Politikanın Krizi, Entellektüeller, Medya

Pierre Bourdieu Fransa’nın ve Avrupa’nın yaşayan en önemli sosyologlarından biri. 1964’ten beri Ecole des Sciences Hautes Etudes en Sociales’in yöneticiliğini yapıyor. Sınıf kuramına ilişkin teorik çalışmalarının yanısıra Fransa’da -aslında genel olarak Batı’da- bilimsel -akademik ve politik entelijensiyaya dönük radikal eleştirileri ile ilgi çekti. Son olarak 1993’te Fransa’da yoksulluğun artmasını,yoksulluk tecrübelerini yansıtan derinlemesine mülakatları da kullanarak ele alan La misere de monde’u (Dünyanın Sefaleti) yayımladı. Yeni Sağ’ın hegemonyasının toplumsal sonuçları hakkında “canlı” bir manzara sunan 950 sayfalık bu çalışma Fransa’da büyük yankı uyandırdı. Die Nueu Gesellschaft/Frankfurter Hafte dergisinden Ulrike Ackermann’ın yaptığı bu söyleşi Bourdieu’nün entelijensiya eleştirisinin güncel-politik bir “çıktı”sıdır.

Çalışmalarınızın temel amacı, iktidarın yapılarını, değişik iktidar alanları içindeki ve arasındaki mücadeleleri araştırmak olageldi. İktidara erişebilmenin ve bu sayede edinilen konumların, iktidar mücadelesinde devreye sokulan çeşitli sermaye türlerine (ekonomik, politik ve kültürel sermaye) bağlı olduğunu söylüyorsunuz. Ne var ki politik sermaye epey zamandır kefalet güvencesini yitirdi. Politikanın bunalımından söz ediliyor, seçimlere katılım sadece Fransa ve Almanya’da değil her yerde düşüyor, partiler inanılırlığını yitiriyor. Politik sermayenin üzerine oturan iktidar blokunda çatlaklar mı oluştu?

Politik sermaye, bütün sermaye türleri içinde en kırılganı, en hassası, saldırıya en açık olanıdır sanıyorum. Simgesel bir sermaye o, simgesellik sermayesi; yani varolması nasıl algılandığına, nasıl kavrandığına, nasıl değerlendirildiğine bağlı. Buna rağmen sorgulanabilir, güvenilirliğini yitirebilir. Skandallar ve yolsuzluklar politik bloku sarsabilir, çünkü politik blok kollektif olarak bir güven sermayesinin üzerine inşâ edilmiştir. Politikacı sınıfı bütün olarak kollektif güven sermayesini yitirebilir; ama yolsuzluklarla, skandallarla bireysel olarak da sarsılabilir. Halihazırdaki güven yitiminin nedenlerini tayin etmek zor. Politik aygıtların bürokratikleşmesi, politik alanın gazeteciliğe, kamuoyu yoklamalarına geniş ölçüde bağımlı olmasıyla yakından ilintili; gazetecilik ve kamuoyu yoklamaları politikanın simgesel sermayesinin üretiminde yeralıyorlar, dolayısıyla onun için çok önemliler. Bugün politik alanın özerkliği, gerek yasama gerek yürütme bakımından, hiçbir zaman olmadığı kadar tehlikededir. En azından Fransa’da politikacılar, hükümette olsunlar olmasınlar, kanaat oluşturucularca yani gazeteciler ve kamuoyu araştırma kuruluşlarınca üretilen kamuoyunun karşısında kendilerini göstermekte gittikçe daha fazla zorlanıyorlar.

İzlenimim o ki, demagojik olmayan bir politikanın koşullarının oluşması giderek zorlaşıyor. Giderek daha sık olarak, politik demagoglarla karşılaşıyoruz; sadece görünürde yöneten konumundalar, çünkü aslında kendileri, sanki onlar (yöneticiler) yönetiyormuş gibi davranan güçler tarafından yönetiliyorlar.

