Koronavirüs normalliği, viral izler ve dijital otoriterleşme

Koronavirüs apokaliptik kaosla Orwellvari gözetimi tuhaf bir şekilde birleştirdi. Bir süredir dijital kitlesel gözetim ve totaliter veri politikası ile ilgili okuyan, kafa yoran ve dersler veren benim gibi sosyal bilimciler ve antropologlar için etnografik bir andan geçiyoruz. Bir anda, “olağanüstü durumlar olağanüstü önlemler gerektirir” slogan oldu. Hatta neredeyse global bir uzlaşıya dönüştü. Eşzamanlı ve aynı yoğunlukta olmasa da toplumsal yaşam “stand-by”a alındı ve çevrimiçi bir bekleyiş haline geçildi. Toplumsal ve bireysel kapanmayı katlanılır kılmak ve en az zararla atlatmak için, iş hayatından korona virüsü partilerine, toplumsal dayanışmadan siyasi eylemlere kadar hemen her şeyin dijital alternatiflerine sarıldık. En azından evde kalma ve dijital hayata katılma lüksü olanlar. Sosyal mesafelenme ve “#staythefuckhome” tabiri caizse karantina toplumunun dayanışma, iletişim ve yönetim zihniyeti haline geldi. Diğer yandan, tek tek bireylerin ve geniş kitlelerin gözetimini sağlayan biyometrik dijital izleme ve iz sürme teknolojileri bu ölçekte ilk defa pandemi koşullarında deneniyor. Dolayısıyla, buna dair bir dizi meselenin kaydını tutmak ve yön verecek tartışmalar yürütmek elzem. Bu yazıda, viral iz sürme ve kontrol bağlamında bu teknolojilerin nasıl kullanıldığını ve totaliter gözetim ile ilgili tartışmaları değerlendirmek istiyorum.

VİRAL DİJİTAL İZLER

Dijital teknolojiler Covid-19’un bulaşma hareketini, –korona jargonuyla– virüs zincirlerini izlemek ve kırmakta önemli araçlar haline geldi. Çin, Güney Kore ve İsrail başta olmak üzere, birçok ülke var olan dijital ve analog totaliter gözetim yöntemlerini apokaliptik duruma uydurdular. Olağanüstü bir hızla yeni dijital ve sanal uygulamalar (App’ler) geliştirdiler ya da var olan teknolojileri ve teknolojik gözetim politikalarını yeni duruma adapte ettiler. “Dijital el sıkışma”, “kayıt altına alınan karşılaşmalar”, “koronavirüs yakında” (“Corona Nearby”), Corona-App gibi bir dizi dijital uygulama geliştirildi ve bunlar sadece virüsün seyrini değil aynı zamanda belli bir bölgede yaşayan bireylerin virüsle ve birbirleriyle temasını izlemek ve kontrol altında tutmak için de kullanılıyorlar. “Yeni vaka bildirimi” yapabiliyor ve ilerleyen durumda hastalık seyrini güncelleyebiliyorsunuz. Yaptırdıysanız test sonucunu, semptomlarınızı veya çevrenizdekilerin bilgilerini girebiliyorsunuz. Civarınızdaki cihazlar bluetooth yardımıyla bu bildirimlere erişebiliyor. Hatta bazı uygulamalarda, cep telefonunuzla civarda dolaştığınızda ya da doğrudan enfekte olmuş biriyle karşı karşıya geldiğinizde cep telefonunuz sizi uyarıyor. Böylece, vatandaşların “hareket profilleri” çıkarılabiliyor ve hatta öngörülebiliyor. Yan yana gelenleri, el sıkışanları, karantina veya “temas yasakları”na uymayanları tespit etmeye yarıyorlar. Bu uygulamaların çoğu prensipte gönüllü bilgi paylaşımı ve kişisel bilginin korunması ve özel hayata saygı ilkesine dayanıyor. Diğer sağlık bazlı dijital izleme ve iz sürme uygulamalarından farklı değiller. Daha doğru bir ifadeyle, benzeri bir dizi uygulamada olduğu gibi, bireysel bilgiyi anonim bir kitle bilgisine dönüştürürken tek tek bireylerin geriye doğru izlenmesi riskini de barındırıyorlar. Bunun da ötesinde, gizliliğin korunması ilkesi siyasi rejimlerin, akademide ve popüler kültürde Silikon Vadisi ve “Büyük Veri” tekelleri olarak adlandırılan dev ve global teknoloji şirketlerinin garantörlüğüne bırakılıyor. En iyi ihtimalle, Avrupa Birliği Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR) gibi ulusal ve ulusötesi dijital veri ve güvenlik prensiplerine devrediliyor.

