Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir Corona (IV)

Modern doğa bilimi, bütün emekçilerin doluştuğu, “yoksul mahalleler” diye adlandırılan şeyin, zaman zaman kentlerimizi etkileyen salgınların ürediği yer olduğunu kanıtlamıştır. Kapitalist düzen, emekçi sınıf arasında bulaşıcı hastalık yaratma zevkine, cezasını çekmeden sahip olamaz; sonuçları ona da ulaşır, onun içinde de emekçi sınıfın içinde olduğu kadar acımasızca uçar ölüm meleği... 

Bu gerçek bilimsel olarak saptandığı anda, yardımsever burjuvazi asil bir çabayla, emekçilerinin sağlığı için yarışmaya başladı kendi içinde. Sürekli tekrarlayan salgınların önünü almak için dernekler kuruldu, kitaplar yazıldı, yasa teklifleri sunuldu, yasalar tartışılıp yürürlüğe girdi. Emekçilerin konut koşulları incelendi ve en göze batan kötülüklerin çaresi arandı. Emekçi sınıfın hijyen koşullarını incelemek üzere hükümet komisyonları kuruldu…

— F. Engels, 1872.[1]

 

Bir önceki metinde, muktedirin ulusal-kültürel fantezilerinden ekonomi-politiğe, “havuz medyası”ndaki kanaat teknisyeni müfrezesinden işçi cinayetlerine giden bir yol olduğundan söz edilmişti. Bu ahvâlde, Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı ve Bilim Kurulu Üyesi de olan bir profesör, televizyon ekranlarında, “Allah, virüsleri insanların belli bir sayının üzerinde çoğalmaması için yarattı” şeklinde bir çıkışa imza atarak Malthus’un ruhunu uhrevi bir tılsımla diriltir:

Gıda kaynakları aritmetik artar, insan nüfusu geometrik artar. Eğer bu artış böyle devam ederse insanlar yiyecek ekmek bulamaz. Allah bunu nasıl bir mekanizmayla ayarlamış? İnsanlar belirli bir yaştan uzun yaşayamaz. Allah neden virüsleri yaratmış? Hiçbir işe yaramıyorlar, canlı değiller [üstelik]. Yaratmış; çünkü insanların belirli bir sayının üzerinde çoğalamaması gerekir. Yoksa kimse yaşayamaz.

Dr. Çağatay Tarhan da, bir söyleşisinde, Dr. Ceyhan’ın bu sözlerine cevaben, şu sözleri sarf ediyordu:

Doğal fenomenleri böyle araçsallaştırmak, insanı merkeze alıp doğadaki etmenlerin ona bir şeyleri anlatmak, hatırlatmak ya da düzenlemek için var olduğunu söylemek bilimsel bir bakış açısı değil. Buradan depremlerin bize insanların azgınlaşmasının bir bedeli, cezası ya da işte bir uyarısı olarak gerçekleştiği açıklamasına da varabilirsiniz. Üstüne üstlük insan ortaya çıkmadan önce de virüsler vardı, biz yok olduktan sonra da kalacaklar. Varoluş durumları bizimle sınırlı veya ilgili değil. Doğadaki olgular, doğadaki ilişkiler, mekanizmalar ve yasalar çerçevesinde açıklanmak zorundadır. Bilim tarihi bize bundan başka bir şey söylemiyor.[2]

Gerçekten de, meşhur Malthusçu aritmetik-geometrik “dengeleme”nin ardında, toprak aristokrasisinin ve seçkinlerin çıkarını gözettiği, dahası egemen sınıfların “rant dalkavukluğu”na soyunmaya varan bir sözde-bilimsellik yer alır. Nüfusun Malthusçu biyopolitikası, yani onun esasında ideolojik ve doktriner olan natüralizmi, varsılları kollar ve yoksullara çullanır; proletaryayı bir tür “yük hayvanı”na indirger. David Harvey’in özetlediği üzere Marx, “Malthus’un işsizliğin ve yoksulluğun yaratılmasını nüfus artışı ile kaynaklar üzerindeki baskı arasındaki basit ilişkiye indirgeyerek doğallaştırmasına itiraz etmekte”dir. Onun temel itirazı “yoksulluğun çok hızlı çoğalan işçi sınıfı tarafından üretildiği tezine, yani kurbanın suçlanmasına”dır: “Marx’ın amacı, nüfus artışının durumundan ya da artış oranından bağımsız olarak kapitalizmin yoksulluk ürettiğini göstermektir.”[3]