Ama bana öyle geliyor ki, son zamanlarda özellikle parti politikasının, büyük partilere özgü politikanın klasik biçimi bunalıma girdi. Almanya’da Cumhurbaşkanı von Weizsaecker’in bir konuşması, o büyük partilerin oluşturduğu kamuoyu tekeli üzerine tartışmaları başlattı. Kimileri bu tartışmada halihazırdaki parlamenter demokrasinin sorgulandığını düşünüyor ve Weimar’ı hatırlıyorlar. Onlara göre, böyle tartışmalarla popülist hareketlere gaz verilmiş oluyor. Başkaları ise, öncelikle ortaya atılan sorunun, gerek iktidardaki gerek muhalefetteki büyük partilerin hakikaten yurttaşların çıkarlarını mı temsil ettikleri yoksa kendi tekil parti çıkarlarını mı kovaladıkları sorusu olduğu kanısında. Fransa’da da benzeri tartışmalar var mı?

Ne yazık ki büyük partilerin rolü üzerine böyle bir tartışma Fransa’da yok. Olan tartışma, politik temsil sorununa ilişkin: Politik iktidarın halk tarafından yönetenlere tahsis edilmesi, politik örgütler içinde de tabandan yukarıya tahsis edilmesi üzerine... Bu sorunun konu edilmesi, bütün politik sınıfı bir blok halinde savunma sistemi oluşturmaya itiyor; bu yöndeki eleştiriler daha başlarken anti-parlamentarist, faşizan vs. diye baştan savılmaya çalışılıyor. Yine kamuoyu yoklamalarını örnek vereyim: Bu olayın sözümona kamuoyu denen şeyin gaspı demek olduğunu, kamuoyu yoklama sonuçlarıyla iktidarın gaspedildiği gibi bir sorunu sezdiğimi söylediğimde, demokrasiye karşı olduğum iddia ediliyor. Bilimsel açıklaması da getirilse, hâkim temsilî sisteme yönelik her eleştiri, daha baştan sapkınlıkla suçlanıyor.

Bununla ilgili bir anekdot: Bundan yıllar evvel ünlü komedyen Coluche iktidarın gaspına, simgesellik sermayesinin politikacı sınıfı tarafından iç edilmesine son derece entellektüel biçimde el atarak, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eğlence olsun diye adaylığını koyduğunda, onun adaylık kampanyasını destekledim - neden olmasın? Politika alanından bir feryat koptu. Politikayla ilişkili olan herkes, politikacılar, politika gazetecileri, köşe yazarları vs., demokrasinin çekirdeği olan temsil meselesine ilişkin bir soru sorulduğunda dehşete kapılıyor.

Ama bugün, demokrasiyi kurtarabilmek için, temsil ilişkisinin yapıcı bir eleştirisine ihtiyacımız var. Politik sermayenin iç edilmesi, emanet verilen güven sermayesine hıyanet edilmesi, mevcut demokrasilerin temel hatasıdır. Bana göre, yapılan, zimmete para geçirmekle aynıdır - aslında daha kötüdür. Bu bağlamda, temsiliyete ve temsiliyetin suistimaline karşı açığa çıkan bu kuşkuya cephane yardımı yapmak istiyorum.

Politika karşıtı bir hareketi teşvik etmeyi değil, yurttaşların duyduğu kuşkunun politik açıdan entellektüel hale gelmesini istiyorum. Ayrıca bu sadece politik mercilerin değil, sendikaların da sorunudur. Nitekim bu nedenle Fransa’da son yıllarda yaşanan mücadelelerde öyle bir noktaya gelindi ki, artık sendikalar değil sendikalaraşırı “koordinasyon” denilen yapılar talepler öne sürüp bunun mücadelesini veriyorlar. Kongreler, platformlar, önergeler, sonuç bildirgeleri: Politik hayatın mantığını belirleyen bütün bunlar hep 19. yüzyılın arkaik kalıntılarıdır. Bunlar, bugünkü koşullara, özellikle de bugünkü eğitim düzeyine uymuyor. Bunları eleştirmek ve parti kongrelerindeki -son olarak “Sosyalist Parti”nin kongresinde-, şu kendi kendinin parodisini yapma halinin önüne geçmek gerekiyor. Bu gibi toplantılar ve benzeri politik temsiller, hele televizyondan verildiğinde sonuçları iyice tahripkâr oluyor: Halk, bu halk için halksız politika söylemini artık yemiyor.

“Politikanın mantığı, büyünün veya fetişizmin mantığıdır” diyorsunuz yazılarınızın birinde. Bu büyüye ve onun yeniden üretimine şimdilerde geniş ölçüde katılanlar, politik sermaye ile kültürel sermayenin kesişim alanında duran medyalar.