Tam da bu noktada, Koronavirüs salgınıyla mücadele ile karşımıza yeni bir tablo çıktı. Birçok ülke var olan merkezî bilgi ve veri toplama politikasını revize etti. Kamu sağlığını korumak adına kişisel verilerin toplanması, merkezî olarak depolanması ve işlenmesinde esneklikler sağlandı. Kitlesel gözetim ve izleme toplumsal herhangi bir tartışma ya da uzlaşmaya gereksinim görülmeden uygulanmaya başlandı. Veri hâkimiyetinin –geçici de olsa– devletin tekeline ve merkezî bir otoriteye devredilmesinin kalıcı sonuçları olabilir. Özellikle kişisel bilgi, özgürlük veya tıbbi mahremiyete dair hakların ve normların çoktan zedelendiği ya da topyekûn feshedildiği rejimlerde pandemi mücadelesinin var olan dijital otoriter teknikler ve zihniyetler üzerine inşa edilip, kısmen başarılı olmasıyla. Çin’in özellikle Wuhan bölgesinde epideminin başından itibaren uygulanan tavizsiz analog ve dijital kitlesel gözetim seferberliği gibi. Çin hükümeti, olağanüstü halin kontrolü için aylarca toplu taşıma, sokaklar ve meydanlar, havaalanları gibi kamusal alanları gözetim altında tuttu. Tek tek vatandaşları sistematik olarak izledi, dijital konum tespit ve takibi yaptı, SMS ile uyarı sistemleri kurdu. Batı medyasında önceleri politik bir yerden eleştirilen ve otoriterliğin en barbar hali olarak etiketlenen zorla karantina, sağlık ve polis ekiplerinin işbirliğiyle “karantina kaçak avları”, ev ziyaretleri, tüm nüfusun virüs bulaşanlar ve risk altındakiler diye fişlenmesi ve benzeri birçok uygulamayla genişleyen otoriter bir halk sağlığı politikası uygulandı. Çin’in hâlihazırda yaygın bir şekilde uyguladığı biyometrik teknolojiler, yüz, beden, ses, göz tarama ve eşleme sistemleri, pandemik kitlesel gözetimi kolaylaştırdı. Zaten “zorunlu” bilgi paylaşımı ve “dijital vatandaşlık kredisi” gibi sistemlerin uygulandığı ülkede dev teknoloji şirketlerinin ve devletin veri tabanları genişletildi.