Şuraya sıçrayalım: Ekonomik İstikrar Kalkanı paketiyle patronlar için KDV indirimi, teşvik, borç erteleme, faiz indirimi, prim öteleme, stok finansmanı desteği veriliyor, işçilereyse kendilerini korumaları salık veriliyordu… Burcu Karakaş’ın Deutsche Welle Türkçe için yaptığı haberlerden öğreniyoruz: Sağlık emekçileri için maske, eldiven, siperlik, önlük gibi kişisel koruyucu ekipman (ki bu hususta gerçekçi bir veri, SES ile TTB’nin yürütmüş olduğu anket çalışmasıdır) yeterli nicelikte ve standartta temin edilmediği gibi, “pandemi hastanesi” statüsündeki özel hastane işletmelerinin bir adım daha ileri giderek, “hasta kaçmasın” diye maske takılmasını dahi istemediği, dahası işten atmakla tehdit ettiği vaki idi. Ekipman yetersizliği bir yana, iş güvenliği anlamında “tehlike ve risk” içeren prosedürlerin kontrolsüzlüğü nedeniyle endişe güden sağlık çalışanları, yurttaşların kendilerine “cüzzamlıymış gibi yaklaştığı”ndan söz ederek bir tür “distopik atmosfer”i betimliyorlardı.

Yine, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdari Genel Müdürlüğü’nün (İSKİ), koronavirüs salgını önlemleri kapsamında 20 Mart tarihinde bir dizi karar aldığını okuduk. Bu doğrultuda, Türkiye’de ilk vakanın resmî ağızlardan açıklandığı tarihten yaklaşık iki hafta sonra da olsa, çalışanlara koruyucu donanım ve malzemeler dağıtıldığını, söz konusu ekipman için ise çalışanlara zimmet tutanağı imzalatıldığını gördük. Mezkûr tutanak ile de, bu malzemeleri kullanmaması nedeniyle meydana gelebilecek iş kazası ve meslek hastalıklarının sorumluluğu işçilere yükleniyordu… Bu taahhütname ile işçiler, evet, enfeksiyon kapmaları halinde bunun sorumluluğunu da üstlenmiş oldular.

Binali Yıldırım’ın, vakti zamanında sonu gelmek bitmeyen iş kazaları ile ilgili olarak, “işçi hataları”nı, “güvensiz davranış”ları gündeme getirmesi ile birlikte düşünmek gerekir bunu. İşçi cinayetlerinde “fıtrat, kader ve tevekkül” kıskacını anımsarız. Erdoğan da, salgın bağlamındaki karantina/izolasyon sürecinde devreye sokulan ekonomik önlemler bahsinde, zorunlu mal/hizmet üreten emekçileri pek de zikretmeye yanaşmadığı, çalışma ilişkilerini sermayedar ve patronların tasarrufuna terk ettiği “ulusa sesleniş” konuşmasında, bireysel tedbir, fedakârlık ve tevekkül çağrısı yapmıştı. Yine, açı: İşçiler ölünce “fıtrat”, greve çıkınca veya fiilî iş bırakma, iş yavaşlatma, üretim sürecini durdurma gibi edimlere meyledince “milli güvenlik” ile “memleket sağlığı” kartına sarılma refleksini biliriz. Karşı açı, Erdoğan’dan: “Hiç kimse bencilliği veya özensizliği sebebiyle tüm toplumun sağlığını ve güvenliğini tehlikeye atma hakkına sahip değildir. Toplumun tamamının huzuru için her birimizin fedakârlıkta bulunma sorumluluğu vardır.”[4]

Sermayenin gerçek ve biçimsel boyunduruğu eşliğinde sınıf iktidarının da ana hatları belirginleşmekte ve bireyselleştirici hamlelerle, bir çeşit “pandemik kast sistemi”[5] çalışmaktadır: Test kitlerini ofisinde eğlence için kullanan, bir tür “Korona partisi” tertipleyen muktedir muhibi Ethem Sancak’ın yeğeni, yahut sosyal medyadan test kiti ticareti yapan AK Parti milletvekilinin oğlu, karantina uygulamasından kaçırılan bir seçkinin kızı, bakanlıktan devreye giren “hatırlı” şahsiyetler ve diğerleri… Salgın, evet, keskin sınıf ayrımlarını ortaya sererken aynı zamanda sahte sınıfsal ayrımların örtüsünü de kaldırmaya yaradı. Kansu Yıldırım, Twitter’da, şu saptamayı yapıyordu:

Salgın, home-office çalışma “lüksüne” sahip olan beyaz yakalıya, ne kadar önlem alırsa alsın, her gün büyük bir salgının parçası olmak üzere evden çıkıp işe gidenlerin, kapısına gelen kargocunun, postacının, marketteki kasiyerin, AVM çalışanının, düşük ücretli çalışan ve herhangi bir iş güvencesi olmadığı için işe gitmek zorunda olan işçinin makaslanan tüm haklarının esasen “toplumsal” bir sorun olduğunu da gösterdi. “Evde kal” çağrısına uyamayacak milyonlar, evde kalanların da yaşamının tehlikeye girdiği bir toplumsallığın parçası.