Gazetecilik hakikaten, politik büyünün oluştuğu ve onaylandığı yerlerden biri. Büyünün oluşabilmesi için bir dizi önkoşul var: Büyücü, asistanlar, izleyici topluluğu vs. Politik büyünün dünyası da, bir dizi iştirakçi gerektiriyor; sadece politikacılar ve parlamenterler değil: Gazeteciler, kamuoyu yoklama kuruluşları, iletişim danışmanları - ve ayrıca aydınlar, veya daha doğrusu, kendilerini aydın olarak gösteren gazeteciler.

Politikanın kendi kendisine övgü düzdüğü, hep kendini sahneye koyduğu bu havayı bozabilmek için, Fransa’da -ve her yerde- eksikliğini duyduğumuz şey, eleştirel aydınlardır. Fransa’da gazetecilerin Körfez Savaşı’ndaki rolünden sözediliyor. Ama gazetecilerin gündelik hayatı üzerine, gazeteciliğin hergün yaptıkları üzerine ise konuşulmuyor - veya çok az konuşuluyor. Gazeteciliğin gündelik meşgalesi, politikacıların birbirleri için yaptıkları konuşmaların etkisini güçlendirmek ve onlara bir yansıma ve titreşim sahası sağlamaktır. Zira bugün artık politikacılar herkesten ziyade kendilerine konuşuyorlar. Hiçbir şey söylememek üzere konuşuyorlar. Saatler süren, hiçbir şey söylemeyen açıklamaların içinde, gazeteciler onu anlasınlar, kapsınlar ve onunla kedinin topuyla oynadığı gibi oynaşarak politika oyununa dahil etsinler diye özel olarak devreye sokulan bir yarım cümle zuhur ediyor. Bütün bunlar, pişkin oyuncuların stratejilerini denedikleri satranç maçlarını andırıyor. Ve satranç maçında olduğu gibi, iktidar ve güç oyunu dışa kapanıyor, dışarıdan kuş uçurmuyor; toplumsal sorumluluğu yok, içeriden olanların “bilirkişi” yorumlarının nesnesi kılınıyor. Politikacılar birbirlerine konuşuyorlar, topluma değil. Topluma konuştukları izlenimini veriyorlar. (...) Medya ile politikacıların paslaştığı, topu birbirlerine atıp tuttuğu bir durumda eleştirel aydınlar ne yapabilir? Eleştirel, gerçek aydınlar seferber olmalı. Müdahale etmenin, sosyolojik, ekonomik tahlillerini toplumda dinlenir kılmanın yollarını aramalılar - bu, örneğin, parasını kendi verdikleri ilanları yayımlatmakla sınırlı kalsa bile... (...)

100 bin kişilik büyük gösterilerin artık tamamen arkaik bir etki yaptığını, buna karşılık sadece 20 kişilik bir mini gösterinin elverişli bir biçimde medyatize edildiğinde (medyaya sunulursa) dev bir etki yaratabildiği düşünülürse, aydınların müdahalesinin riskleri, ama aynı zamanda sahip olduğu yeni fırsatlar görülmüş olur. 2, 3 yıl önce tıp öğrencilerinin sloganlarının gazetecilerin hoşuna gittiğini, bu nedenle gazetecilerin mesajlarını iletmek için resmen onların peşinden koştuğunu hatırlıyorum. Bu, entellektüellerin önündeki bir şanstır. (...)

Ama burada bir çelişki doğmuyor mu? Çalışmalarınızda hep, entellektüellerin iktidar alanının yapıcı unsurlarından biri olduğunu vurguluyorsunuz - “tahakküm edilen” bir konumda bulunarak. “Tahakküm edilenler” olarak, egemenlerin bir parçasıdırlar. Şimdi, kamuoyunun da canlı bir mevcudiyeti olmadığını gözönüne alarak, entellektüellerin bir yandan “saflığı” ve özerkliği ile diğer yandan politik angajmanı arasındaki rolleri nasıl tanımlanabilir? Öyle ya, klasik bir politik angajmana girerlerse, gazeteciliğin bulanık sularına girmeleri ve böylelikle yine egemenlerin bir parçası olmaları tehlikesi vardır.