Diğer ülkeler de benzeri kontrol ve kitlesel gözetim mekanizmalarını işletmeye başladı. İsrail ve Macaristan’da olduğu gibi, geçici olduğu öne sürülerek, bu tarz bir pandemi kontrolünü kolaylaştırıcı yasalar hızlı bir operasyonla yürürlüğe sokuldu. Bu durum otoriter rejimlere özgü değil. Ancak, otoriter hükümetlerin bilgi hâkimiyeti ve akışını merkezîleştirmesine ve şeffaflık mefhumunun komple rafa kaldırılmasına zemin hazırladı. Siyasi karar mekanizmaları doğrudan devlet başkanlarının elinde toplandı. Bu yazıyı yazmaya başladığımda, Türkiye’de salgının boyutu ve yönetimi ile ilgili ciddi belirsizlikler vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın neredeyse tüm yetkileri elinde topladığı ülkede Erdoğan’ın ilk günlerdeki sessizliği salgın yönetiminde yetkinlik, sorumluluk ve şeffaflığa dair bir dizi şüpheyi doğurdu. AKP hükümetinin ve Sağlık Bakanlığı’nın pandemi açıklamasının yapıldığı 11 Mart gününden bu yana resmî rakamları şeffaf bir şekilde paylaşmadığı ve paylaşılan verilerin gerçeği yansıtmadığına dair şüpheler ve eleştiriler var.[1] İstanbul Tabip Odası’na göre iktidar “salgın yönetimi”nden ziyade “başarı hikâyesini” garantileyecek “algı yönetimi” yürütüyor.[2] Türkiye bu konuda tek değil tabii ki. Türkmenistan’da Berdimuhammedov korona virüsü kelimesini gündelik hayattan sildi, medyada ve özel alanda salgın üzerine konuşulmasını yasakladı. Macaristan’da Orban tüm yasal yetkileri kriz süresince kendisinde toplarken, Netanyahu dijital totaliter gözetimi de kapsayan bir dizi kararı parlamentonun onayına başvurmadan karara bağladı. Bunun “kişisel alana ağır bir müdahale” olduğunu teslim etse dahi, kararları ve karar usulünü “görünmez bir düşmana karşı savaş”ta zorunlu bir adım söylemiyle meşrulaştırdı. Fransa Başkanı Macron da başka bir orduya ya da ulusa karşı değil, “bir sağlık savaşındayız” şiarıyla ulusal seferberlik diline döndü. Böylece halk sağlığı ve pandemi mücadelesi militarist bir karaktere büründürdü. Bunun en belirgin örneği, sağlık çalışanlarının cephede savaşan askerler ve kahramanlar olarak kutsanması; militarist kriz yönetimlerinden tanıdığımız reflekslerin harekete geçmesi ve meşrulaştırılması. Kriz ve felaket anlarında hangi söylemlere ve imgelere sarıldığımızın atacağımız adımların da habercisi olabileceğini açık uçlu, ne iyimser ne kötümser bir not düşerek geçeyim. Şu an Covid-19 pandemi savaşı neredeyse terörle mücadele yöntemlerine benzer yöntemlerle yürütülüyor, dijital haritalandırma, gözetim ve takip ve hatta dronelarla.

Böylece, bedenden bedene hareket eden Covid-19’e karşı mücadele beden, ölüm ve yaşamı hedef alan biyopolitik ve nekropolitik denklemini kuruyor. Achilles Mbembe’in dediği gibi: “Ölümün gücü altında yaşama boyun eğdirme biçimleri”. Tarihçi Yuval Noah Harari Financial Times’ta yayımlanan “The World after Coronavirus (Koronavirüsten Sonra Dünya)” adlı yazısında önemli bir dönemeçten geçtiğimizi belirtiyor.[3] “Eğer dikkatli olmazsak bu salgın gözetim tarihinde bir dönüm noktası olarak literatüre geçecektir” diye uyarıyor. Harari’ye göre “deri üstü” gözetimden “deri altı gözetime” geçiş söz konusu. Bunu sadece koronavirüsle mücadeleye endekslemek kapitalist gözetim toplumuna ve onun biyoteknolojik izleme aygıtlarına haksızlık etmek olur. Nihayetinde, elektronik saatler bile kalp atışlarından tansiyona deri altındakini görünür kılıyor ve veriye döküyorlar. Üstelik gayet modern-kapitalist bir saik ile: Bilgi iktidardır. Harari’nin uyarısı başka: Daha önce bu tür sistemleri kullanmaktan kaçınan ve onları otoriter olarak kodlayan devletlerin bile halk sağlığı adına bu tarz yüksek teknolojili izleme-takip sistemlerinin kullanımının normalleşmesinin önünü açabilecek olması. Agamben aceleci bir tavırla koronavirüsün biyopolitikasının “olağanüstü halde” işlemeye alışmış günümüz toplumlarının ve siyasetçilerinin bahanesi olacağını iddia etti. Buna göre, devletlerin pandemi yönetimi ve yaratılan viral senaryolar devam ederken, alışık olduğumuz “çıplak hayat”ın denetimi süreklileşebilir.[4]

