onun o doğuş ve hattâ sonraki döneminde de “Batı” -lı milletler- “düşman” ve öteki olmaktan çok, öykünülen, model alınan bir “ileri” düzey konumundadır. Türk milliyetçiliğinin oluşumunda o denk veya daha güçlü düşman millet işlevi - o da 1950’lerle birlikte- SSCB’ye yüklenildi ama SSCB’nin “komünist”liği de Türk milliyetçiliğinin Batı’yı komünist-sosyalist partileri, hukuki eşitlik ve sosyal adalet mekanizmaları ile bir bütün olarak model alma boyutunu kısırlaştırdı.

Türk milliyetçiliğini eşitlik kavram ve kriterine karşı bir kat daha karşıt kılan bu noktaya şimdilik değinmekle yetinip asıl konuya dönecek olursak; modernleşme yolunda epeyce bir mesafe kat ettikten sonra 1960’lar ve sonrasında Batılı milletleri de düşman sayan bir söylemi de içerir hale gelen genel Türk milliyetçiliği, bu “aşama”ya geldiğinde yine de Batı’yı kendisiyle eş veya “mücadele edileceği” bir güç sayıyor değildir. Aksine modernleştikçe aradaki büyük güç farkının azalacağı yerde arttığını, daha da önemlisi niteliksel, dolayısıyla daha zor kapanır bir fark haline geldiğini görerek modernleşmenin toplumda bir kültür çatışmasına kimlik krizine yol açan sosyo-politik boyutunu haklar, özgürlükler, değerler “faslı”nı bir yana bırakmayı yeğlemiştir. Daha önceleri esas olarak askerî- fizik güce tahvil edilerek algılanan Batı’nın bilimsel, teknik ve özellikle ekonomik gücünün başlıbaşına ve diğer -askerî, diplomatik- gücünü de yaratan güç olduğu kavranabildiği ve güç farkının bu düzeyde kapanamayacağı, ona tâbi olmaktan başka yol olmadığı teslim edildiği ölçüde, genel Türk milliyetçiliği, bir anlamda doğuş koşullarındaki durumuna geri dönmüştür. Şüphesiz önemli olanın ekonomi olduğu “bilinci”yle.

Dolayısıyla milliyetçiliğin gereksindiği “düşman” işlevi azınlıklara, gizli neredeyse şeytani güçler atfedilen marjinal gruplara veya -Yahudiler gibi- “genel geçer” düşman figürlerine yüklenmiş, o dönem milliyetçiliğinin Batı üstünlüğünü gıpta ve kompleksle kabûllenmiş havası yeni biçimiyle depreşmiştir.

Son aylarda yaşanan milliyetçi kabarışın iç mekanizması böyle özetlenebilir. “Önemli olan ekonomidir, ekonomik kazançlardır” düsturuna göre davranmayı epeydir “sindirmiş” bir toplumdaki kabarıştır bu. Ve o yüzden de AB’ye katılıma -umulan refah yükselişi, fon, kaynak aktarımları, ticari hesaplar nedeniyle- asla açıkça karşı çıkmayan bir “Batı karşıtlığı”nın gölgeleri ile bezelidir. Batı’nın üstünlük işaretleri olarak algılanabilen “kriterleri”ne karşı, böyle algılandığı için duyulan tepki, o kriterlerin uygulanmasından en fazla yararlanacağı düşünülen kesimlere duyulan hıncın açıkça dile getirilmesiyle dışa vurulmaktadır. Ama aynı zamanda da, 17 Aralık arefesinde üye ülke halklarının tümünde senkronize bir kampanya gibi yürütülen Türkiye karşıtı girişimleri, burada kullanılan küçümseyici, aşağılayıcı ifadeleri, o toplumların en alt kesim temsilcilerinin bile takındığı “üstün” konumda konuşma havasını dikkatle seyretmiş, bunlar yüzyıllar öncesinin önyargılarına bulanmış biçimde sergilenirken duyduğu iç burkulmalarını pek de dışa vurmamış bir toplumun -dolayımlı- tekisini yansıtmaktadır. İçeriğinin ögeleri birbiriyle uyumsuz, çelişik ve ancak teyellenmekle birarada durabiliyor gibi olduğu için bu denli “hassas”tır; o yapısıyla kararlı, kapsamlı, tutarlı bir eylemlilik üretemeyeceği için jestler ve “gösteri”lerle tatmin olabilmektedir. İçinin teyellenmişliği kolayca kabarmasını mümkün kılmakta, ama davranış kararlılığından ve iç enerjiden yoksunluğunu da açığa vurmaktadır.

Bu peltemsilik, bu kabarışın yöneleceği hedeflere sertlikle vurma özelliği taşımadığı izlenimini verebilir, ama kolayca yayılabilirliğinin eş, hattâ daha ağır sonuçlar yaratabilecek bir boğuculuk demek olduğu da unutulmamalıdır. “Ermeni soykırımın 90. yılı” kampanyaları gibi kritik eşiklerin de yaşanacağı şu önümüzdeki birkaç ayın sonunda “Türkiye”nin kendi milliyetçiliğinin “ateş”i ile imtihanından nasıl bir alınla çıkacağını göreceğiz.

Başımızın öne eğilmemesini, yüzümüzün kızarmamasını diliyoruz sadece.