Mesele, entellektüelleri tamamen zararsız bir ilgililer grubu haline getirmek değil: Onların hükmettiği bir durum, faşizmden Stalinizme her türlü diktatörlükte görüldüğü gibi, tehlikeli hınçların kaynağıdır. En tehlikelisi, “küçük entellektüel” demeyi yeğlediğim gruptur: Böylesi hareketlerin eline düşen ve onun aktif taşıyıcısı olabilen, proleterleşmiş entelijensiya. Entellektüeller tanımını özgülleştirmek gerekir: Ben burada yazarlardan, sanatçılardan, biliminsanlarından sözediyorum. Bunlar her zaman zorunlu bir eleştirel gücü oluştururlar, çünkü bildikleriyle, hâkim olduklarıyla, bir tür evrenselliği cisimleştirirler. Kollektif olarak, grup olarak, aklı cisimleştirme işlevleri vardır. Ve bütün dikkatimizi takınarak, onların bu görevlerini idrak etmeliyiz - başka kimin olacak (bu görev-ç.n.).

Mesele, entellektüellerin iktidarı ele geçirmesi değil. İktidarı ele geçiren bir entellektüel, artık entellektüel değil politikacıdır. Mesele bir eleştirel misyondur; bu, meşrû olduğu gibi, örneğin Avrupa’da hale yola koyulması gereken, içinde entellektüellerin selâhiyetle kendi çıkarlarını da algılayabilecekleri ve algılamaları icap eden bir yığın sorunun varlığı ölçüsünde, günceldir de.(...) Bu noktada entellektüeller, değerlerini ve o değerleriyle birlikte genel anlamda eleştirel, akılcı değerleri korumak için kollektif olarak müdahalede bulunmalıdır. Entellektüellerin bunu anlamlı bir biçimde yapacakları umudu, bizzat yaptığım sosyolojik tahlillere kısmen ters düşüyor. Bu tahlillerin bir yararı olduysa, bu, entellektüellerin, kendi kendileri hakkında yanılsamaya kapılmayı, kendi kendilerini tongaya bastırmayı meslek edinmiş adamlar olduğunu göstermesiydi. Ama bu mekanizma görüldü ve anlaşıldı ise, entellektüeller, kendileri hakkında aydınlanmış olan entellektüeller, akılcı bir müdahalede bulunabilecek durumdadırlar demektir. Tam da bu gerçekçilik, bir porsiyon idealizmi savunmayı mümkün kılıyor. (...)

Entellektüeller, bütün dünyaya öğretmenlik etme eğilimleriyle, genel çıkarların vekili rolünü oynamaya, onu temsil etmeye en az elverişli olanlardır. Dolayısıyla söylediğim aslında çelişkili bir şeydir, bunun bilincindeyim. Bir yandan aydınları müdahaleye çağırıyor, diğer yandan böylesi müdahalelere ilişkin bir yığın kuşku belirtiyorum. Ama derdim, müdahaleden öteye, aydınların özgül selâhiyetlerini devreye sokmaları. Derdim, Fransa’daki uzunyol sürücüleri grevi gibi bir olayda, sorunun ekonomisini ve sosyolojisini inceleme durumunda olan entellektüellerin, işte bunu yapmaları ve yaptıkları tahlillerle kendilerini dinletmeleridir. Bunu yaparken, televizyon kameraları önüne dikilip kendi mükemmelliklerinden, tamamlanmış düşüncelerinden bahsetme narsisizmine kapılmamaya daima dikkat etmeliler. Kendilerini başkalarını eleştirmeye selâhiyetli kılmak için, sürekli özeleştiriyle kendileriyle meşgul olmalılar.

Gelelim narsisizme, ki bunu televizyon mümkün kılıyor ve geliştiriyor: narsis’in aynası bugün televizyondur: insanın kendini gördüğü ve milyonlar tarafından görüldüğü medya, bir büyü ve bir tuzak. Televizyon narsisizmi ve onun önüne set çekilmesine ilişkin olarak, belki fıkra gibi gelecek, ama belirli bir etki umabileceğimiz, gayet net bir önerim var: Televizyonda bir şeyi temsil edecek olan, bunu kendisi temsil etmemeli, yetişmiş bir oyuncuya temsil ettirmelidir. Bu hem mesajın, hem de kamusal bir medyada bir şeyi temsil etmeye çağrıldığını hissedenin tevazusunun yararına olacaktır. (...)

Die Neue Gesellschaft/Frankfurter Hefte’nin

Eylül 1992 sayısından kısaltarak

Çeviren TANIL BORA