Kitlesel dijital gözetim ile ilgili çalışan Alman akademisyenler Anna-Verena Nosthoff ve Felix Maschewski daha serinkanlı olmakla beraber benzer bir uyarıda bulunuyorlar: Pandemik durumla alakalı halk sağlığı, bireysel alana saygı ve veri hâkimiyeti kesişiminde ileriye dönük radikal değişimler gözlemlenebileceğini ve hâlihazırda gözetim kapitalizminin genişlediğini belirtiyorlar. Batı’da ve Avrupa’da da birçok ülke kitlesel gözetimi kolaylaştırmayı gündeme getirdi. Örneğin, Almanya ve Avusturya’da vatandaşların dijital “hareket profilleri” çıkarılmaya başlandı. Kişisel veri koruma yasaları gereği, tek tek “gerçek” bireyleri takip etmek ve bilgilerini kayıt altına almak yasal değil. Kişilerin anonimliği korunarak veya gönüllü bilgi paylaşımına teşvik ile “anonim bir kitlesel gözetim” pratiği geliştiriliyor. Robert Koch Enstitüsü’nün sözcüsü “Bizim mobil ağlarımız iletişim ağları, gözetim ağları değil” derken, Almanya’da kişisel alana saygı hassasiyeti ve veri bağımsızlığı ilkelerine temas ediyor. Nosthoff ve Maschewski’nın “güdümlü kendini kontrol” dedikleri mekanizma bu noktada önemli. Buna göre, kişiler kendilerini verili parametreler ve koşullar içinde ölçerler. Bireysel sorumluluk, öz ve dış kontrol arasındaki ilişki bulanıklaşır. Halk sağlığı ve toplumsal dayanışma adına bilgi paylaşımı sorumluluk olarak kodlanırken, veri kontrolü –daha önce belirttiğim küresel “Büyük Veri” ya da kişisel küçük veri– teknoloji şirketlerinin ve devletlerin yönetimine bırakılıyor.[5]

Algorithmwatch, dijital gözetim ve politika ile ilgili araştırma yapan bir STK, Covid-19 gözetim yöntemlerine dair tartışmaların bir vakum içinde yürütülemeyeceğini ve şimdiye kadarki tüm sosyal, etik ve politik kaygıların olağanüstü duruma rağmen geçerli olduğunu vurguladı: Buna göre mevcut olağanüstü hal bu teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanımını haklı göstermek için kullanılamaz: tam tersine, “sıradan” zamanlarda vurgulanan tüm meseleler –güvenilirlik eksiği, kodlardaki sistematik hatalar, biyometrik verilerin olası suistimalleri hakkında daha geniş çaplı kaygılar– tüm sağlık ve güvenliğin söz konusu olduğu istisnai zamanlarda daha da önemli hale gelir. Bu önemli tartışmanın sadece teknoloji uzmanları veya teknolojinin bizatihi kendisi tarafından yürütülüp yürütülmediğinden emin olmakla kalmayıp aynı zamanda ilgili teknolojilerin topluma fayda sağladığının kanıtlanmasını da sağlamalıyız.” Teknolojinin aktörleşmesi kulağa tuhaf geliyor olabilir. Burada dikkat çekilen nokta, yapay zekâ uygulamaları ve algoritmalar kullanılarak karar mekanizmalarının (muhtemel) otomatikleştirilmesi. Bu indirgemeci ve kolaycı bir tartışmaya itiraz olarak okunabilir. Batılı medyada ve akademik tartışmalarda sıkça bireysel hayata saygı ve halk sağlığı arasında bir paradoksa işaret edildi. Doğru bilgi ve veri politikasının tabii ki pandemi ve epidemi yönetiminde vazgeçilmez bir önemi var. Ancak denklemi başından paradoks olarak kurgularsak, iki pozisyon arasında bir ahlaki seçime sıkıştırılmış oluyoruz.

