Woodstock “Ruhu”

Tarihin nostalji süsüyle kurgulanışı ve bizlerin o tarihi gerçekmişçesine bir sonraki nesillere nakledilişimizin hikâyeleri kolay bitmez. Hele elli yıl önce düzenlenmiş bir müzik festivalinin bugüne dek efsaneleşerek gelişini kısaca anlatabilmek çok zor. Her ne kadar bir yenisi düzenlenemeyecek olsa da, madem böyle önemli bir yıldönümündeyiz, hayalleri yıkmak, biraz da ölünün ardından kötü konuşmak pahasına, Woodstock 1969’un LSD ile değil de müritleri tarafından nasıl uçurulduğu, hikâyelerinin bugüne kadar nasıl evrilip çevrilmiş olduğu hakkında birkaç söz söylemenin tam sırası.

Aynı yapımcı tarafından planlanan anma festivalinin nasıl bir fiyasko olacağı, önceki taklitlerinin aslına yaklaşmadığı gibi anısına zarar da vereceği çoktandır yazılıyordu. Onluk, beşlik yıldönümlerinde hortlayan, “Nerede o ‘Woodstock Ruhu’! Bir daha hiçbir şey eskisi olmayacak” temalı yazılardan ne çok okuduk; üç günlük “barış, sevgi ve müzik” festivalinin bilmediğimiz yönlerini öğrenip unuttuklarımızı ne çok anımsadık! Woodstock 50’nin, olumsuz tüm tepkilere karşın, yine de tüm biletleri satılmıştı. Yine birçok ünlü müzisyen sahne alacaktı. Yine uyuşturucu kullanılacak, hatta çoğunluk uslu uslu müzik dinlerken, âdet olduğu üzere bir köşede soyunmak ya da sevişmek isteyenler çıkacak, festivaller gücünü kurulu düzenden ayrılarak ve aykırılıktan aldığından dolayı, daha çok onlar anılacak, gelecek nesillere onlar aktarılacaktı. Olmadı. Birçok “yine” daha mevcut olacaktı ama artık her yıl düzenlenen yüzlerce müzik festivalinden pek bir farkı olmayacağı için, asla özgün bir belgeseli yapılmayacaktı.

O zaman Woodstock’ın bugünkü efsanevi haline ulaşmasının neredeyse tek sebebi olan belgesel filmini[1] anlatmakla başlayalım. Bu film olmasaydı, festivalin sadece şimdi yetmiş-seksenlerindeki katılımcılarının dimağında hoş bir anı olarak kalacağı, bu konular üzerinde yapılan çalışmalar tarafından çok önceden sabitlenmiş.[2] Durum böyleyken, bu yazı için Woodstock belgeselini üçüncü kez izlemek farz oldu.

Bu belgeseli ilk izleyenlerin, ki genelde Woodstock katılımcılarının yaşındadırlar, dört yüz bini aşkın gencin ortaya çıkarttığı müthiş özgürlük duygusuyla, gözleri kamaşır. Sadece izlenmesi bile gençlik alt kültürlerinde ya da rock camialarında bir geçiş ritüeli görevini görür. Film öncesinde ya da sonrasında o devrin artık neredeyse kutsallaşan müzik grupları, şarkıları dinlenir, üzerlerinde saatlerce konuşulur, hızlandırılmış bir 68 ruhu, müzik, film gibi çeşitli kültürel araçlarla bir çırpıda verilir. Çıkan ana fikir de hep şudur: Ne varsa o zamanlar varmış!

On yıl kadar sonra, ikinci kez izlediğinizde, rock’ın küreselleşmesi ve festivalleri üzerinde bilimsel çalışmalar yaptığınızı farz edelim, filmdeki her kare önemlidir, rock festivali efsanesi nasıl doğmuş, kodlar nasıl yerleşmiş, tüm bunları anlamanız şarttır. Bu yüzden çok dikkatli izleyip notlar alırsınız; o notlar hâlâ elinizdedir. Ancak tüm bunlara karşın, yıllar sonraki üçüncü izleyişinizde, ilk ikisinde hiçbir şekilde dikkatinizi çekmeyen farklı bir temaya rastlamak sizin suçunuz değildir. O festivali anlamak için Vietnam’daki savaşın tarihini de öğrenmek aklınıza gelmemiştir. Gözlem ve anlama ancak bilgiyle gerçekleşir; o kısa ve ilginç bölümlerin dikkatinizi çekmesi ancak üçüncü izleyişinize kalır.

