Irak: Direnişin Ahlakı ve Zarkavi

Ebu Musab El-Zarkavi’nin öldürülmesi Saddam Hüseyin sonrası işgal altındaki Irak için önemli bir gelişme olduğu kadar, bu ölümün ülkedeki direniş/isyan/terör gibi farklı terimlerle açıklanan, bakış açısına göre değişen hareket/mücadele tarzlarını nasıl etkileyeceği merak konusu.

İşgal altındaki bir ülkede, işgale karşı direnmek o ülkede yaşayan insanların ya da o işgale içeriden ya da dışarıdan destek verenlerin en doğal hakkı olduğu bilinir. Ancak bir direnişin meşru olup olmadığı, başvurulan yöntemler ve uygulanan politikalara bağlı olarak tartışılabilir. Her işgalin kendine has insanlık dışı uygulamaları olduğu gibi, işgale karşı çıkıp direnenler “işgale karşı olmak” ortak paydasında birleşseler de tarihin farklı dönemlerinde, dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı ideolojik temellerden hareketle farklı yöntemler kullanmışlardır. Bir direnişin meşruiyeti de işte bu yöntemlerle değerlendirilmelidir. Sorulması gereken, bir direnişin, işgalcilerin yöntemlerini benimseyip benimsemediği, terör, katliam dahil olmak üzere işgal güçleriyle benzer hareket tarzını uyguladıklarında bunun ahlaki olup olmadığıdır. Tabii ki savaş, işgal gibi durumların doğası itibariyle kendi içinde her türlü kanlı/kirli yöntemleri barındırdığını unutmadan.

Karşı çıkış hareketlerinin ontolojik çelişkisi de işte burada, direnişin stratejisi ile taktiksel yöntemleri arasındaki inci çizgide yatar. Geçtiğimiz ay Irak’ta öldürülen liderliğini Ebu Musab El Zarkavi’nin yaptığı Irak El-Kaidesi’nin “eylemlerini” de bu çerçevede ele almak gerekir. Aksi takdirde işgal altındaki bir ülkede, “işgale karşı her eylemin mübah olduğu” anlayışı, hem o hareketi, hem eylemlerin meşruiyetini ve hem de ortak mücadele alanı ile halk desteğini sorunlu kılar. Şiddet, pasif direniş, sivil itaatsizlik ve benzeri mücadeleler dışında genelde direniş hareketlerine içkin bir durum olup, yöneldiği hedefler ve sonuçlarla kendisine destek ve meşruiyet sağlar.

“ULUSLARARASI İSLAM TUGAYLARI”

Irak’ta işgalin ilk dönemlerinde direnişi üç ana grup yürütüyordu. 1. Şiiler (Mehdi Ordusu) 2. Sünni gruplar (Liberaller, Komünist Partisi’nden kopanlar, milliyetçi Araplar, Saddamcılar ve Saddamcı olmayan Baasçılar) 3. Radikal İslamcılar (El-Kaide bağlantılı Tevhid ve Cihat, 12 örgütü bir çatı altında toplayan Irak İslam Ordusu, Felluce merkezli Ensar ül İslam). İlk başlarda dağınık görüntü sergileyen direnişçiler, sonradan, bir merkezden yönetilmeseler de organize eylemler düzenlemeye başladılar. Özellikle Sünni üçgenindeki gruplar, ulusalcı ve Baasçıydı. Ancak, işgalin her türlü eyleme açık bir alan haline getirdiği Irak’ta bu gruplar içinde de İslami söylem ağırlık kazanmaya başladı. Bunda direniş gruplarının Saddam Hüseyin ve eski Baasçılara yönelik tepkilerinin de etkisi kadar işgal güçlerinin insanlık dışı uygulamalarının da büyük etkisi oldu. Bu gruplar dışında ise yine işgalin yarattığı ortam, radikal İslamcı olarak nitelendirebileceğimiz El-Kaide unsurlarının ülkeye sızmasını geciktirmedi. Özellikle, direniş gruplarının belli bir yapılanmadan; program ve stratejiden yoksun olmalarının da etkisiyle ortaya çıkan boşluğu “yabancı savaşçılar” ya da Afganistan’da yetişen, Bosna, Cezayir, Çeçenistan’da savaşan bir nevi “uluslararası İslam tugayları” olarak da adlandırabileceğimiz unsurların küçük bir kısmı ve bu unsurların bir sonraki kuşağı tarafından dolduruldu. Yeni kuşak El-Kaideciler ya da El-Kaide anlayışını kabul edenler Irak’ta bazı bölgelerde inisyatifi ele geçirdi. Şu anda farklı isimler altında varlık gösteren 80’e yakın grubun bulunduğu Irak’ta ana ekseni oluşturanların sayısı 20’yi geçmiyor.[1] Bunlar arasında militan sayısı olmasa da etki anlamında en önemli grubun sonradan ismini Irak El-Kaidesi olarak değiştiren oluşum olduğunu söylemek yanlış olmaz.