Dolayısıyla, bu teknolojilerin farklı politika ve veri rejimleriyle nasıl temas edeceği önemli. Kısacası, asıl mühim olan, bu teknolojilerin ilk defa bu boyutuyla pandemi koşullarında denenmiş olması. Hatta, Çin ve Kore’de başarı sağlandı. Pratikte işledikleri görüldü. Batılı ülkelerde de siyasi yapının esnetilebileceği görüldü. Bu, kalıcı toplumsal ve siyasal dönüşümlere evrilebilecek bir durum. Dolayısıyla, asıl mesele tüm bu değişikliklerin virüsle mücadelede etkili ve pratikte işler olmasını sağlamakla kalmayıp biyopolitika ve dijital gözetim arasında “pandemik” bir ilişkinin inşa edilmesi. Kısa ve uzun vadede bunun hangi ulusal ve global düzeyde, liberal-demokratik rejimlerdeki hangi gediklere oturacağı ve dolayısıyla hangi süreçleri tetikleyeceğini; totaliter gözetimin sağlamlaşmasına kapı aralayıp aralamayacağını hep beraber göreceğiz.

DEMOKRATİK VİRÜS, MEKANİK TOPLUM ALGISI VE TOTALİTER GÖZETİM

Son günlerde akademisyenlerden ve aydınlardan bu yönde önemli uyarılar var. Harari pandemik durumun bizi iki seçimle karşı karşıya bıraktığını söylüyor: “İlki, totaliter gözetim ile vatandaşın güçlendirilmesi arasında. İkincisi ise ulusalcı tecrit ile küresel dayanışma arasında.” Chomsky ise koronavirüsün yenileceğini, ama dünyanın neoliberal kriz, iklim değişikliği ve atom savaşları gibi çok daha derin ve acı sorunlarla yüz yüze olduğunu vurguluyor. Dünkü mesele bitmedi yani. Koronavirüsten önce olduğu gibi bugün de aynı seçeneklerle karşı karşıyayız: “Totaliter, acımasız devletler ya da toplumun daha insani koşullarla radikal bir biçimde yeniden yapılandırılması.”[6]

Koronavirüsün demokratikliğinin tartışılması neredeyse semptomatik. Bizi sadece hastalıkta değil aynı zamanda yaşadığımız apokaliptik durumda da eşitleme ihtimali olduğu için. Tam da, Judith Butler’ın dediği gibi virüsler yapmasa da biz kesinlikle ayrımcılık yapacağız.[7] Demokratik koşulların kısıtlandığı böyle bir dönemde, bizim ayrımcılığımız zaten şeffaf olmayan kapitalist dünyanın “ürettiği”, Foucault’nun tabiriyle “yönetegeldiği” bedenlerin dezavantajlarının tam manasıyla üstüne çöküyor. Bu demokrasi illüzyonunun ötesine geçen –ki bu da olsa olsa anti-demokratik ve sömürgeci olmayan bir gerçekliğe ihtiyacımızı gösteriyor– görüşler de var. Kimilerine göre kapitalist-neoliberal dünyanın dinamiklerini dinamitleme fırsatı doğdu. Yeni dayanışma biçimlerinin geçici çözümlerin ötesinde nasıl yaşayacağımıza dair köklü ya da kalıcı değişiklikler getirebileceği imkânından bahsediliyor. Örneğin, “viral öteki”ler (Gazete Duvar’da 28 Mart 2020’de yayımlanan söyleşisinde Evren Balta’nın dediği gibi) ya da dezavantajlı konumdakilerle ilişki veya toplumsal sorumluluğunun paylaşılması açısından.[8] Kimilerine göre ise demokratik toplumun altını oyan ve totaliter yönetim zihniyetini normalleştiren sonu belirsiz bir süreçten geçiyoruz. Dijitalleşme sadece dijital dayanışma ve toplumsallaşma açısından değil, tabiri caizse global “karantina toplumu”nun ve apokaliptik dünyanın biyo-politik ve mikropolitik izleme ve gözetimi açısından da önemli bir eksen.