Sahiden de, New York valisi Andrew Cuomo’nın, geçtiğimiz günlerdeki bir konuşmasında “sosyal Darwinizm”den bahsetmesi tevekkeli değildi. Kevin Ovenden da, Marx’ın meşhur “vampir” analojisi üstünden, kapitalizmin “sosyopatik calculusu”nun şimdilerde krizde olduğunu yazıyordu. Sesteşlikle, Noam Chomsky de, kaderimizi Trump veya Bolsonaro gibi “sosyopat soytarılar”ın eline bırakmamamız gerektiğini vurguluyordu .[6]

İtalya’dan Francesco Pontarelli ise, “zorunlu mal ve hizmetlerin tedarikinin garanti altına alınması” ile “çok önemli ve vazgeçilmez olan üretim faaliyetleri” etrafında kopan patırtıya değindiği metninde, kriz zamanlarının, temel toplumsal çelişkileri her zamankinden daha fazla gösterme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyordu.[7] Karantina günlerinde, çok sayıda işçi protestosu ve fiilî grev (wild-cat strike) gerçekleştiğini ve bu aksiyonun alt-metninde “virüsün yayılmaya devam etmesinin bir nedeni de gelirlerini kaybetme riski olan milyonlarca insanın her sabah uyanmak, toplu taşımayı kullanmak ve kalabalık depolarda, fabrikalarda ve ofislerde çalışmak zorunda olması” gerçeğinin bulunduğuna dikkat çekiyordu. Enformel sektördeki işçiler, bakıcılar, gündelikçiler, göçmen işçiler ile işçi hakları ve sosyal güvenlik ağlarına erişemeyen emekçiler, iktisadi tedbir mekanizmalarının dışında bırakılır. Hayatî ihtiyaçları “kâr” telaşının arkasında boğan sermaye-odaklı kurumların ekonomi/yaşam denkleminde çuvallaması, beraberinde çığır açıcı bir alternatif momente de gönderme yapar. Bunun kendisi ise, emek örgütleri adına başlı başına bir antagonizma olanağıdır: “Virüsün yayılması sadece tıbbi bir kriz değil, aynı zamanda siyasi ve sosyal bir mücadelenin adıdır.”


[1] Aktaran: D. Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, çev. M. Moralı, İstanbul: Metis, 2013, s. 134.

[2] Gazete Manifesto, 30 Mart 2020.

[3] Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, çev. B. O. Doğan, İstanbul: Metis, 2012, s. 291, vd. Doğrudan Marx’a kulak vermek için: Artı-Değer Teorileri [II], çev. Y. Fincancı, Ankara: Sol, 1999, s. 107-109, vd. Yine, çağcıl neo-Malthusçu görüngülerin esaslı bir eleştirisi için ise, bkz. D. Harvey, “Nüfus, Kaynaklar ve Bilim İdeolojisi”, Sermayenin Mekânları: Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru içinde, çev. B. Kıcır, D. Koç ve diğ., İstanbul: Sel, 2012, s. 60-91.

[4] Murat Sevinç, kapitalizmin oksijen çadırı olan “birlik ve beraberlik” ideolojisine, “gemi” metaforu üzerinden değindiği yazısını şöyle bağlıyordu: “Evde oturabiliyor oluşumuzun tek nedeni, evde oturma şansı olmayanların emeği ve kendi yaşamlarını tehlikeye atmak zorunda kalmaları” (Diken, 23 Mart 2020). Bununla birlikte, “aynı gemide” olma söyleminin olumlayıcı yönü, ancak ortak ekosisteme gönderme yapmakla mümkündür. İdeal prensip ise, hepimizin, ancak insan türünün en “zayıf”, en madun öznesi kadar sağlıklı olabileceğimizdir. Sağlık antropolojisi alanında çalışan Dr. Ayşecan Terzioğlu’nun vurguladığı gibi, neoliberal sistemin dayattığı rekabetçi, bireyci ve yalnızlaştırıcı düzeni biraz kırarak, dayanışmacı ve paylaşımcı eğilimlerin artması, bu yönüyle, ancak “mülteciler ile hapislerde tutuklu olanlar”ı örgütlü bir dayanışma ile bünyemize katabilmemizle mümkündür; bkz. “COVİD-19 ve Toplumsal Değişimlerin Gizli Öznesi Olarak Salgınlar”, GazeteSU, 25 Mart 2020.

[5] N. Scheiber ve diğ., “‘White-Collar Quarantine’ Over Virus Spotlights Class Divide”, NYT (nytimes.com), 27 Mart 2020.

[6] Counterfire (counterfire.org), 25 Mart 2020; C. Karlsson, “Chomsky On Coronavirus”, worldcrunch.com, 29 Mart 2020.

[7] “Sermayenin İhtiyaçları ve Halkın Sağlığı”, çev. O. C. Taştan, disk.org.tr, 25 Mart 2020.