ZARKAVİ’NİN YÜKSELİŞİ

Irak’ta örgütten çok, bir ideoloji olarak El-Kaide’nin varlığı söz konusu. Hatta El-Kaide’den çok belki de El-Kaidecilik ya da El-Kaideizmden söz edilebilir. Çünkü Bin Ladin ve yandaşları halihazırda varolan radikal İslamcı gruplar arasında bağlar kurmuşlarsa da hiçbir zaman genelde tasavvur edildiği gibi kendi içinde bütünlüğe sahip bir terör şebekesi oluşturamamışlardır. Irak El-Kaidesi ve Zarkavi’nin öyküsü de bunun önemli göstergelerinden birisi. Afganistan’ın ardından Kaideciler yeni mücadele alanı olarak Irak’ı merkez üs seçmiş durumdalar. Ancak 3.5 yıllık işgal süresince, eylemlilik, hayat alanı (bazı köy ve kasabalardaki denetim, şeriat uygulamaları, kadınlara yönelik baskılar, mezhep düşmanlığı ve uygulanan vahşi yöntemler) yaratma anlamında El-Kaideciliğin güçlendiği söylenebilir. Hatta bu durum diğer İslamcı grupları etkilemiş ve işgale karşı direnişte İslami söylemi daha ön plana çıkartmıştır. “Batı karşıtlığı, anti-Semitizm ve anti-Siyonizm üzerine oturan bir söylemle ayakta durmaya çalışan radikal enternasyonalist ideoloji, bugün ancak çok azı Bin Ladin veya çevresindekilerle somut bağlara sahip birçok birey ve grup arasında kendisine taraftar buluyor. Sadece emirlerini, modellerini ve yöntemlerini takip ediyorlar. El-Kaide tarzında hareket etmelerine rağmen El-Kaide ile aralarındaki bağlar son derece gevşek”[2] Yani, eyleme geçerken merkezden, Bin Ladin’den emir almadan kendi başlarına hareket eden, ama Kaidecilik adına eylem yapanlar, tıpkı Zarkavi gibi yereller. “Yani, El-Kaide’nin belirlenmiş, kesin bir politik stratejiye dayanan bir takvimi varmış gibi görünmüyor tersine oportünist ve aktivist bir vizyonu var: Bir terör iklimi yaratmak ve Afganistan’dan Irak’a bütün askerî müdahalelerin etkisiz olduğunu kanıtlamak için bir anda saldırıya geçmek.”[3]

DİRENİŞ AMAÇ DEĞİL ARAÇ

Zarkavi uzun süredir El-Kaide liderleri Usame Bin Ladin ve Ayman El Zevahir’den bağımsız davranmaya başlamıştı. Ladin ve Zevahiri, özellikle Şiilere yönelik katliamları onaylamıyor ve enerjinin ABD’ye karşı harcanmasını istiyordu. Zarkavi ise kendisine verilen Irak El-Kaidesi liderliğinde daha bağımsız davranmaya başladı. Ladin ve Zevahiri hem bu bağımsız davranma, isim olarak öne geçme ve mezhep kavgasından duydukları rahatsızlığı birçok kez dile getiriyordu.

Zerkavi ise Sünnilerle Şiileri birbirinden uzaklaştırmak için çabalıyordu. Bunun gerçekleşmemesi halinde Irak’taki direnişin her iki mezhebin ortak bir hedefte birleştiği ulusal bir direnişe dönüşmesinden korkuyordu. Çünkü onun için işgale karşı olmak amaç değil araçtı. Amaç Cihattı. Bu korkular 2004’ün ilkbaharında Mehdi Ordusunun lideri Şii Arap Mukteda El Sadr’ın ayaklanmasının Sünniler arasında takdir toplamasıyla doğrulandı. İmamın resimleri Sünnilerin yaşadığı mahallelerde duvarlara asılmıştı. Bin Ladin’le olan yazışmasında durmadan Iraklı Şiilerle Sünnilerin bir milliyetçilik etrafında toplanmalarının engellenmesi gerektiğini vurguluyordu. Eğer bu gerçekleşirse cihatçıların yabancı oldukları için devre dışı bırakılacağı ve ayaklanmanın ulusal bir hareket dönüşeceğini savunuyordu.[4]

Ayrıca Felluce katliamı sonrasında Şiilerin Sünnilere destek vermesi, yardım yapması ve özellikle Mehdi Ordusunun ortak hareket kararı alması da Zarkavi’yi rahatsız eden olaylardan biriydi. Hepsinden de öte Zarkavi’nin Şiileri din dışı sayması, ruhani lider Ayetullah Sistani’yi ateist ilan etmesi iç savaşı körükleyen, direnişe zarar veren bir durum yaratmıştı.