Diğer yandan, pandemi mücadelesinde dil, söylem ve algı repertuarı önemli bir işlev görüyor. Toplum, yaşayan bir organizma ve hatta mekanik bir birlik gibi tahayyül ediliyor. Örneğin Almanca konuşulan ülkelerde “herunterfahren” terimi kullanılıyor. Sistemin ve gündelik hayatın yavaşlatılması ve minimuma indirilmesini ifade eden, teknik bir terim bu. Makine, fabrika ya da bilgisayarın kapatılması ya da işletimin yavaşlatılması anlamında kullanılıyor. Dilbilimsel olarak bunu irdelemek bana düşmez tabii ki, eminim dilbilimciler ve söylem analizcileri tartışıyordur, ama bu söylem, gözetim altındaki toplumun mekanik bir bütünlük olarak tahayyül edildiğine de işaret ediyor. Açılıp kapanabilecek, kontrol altına alınması gereken hatalar ve virüslerle yaşamayı öğrenmesi gereken bir makine. Kimi parçalar işlemeye devam edecek, kimileri daha fazla yük üstlenecek, kimilerinin işlerliği azaltılırken, bütün sistem “stand-by”a alınacak. Biyo-tekno-politik gözetim mantığından devam edersek, bazı parçalar “viral parçacıklar”a dönüşecek.

Daha önce de söylediğim gibi, dijital kitlesel gözetim teknolojilerinin otoriter ve totaliter kontrolü mümkün kılması yeni bir şey değil. Ses kontrollü akıllı asistanlar, yüz tanıma programları, algoritmalar, casus dijital virüsler halkın bütününün ve tek tek bireylerin eşzamanlı gözetimini kolaylaştırdı. Kamusal, bireysel ve dijital hareketler durmaksızın ve insan zekâsının kontrol edemeyeceği boyutta sayılara dökülüyor. Üstelik, otoriter rejimler ve kapitalist sistemlerde gözetim mantıklarının arasındaki farklar gittikçe azaltılarak. Son yıllarda dijital otoriter ve totaliter gözetime dair genişleyen külliyat bu gözlemleri destekliyor. Dijital totaliter gözetim ne Batılı demokrasilere tezat teşkil ediyor ne de sadece diktatörlerin aracı (Glasius 2018; Michaelsen & Glasius 2018). Snowden’ın ifşa ettiği Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın (NSA) dünya çapında gizli dinleme ve gözleme faaliyetleri bunun bir örneği. Cambridge Analytica’nın Facebook ve benzeri sosyal medyayı kullanarak Amerikan seçimlerini ve Brexit’i manipülasyonu bir diğeri. Çin’in uyguladığı ve başka ülkelere pazarladığı “dijital vatandaş puanlama” sistemi “dijital otoriterleşme”nin (Shahbaz 2018; Michaelsen & Glasius 2018) geldiği son nokta (Polyakova 2019).[9] Bu sistem vatandaşların kamusal alandaki ve dijital ağlardaki tüm hareketlerini yüz ve vücut tanıma sistemlerini kullanarak takip etmekle kalmıyor, aynı zamanda tek tek kişilerin sosyal davranışlarını değerlendiriyor ve haklarında sürekli veri biriktiren bir dijital puanlama hesabı yürütüyor.