Bölünmüş ekran tekniğinin ilk kullanıldığı belgeselin çoğunu, birbirini desteklediği kadar zıtlıkları da eşleştiren yan yana iki kare halinde izleriz. İkinci saati civarında, Jefferson Airplane’den sonra başlayan ve önceki iki izleyişinizde dikkatinizi pek çekmeyen şu yerler çok kısadır, sadece üç-dört dakika sürer: Ekran iki kareye bölünmüş, birisinde ellerinde telefon olan gençler vardır. Başka sahnelerdeki çıplaklıklarından utanmayan hippiler gibi değillerdir; devrin modasına bile uymayan sade kıyafetleriyle, çıplak ayakları çamurların içine batmış sıra beklerler. Diğer karede o gençler ailelerini ararlar: “Dün gece burası tam bir afet alanıydı... Su yok, yemek yok... Ordu geldi, bize yardım etti” [Arada duyulan helikopter sesleri ya da efekti]. O sırada sahneden şöyle bir anonsun yapıldığı duyulur [bazı versiyonlarında müzisyenlerle zıt görüntüdeki takım elbiseli, kravatlı ve koyu renk çerçeveli gözlüklü sunucu da gösterilir]: “Bir kısmınızın dikkatini çekmiştir, hepinizin dikkatini çekmiştir. Burada bildik renkten orduya ait bir helikopter var. Amerika Birleşik Devletleri ordusu bize bir sağlık ekibi yolladı [Sol tarafta göz alıcı beyazlıkta bir sutyen giymiş bir kadına yardım eden sağlıkçılar, sağ tarafta askerî bir helikopter]. Bizlere yardım ediyorlar [Islıklar]. Bizimle beraber buradalar, arkadaşlar: Bize karşı değiller, bize yardım ediyorlar. Alkışı hak ediyorlar [Alkışlar]. Kırk beş doktor var. Kırk beş, belki de daha fazla doktor var. Buraya ücret almaksızın geldiler.” Yan yana karelerdeki sahneler değişir. Solda, “İnsanlar anlamıyor ama ordu gerçekten muhteşem bir iş becerdi. Kimse anlamıyor ve bu iyi bir şey değil! Ama gerçekten büyük iş becerdiler,” diyen ciddi görünüşlü gözlüklü bir genç, sağdaki karede bir helikopter, filmlerden bildiğimiz, görevini başarmış sahnesiyle havalanıyor. Peşi sıra gelen sonraki sahnelerde afet çadırları, anonslar, kurtarılan gençler, savaşmayıp sevişmeyi öneren hippilerin bile orduya muhtaç kalmasının birbiri peşi sıra karelerde yer almaları falan filan.

Bu bölümler gerçekten de çok kısa, sadece iki yüz küsur dakika içindeki üç-beş dakika, çeşitli yerlere serptirilmiş. Dört yüz bin küsurluk devasa kalabalığa sandviç, kuru giysi atan, su dağıtan birkaç ordu helikopterli sahne daha var; belgeseldeki çok başarılı bir kurguyla nakledilen bilgi kakofonisine o kadar karışmışlar ki, dikkat çekmiyorlar bile. Zaten o zamanın ruhunu anlamak isteyen biri Jimi Hendrix’e mi takılır, yoksa o kısacık sahnelerdeki ordu helikopterlerine mi?

O zaman o dönemle ilgili birkaç tarihî bilgiyi[3] kısaca hatırlamakta fayda var: Amerikan hükümeti 1964 yılında, Vietnam gibi bambaşka bir coğrafyada dokuz yıl önce başlayan savaşa komünizmin yayılmasını engelleme gerekçesiyle dahil olur. Bu aynı zamanda, dünyanın dilediği yerine askerî güçle müdahale etme hakkını kendinde bulduğunu ilân ettiği karardır. Ancak bir dönemeç noktası olan 1968’de, her iki tarafta da hiç dökülmediği kadar kan dökülür, protestolar artar; Amerikan hükümetinin kendinden binlerce kilometre uzaktaki bir ülkeye asker gönderişini meşrulaştıracak zemini daha da azalmıştır. Karşı-kültür, enerjisini kurulu düzene ve otoriteye duyduğu hoşnutsuzluktan alır; dönemin Amerika’sı bunun ortaya çıkabilmesi için yeteri kadar uygun bir zemini oluşturur. Vietnam’daki savaşla hesaplaşma Amerika gündeminden bir türlü düşmez, aradan geçen onca zamana karşın, hâlâ o dönemi eleştiren filmler çevrilir.[4]