Şimdi örgüt içinde Usame kanadı mı, yoksa Zarkavi’nin yerine geçtiği iddia edilen El Masri, El Muhaciri gibi tanınmayan isimler mi etkili olacak bilinmiyor. Ortadoğu’da kişiler ve kişiliklerin önemi ve kitleler üzerindeki etkisi ciddi bir olgudur. Bu yüzden halefinin Zarkavi’nin etkisini yaratamayacağı da beklenilmeli. Zarkavi öldürülmesine rağmen yöntemlerinin devam edeceğini söylemek de yanlış olmaz.

Samarra’daki Askeriye Camii’ne yönelik saldırı ile ivme kazanan Sünni-Şii katliamı ülkede fiilen bir iç savaş yaratmış durumda. Tabii ki bunda İçişleri Bakanlığı’na bağlı, ABD destekli ve izinli ölüm mangalarının Sünnilere yönelik toplu katliamlarının da etkisi büyük. Yani Zarkavi’nin karşıtları da, onun elini güçlendirmek için ellerinden geleni yapmakta.

Ancak, Irak’ın yerli unsurlarından oluşan İslamcı ve milliyetçi Sünni gruplar ile Mukteda Es Sadr’ın Mehdi Ordusu’nun direnişini, Zarkavi’nin sivillere yönelik terör yöntemleriyle karıştırmamak gerekir. Adını saydığımız tüm grupların ortak paydası işgale karşı olmaktır. Ancak, El-Kaide anlayışı olarak özetleyebileceğimiz ve Zarkavi’nin daha ileri taşıdığı yöntemleri terörden öte bir anlam taşımıyor. Özellikle sivillere, farklı etnik, dinî ve mezhebi gruplara yönelik ölümcül saldırılar, hatta katliamların direnişle ilgisi olamadığı gibi bu yöntemlerin ABD kadar direnişin bizzat kendisine zarar verdiği söylenebilir.

Çünkü El-Kaide ve Zarkavi anlayışı, eylemlerini işgal güçlerinden çok Şiilere yöneltip mezhep savaşını körükleyerek Irak’taki karmaşayı en üst noktaya taşımayı amaçlıyor. Ayrıca El-Kaide anlayışı toplumsal hayata yaptığı müdahalelerle Irak’ı Talibanlaştırmaya, Afganlaştırmaya çalışıyor. Bu durum Zarkavi’nin ölümüyle de değişmiş değil.

Amerika ise sadece Zarkavi’yi direnişin simgesi olarak göstererek, direnişin dünya nezdinde desteğini yitirmesini amaçlıyor. Ve dolayısıyla tüm direnişi “Zarkavi parantezine” sıkıştırmaya devam ediyor. Tabii ki bu durum Zarkavi’nin yöntemleriyle birleşince, ortalama bir ABD’li, Avrupalı için “direnişin sadece radikal İslamcılar tarafından yürütüldüğü” yargısını güçlendiriyor. Özellikle, bazı rehinelerin kafalarının kesilerek öldürülmesi, bunun bir yöntem olarak yaygınlaşması savaş/işgal karşıtı ortalama insanlar için geri çekilmenin, seslerini alçaltmalarının en önemli nedeni sayılabilir.

El-Kaideciler, Irak direnişinin yerli ve ulusal unsurları açısından da büyük problem. Çünkü orta bölgedeki Sünni aşiretler ile güneydeki Şii aşiretleri arasındaki ilişki işgal döneminde de sona ermedi. İşgal sonrası Sünni aşiretler eskiden gelen bu ilişkiyi devam ettirmek istemiş, ama Zarkavi’nin engeli ve tehdidi ile karşılaşmıştı. Ayrıca Sünnilerin en önemli örgütü Ulema Birliği, Zarkavi’nin yöntemlerine uzun süredir karşı çıkıyordu.

CELLAT MI ŞEHİT Mİ?