Covid-19’la Çin gibi ülkelerde başarılı gibi gözüken uygulamalarla, sarkaç bireysel özgürlükten bireyin kontrolüne döndü. Akıllı dijital kitlesel gözetim sistemleri, özellikle algoritmik analiz sistemleriyle birleşince, halk sağlığı politikalarında avantajlar sağlayabilir. Pandemi durumunda hayat kurtarabilir. Ancak, totaliter sosyal kontrolü –böylece otoriter rejimleri– ve aynı zamanda Shoshana Zuboff’un (2018) terimiyle veri bazlı dijital “gözetim kapitalizmi”nin otoriter ve totaliter eğilimlerini güçlendirmek için “mazeret” olarak kullanılabilir. Efektif oldukları için değil. Aksine, neoliberal kapitalizmin içine girdiği krizlerin gerçek nedenlerini ve çözüm yollarını tartışmaya açmaktan ve kalıcı adımlar atmaktansa, krizlerin ötelenmesine olanak sağlayacakları için. Şu anda uygulandığı şekliyle kitlesel gözetimin ve biyopolitik pandemi yönetiminin birçok ülkede süreklileşmeyeceğini öngörebiliriz. Bunun için çok ciddi yapısal ve toplumsal dönüşümler gerekli. Ancak, Daphne Halikiopoulou’nun belirttiği gibi, “vatandaşlarını koruyan paternalist/pederşahi bir devleti, özgürlükleri baltalayan otoriter bir devletten ayıran çok ince bir çizgidir. İnsanlar özgürlüklerini kolektif güvenlikleri için mübadele etmeye razı” olabilirler. Ve şu dönemde yaşanan süreç (süregelen) popülist otoriterleşmeyi besleyebilir.[10] Benzer bir şekilde dijital teknolojilerin ve gözetimin “soft otoriter bir kit” (Schatz 2009) olarak uygulamaya sokulması desteklenebilir. Tabii ki bu otoriter rejimleri ve kontrolü nasıl tanımlayacağımız ile ilgili bir meseledir. Ancak pandemi sonrasında “soft otoriteryenlik”; yani demokratik, antidemokratik ve otoriter uygulamalar, yapılar ve öğelerin yan yana var olabildiği ve sistem lehine işler hale getirildiği yönetim biçimlerinin kurulmasının daha da kolaylaşıp kolaylaşmayacağını dikkatle gözlemek gerekir.[11] Farklı senaryoların mümkün olduğu ve dillendirildiği bir dönemden geçiyoruz. Siyasetçiler “yeni bir normallik”ten bahsediyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi devam edebileceğimiz bir normallik mi bu? Peki hangi normallik? Ne kadar şeffaflık gerekli? Kişisel alana saygı ve hakları korumak adına kamusal hayatı ve halk sağlığını tehlikeye atabilir miyiz? Ne dereceye kadar? Herkesin izole edildiği, her şeyin ve herkesin izlendiği ve her türlü bilginin gizlendiği Çin, Kore, Türkiye gibi otoriter rejimlerin “normal”i, demokratik yapının henüz altının o kadar oyulmadığı ülkelerden farklı. Çok muhtemel ki geçici durumun yarattığı olağanüstü hal popülist-otoriter devletlerin de zaten olağanüstü moduna sorunsuzca eklemlenecektir. Buna dijital otoriter teknikler ve teknolojiler de eklenecektir. Şu dönemde alınan kararların birçoğu ileride yürüteceğimiz tartışmaları belirleyecek. Zaten bir süredir gözlemlediğimiz “sağa kayış” ve politik iklim liberal-demokrasilerin de otoriter rejimlerle benzer tepkiler verebildiğini gösterdi. İkisi arasındaki çizgiler o kadar derin değil. “Geçiş”ler öngördüğümüz kadar keskin dönüşler barındırmıyor. Aksine üst üste binen ve zamana yayılan dönüşümlerin toplamı.

KAYNAKÇA

Fukuyama, Francis (1992). “Asia’s Soft Authoritarian Alternative”, New Perspectives Quarterly, 9 (2), 60-61.

Glasius, Marlies (2018) “What authoritarianism is … and is not: a practice perspective”. International Affairs 94(3), 515-533.

Mbembe, Achille (2003) “Necropolitics”, Public Culture. 15 (1), 11-40.

Michaelsen, Marcus & Glasius, Marlies (2018), “Authoritarian Practices in the Digital Age”. International Journal of Communication (12), 3788-3794.