Bugünün aksine, Hollywood’daki bütün büyük film yapım şirketleri altmışlı yıllar boyunca Vietnam’daki savaşa dahil olunuşu destekleyici filmler yapar, siyasi propagandaya yardım ederler.[5] Durum buyken ve Hollywood’da neler döndüğü bilinirken, filmin ilk yatırımcısının çalıştığı ve filmi ilk önce reddeden ama sonra dağıtım haklarını 1 milyon dolara satın alan Warner Bros’un filmin içeriğine ya da kurgulanışına karışmadığının hiç aklımıza gelmemesi mi gerekir? Hele bir de, altmışlarda hız kazanan, Motivasyon Araştırmaları adı verilen tüketici araştırmalarından, algıyla oynanabilecek yöntemlerin geliştirildiğinden ve farklı hallerinin hâlâ yaygın kullanıldığından haberdarsak! İlk uygulamalardan bir tanesi hele çok ünlüdür: Coca-Cola’nın gösterimde olan filmin bir karesine reklam yerleştirdiği ve izleyicilerin o tek kareyi bilinçdışı algılayıp film arasında Coca-Cola tüketiminin arttığı vaka. Şirket bu olaya dahil olduğunu kabul etmediyse de, bu tür yöntemlerin işleyeceği sonradan birçok şekilde kanıtlandı, reklam ve propagandada kullanıldı.

“Woodstock Ruhu”nu bize aktaran bu belgesele o yılın En İyi Belgesel Oscar’ı verildi, katılan müzisyenler dünyaca ünlü oldu. Film on yıl içinde Warner Bros’a 50 milyon dolar kazandırdı, hatta şirketi batmaktan kurtardı. Dönemin seks-uyuşturucu-rock’n’roll’lu ruhuysa, sağladığı yeni içerik ve temalarla anlaşılan bütün Hollywood’u kurtardı.[6] Woodstock (1970) belgeseliyse yaklaşık yarım asırdır, sadece zamanın Amerika’sına değil bütün dünyaya, neredeyse “kurgusuz”, kadri kıymeti bilinmeyen Amerika ordusunun kendisini ıslıklayan insanları zor durumdan kurtarabileceğini, barış için savaşa gerek bulunduğunu “da” ispatlayıp durdu; dahası bugüne dek hiçbir kitap ya da yazı bunu yazmadı.

Yetmişlerden sonra, Woodstock’tan türeyen festivaller, konserlerden daha kârlı bir şekilde yıldızlarla yeni çıkanları buluşturup ölçek ekonomisiyle maliyeti düşürdüğü,  dahası müzisyenlerle seyirciler arasındaki etkileşimi artırıp o piyasayı büyüttükleri için, giderek fazlalaştı. Sonra dünya yine değişmedi ama kısıtlı zamanda sağladığı aykırılıkla süslenmiş özgürlüğü vaat eden ve verdirdikleri suni arayla aslında düzeni destekleyen festival piyasası Glastonbury’den Burning Man’e farklı kisvelere bürünerek büyüdü; sanat ve müzik üretiminin en önemli gelir kapılarından biri oldu.

Taklitler çoğaldıkça aslının etkisi azalır piyasada ama Woodstock yerine kullanıldığı 68 ruhu ile eş tutulduğu için, ona bir şey olmadı. Sonuçta Woodstock anlamı seyrelip ticarileştikçe her iyi meta gibi kitap, video, CD, DVD gibi türevleri ortalığı kasıp kavurdu.[7] Yaratıcılıkla, ticarileşme arasındaki nifak Woodstock şablonunun ikide bir temize çekilmeye çalışılmasıyla neredeyse tatlıya bağlandı –nostaljisi meşrulaşmak ne kelime, ticarileşmenin de mihenk taşı haline geldi. Her rock festivalinden sonra, karşı-kültüre ait olma nişanesi olduğu için, “Aynı Woodstock gibiydi,” sözü dillere pelesenk oldu. Aslında başımıza gelen şuydu: Sırf nostaljisine dayanılarak dünyayı barış, sevgi ve müzikle kurtaracak bir Amerikalı kahraman, bir nevi Süpermen, “daha” yaratıldı; gençlik alt kültürlerine özgürlük, dünyaya da barış dahil her şeyi getirebilecek bir kahraman. Güya bizi kurtaracakken, her Amerikalı kahraman gibi belki de bizleri bambaşka konularda manipüle edebilecek bir kahraman!