Zarkavi’nin öldürülmesinin ardından ana akım medya bildik tavrıyla ortak bir dil tutturarak “Celladın Ölümü” gibi klişe bir başlığı ve ardından ayrımcı, oryantalist bir yaklaşımı tercih etti. Bazı İslamcı gazetelerin, Zarkavi’yi “şehit” olarak değerlendirmesi de manidar ve Irak’taki direniş ile terör arasındaki ince çizginin farklı kesimlerde nasıl algılandığı ile ilgili önemli bir göstergeydi. Hatta ana akım medyanın “amiral gemisi”nin özellikle devam eden günlerde, çoğu tartışmalı, şişirme ve tercüme haberler yaklaşımı da hâlâ bu ayrımcı bakışı üzerinden atamadığını gösteriyordu. “Zarkavi’yi takip eden operasyon timinin tanınmamak için Araplar gibi ter koktuğunu ve fark edilmemek için özel ter kokusuna bulandıkları, Zarkavi’nin bombalanan evinde leopar desenli kadın iç çamaşırlarının bulunduğu” haberlerinin ön plana çıkarılması oryantalist ve seksist bakış açısının ürünlerinden biri olarak değerlendirilebilir.

İslamcı medyanın bazı yayın organlarına gelince; Irak’taki direnişi, cihat anlayışına indirgeyen, bu yolda her türlü eylemi mübah sayan, işgalcilerin askerî kuvvetlerinden çok sivil hedeflere yönelen, hatta vahşi eylemler düzenlemekten geri kalmayan bir anlayışın savunuculuğunu yapılması, farklı kesimlerin sadece “işgale karşı olmak” ortak paydasında birleşmesinin yetmediğini gösteriyordu. Diğer açıdan bu durum, direnişin ahlakı, meşruiyeti gibi konuların yeniden tartışılması gerektiğini ortaya koyuyordu. İslamın en geri yorumunu savunan Vahabi anlayışının şiddete yönelik yüzünü temsil eden El-Kaide gibi bir örgütü savunmanın meşru bir direnişle ilgisi olamaz. Direniş hareketleri seçtikleri yöntemler ve arkalarındaki destekle meşruiyet sağlayabilirler. Aksi takdirde, adına savaştıkları ülke, toplum ya da herhangi bir grubu bile düşman gibi görmeye başlarlar ki, Irak El-Kaidesi’nin yaptığı da budur. Üstelik Irak El-Kaidesi işgale karşı direnişi sadece bir araç olarak görmekte gelecekte kurmayı hayal ettiği İslam şeriat devletinin nüvelerini atmak istemektedir.

Savaş, işgal, direniş gibi durumlar doğası gereği şiddeti de içerebilir; ki adını saydığımız durumlarda bu şiddetin zaman zaman ekseninden kaydığı da söz konusu olmuştur. Ancak, bir eksen kaymasından öte bir politika olarak şiddet ve hatta ondan da öte ilkel infaz biçimlerinin direnişle ilişkisi yoktur. Özellikle işgalciler dışında daha kolay hedef olan tüm sivillerin hedef yapılması bu kolaycılığın bir ürünüdür. Ancak, söylediğimiz gibi Irak El-Kaidesi’nin işgale karşı olmayı araç olarak seçmesi, ülkede farklı dinî, etnik ve mezhebi gruplara fütursuzca saldırısı da, bu görüşü savunanlarca normal karşılanmaktadır. Irak’ta El-Kaidenin amaçladığı ise bir iç savaşı körükleyerek, birlikte mücadele etme ihtimali olan grupların da önünü kesmektir.

Ancak, Zarkavi ve benzeri terörü yeşerten, Irak’taki işgaldir. İşgalin yarattığı koşullar terörün de bizzat yaratıcısı olmuştur. Irak’ta işgalcilerin tuzağına düşmemek, direnişle terör arasında farkı görmek gerekir. Farklı olmayan ise işgalcilerin Felluce, Zarkavi’nin de Samarra’daki El Askeriye Camii katliamlarıdır.

Solun işgale sonuna kadar karşı çıkması ancak bunu yaparken Zarkavi tarzı anlayışları da mahkum etmesi gerekmektedir.

METE ÇUBUKÇU

[1] Mete Çubukçu, Ortadoğu’nun Yeniden İşgali, s.84, Kalkedon Yayınları, 2006.

[2] Jason Burke, Foreign Policy, Temmuz, Ağustos 2004.

[3] Oliver Roy, Post-Ekspres, Eylül 2004.

[4] Loretta Napoeloni, “Bir Katilin Portresi”, Foreign Policy, Haziran 2006.