Schatz, Edward (2009), “The Soft Authoritarian Tool Kit: Agenda-Setting Power in Kazakhstan and Kyrgyzstan.” Comparative Politics 41 (2), 203-222.

Shahbaz, Adrian (2018) The Rise of Digital Authoritarianism. Freedom on the Net: 2018. Report of Freedom House.

Zuboff, Shoshana (2018) Das Zeitalter des Überwachungskapitalismus. Campus.

Algortihm Watch (2020) “Automated decision-making systems and the fight against COVID-19-our position.” 1 Nisan 2020: https://algorithmwatch.org/wp-content/uploads/2020/04/AlgorithmWatch-position-on-ADMS-the-fight-against-COVID19-v1.pdf

 


* Yazıyı okuyup yorumlarını benimle paylaşan Sertan Batur, Emine Danacı-Batur ve Çetin Gürer’e çok teşekkür ediyorum.

[1] Bilgehan Baykal, Gazete Duvar’da yayımlanan “Covid-19 ve Beyaz Türk tipi inançsızlık” yazısında aslında veri akışının olduğunu belirtmekle birlikte koronavirüs yönetiminin ötesinde şeffaflığa dair temel bir güvensizliğe eleştirel bir yaklaşım sunuyor. (https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/04/14/covid-19-ve-beyaz-turk-tipi-inancsizlik)

[2] Bkz. https://www.istabip.org.tr/koronavirus/Haberler/5701/ihtiyacimiz-olan-algi-yonetimi-degil-salgin-yonetimi-turkiye-nin-gercek-bir-pandemi-mucadele-programi-var-mi

[3] Yuval Noah Harari “The World after coronavirus”. https://www.ft.com/content/19d90308-6858-11ea-a3c9-1fe6fedcca75

[4] “Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali”, Türkçe çevirisi:

https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/

[5]  “Corona-Infizierte: Bluetooth auf dem Handy ist sehr angreifbar”. Röportaj Matthias Ubl.

https://www.zeit.de/digital/datenschutz/2020-03/corona-infizierte-smartphone-daten-handytracking-ueberwachung

[6] Noam Chomsky, “Coronavirus pandemic could have been prevented”. https://www.aljazeera.com/news/2020/04/noam-chomsky-coronavirus-pandemic-prevented-200403113823259.html [7] Judith Butler “Capitalism Has its Limits”, https://www.versobooks.com/blogs/4603-capitalism-has-its-limits

[8] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/03/28/evren-balta-korona-virusu-bize-bir-ayna-tutuyor/

[9] Podcast: “Digital Authoritarianism: A conversation with Alina Polyakova,” 26.03.2019. (https://www.power3point0.org/2019/03/26/digital-authoritarianism-a-conversation-with-alina-polyakova/ ) (Son erişim: 10 Mayıs 2019)

[10] Daphne Halikiopoulou, “The pandemic is exposing the weaknesses of populism, but also fuelling authoritarianism”, (https://blogs.lse.ac.uk/brexit/2020/04/01/covid-19-is-exposing-the-weaknesses-of-populism/?fbclid=IwAR22NmJA0FgI3ERAFE7Zw9qGtNu6HZEEpVMWVgnQVaY_8kk39kN5yikTABE).

[11] Soft otoriterlik (soft authoritarianism) kavramı özellikle Asya bağlamında Francis Fukuyama (1992) tarafından kullanılmıştır. Ancak günümüzde bu kavramı Asya bağlamından çıkaran tartışmalar var. Bremen Üniversitesi Antropoloji ve Kültür Bilimleri Bölümü’nde Shalini Randeria yöneticiliğinde gerçekleştirilen “Soft Authoritarianisms: Comparative Interdisciplinary Perspectives” başlıklı araştırma projesi, kavramı günümüzde iç içe geçen, sağ popülist, “illiberal” ve otoriter dönüşümlerin analizinde bir araç olarak öneriyor. Kavramlarım ve bakış açım projenin gerçekleştirilmesi esnasında yürütülen tartışmalara dayanıyor.