Woodstock 1969’da sahneye çıkan Country Joe McDonalds, sahne önündeki devasa kalabalığı küfrettirdiği yirmi beşinci dakikasına kadar, kimsenin kendisini takmadığını ama bunu belgeselde görmediğimizi anlatır. Tam o sırada söylediği şarkı da filmle birlikte dillere dolanacaktır: I-Feel-Like-I’m-Fixin’-To-Die-Rag (Sanki Bir Paçavra Gibi Ölmeyi Ayarlıyorum). Şarkıyı altyazılı dinlesek de, ne demek istediğini kavramak çok kolay değil. Şarkının sonundaki paçavra (rag) kelimesi aslında ragtime şarkılarına nazire olarak da konmuştur, örneğin. Woodstock filmi arkamızdan işler çevirse de, bu şarkı dönemin savaş karşıtlığının marşı haline gelmiş ve belki de savaşın sona ermesini hızlandırmıştır, örneğin. Belki de tüm bunlar bir yandan da 68 ruhunun korunmasına yaramıştır, örneğin. Tüm bunları doğru kestirebilmek için oturup bunları araştırmak gerektiğinden, aksi takdirde hep bir şeylerin eksik kalacağından söz etmenin günümüze ne faydası mı var? Belki de sorunumuz hep bazı olayları yüceltip nostaljisinde boğulmaktan gerçekliğimizi bir türlü doğru temeller üzerinde kuramamaktır.

Çağ, hız çağı, her gün binlerce bilginin bombardımanındayken, çoğu şeyi, hani yorumunu ya da güncel yansımasını değil ta kendisini, “gerçekten” anlamaya pek zamanımız yok. O halde, “Ne varsa o zamanlarda varmış” demenin açıklaması da budur. Nostaljinin boyadığı, filmlerle, yazılarla, kulaktan kulağa yayılan mitlerle süslediği, 68 ruhuyla bile karıştırttığı, “Woodstock Ruhu”nun bile kurtaramadığı şu dünyayı biz mi kurtaracağız demekten kolay ne var!

Yaşı kemale erdiği için, belki bundan sonra Woodstock’ı anımsayan daha az çıkacak, zaten ihtiyacımız da yok. Şüphesiz ki, o barış ve özgürlük içinde yaşanan dünyaya duyduğumuz umut, ne kadar arasak da hiçbir zaman geçmişte bulunmaz.



[1] Woodstock (1970), Yön: Micheal Wadleigh, Warner Bros.

[2] Andy Bennett (2016), “Everybody’s happy, everybody’s free: Representation and nostalgia in Woodstock,” Remembering Woodstock içinde, Andy Bennett (der.), New York: Routledge, s. 43-54.

[3] Vietnam’daki savaş için kısa bir şeyler yazmıştım: https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/9382/vietnam-dan-oymali-iki-tufek  

[4] Daha önceki onlarcasına ek olarak en son çevrilen büyük prodüksiyonlulardan biri, Vietnam’daki savaşa dahil olan hükümetin ipliğini pazara çıkaran, The Post [2017], Yönetmen: Steven Spielberg, 20th Century Fox.

[5] Peter Biskind (1998), Easy Riders, Raging Bulls: How The Sex-Drugs-and-Rock’n’Roll Generation Saved Hollywood, Simon&Schuster.

[6] A.g.e.

[7] Woodstock’ın düzenlenmesi hakkında şu film de çevrildi ama orijinali kadar iş yapmadı: Taking Woodstock (2009), Yönetmen: Ang Lee, Focus Features. Bu yıl da 50. yılı anısına bir belgesel daha yapıldı, birkaç hafta önce gösterime girdi, Woodstock’ın ömrü biraz daha uzayacak: Woodstock: Three Days That Defined A Generation, Yönetmen: Barak Goodman ve Jamila Ephron,


Fotoğraf Time'dan alınmıştır.