Eşitliğin İhlali Olarak Tedbir

Tedbirli olmak iyidir, hayatı kolaylaştırır. Yaşamımızın mümkün olduğunca kendi seyrinde devam etmesi için bazı şeyleri önceden öngörürsek sıkıntıya düşmememiz kuvvetle muhtemeldir; XIX. yüzyılın bohem şairlerinden ya da XX. yüzyılın canını dişine takmış devrimcilerinden biri değilsek tabii. Olağanüstü hallerde ise tedbir, çok başka anlamlara gelebilir. Evini depoya çeviren stokçu paranoyaklıktan tutun da devletin tanımıyla “siyasi düşman”a ve bu algının getirdiği güvenlik paranoyasına kadar.

Olağanüstü halin dışında da, totaliter ya da ona yatkın rejimlerin siyasetlerinin olmazsa olmaz bir parçası olarak, düşman ve ona bağlı olan güvenlik algısının hayatın olağan akışında ne şekilde vuku bulduğu, çok fazla örnekle açıklanabilir. Ama totaliter olsun ya da olmasın, halihazırda tüm devletlerin amentüsünün güvenlik olduğu ve tüm iç ve dış politikanın bunun üzerine kurulduğu ortadaysa, “tedbir” kavramının çok uzun zamandır siyasete damga vurduğu ve siyasi yaşamın onun üzerine şekillendiğini kabul etmek gerekir. Bir süredir yılanın başı küçükken ezilmekte, tüm muhalefet, güvenlik tedbiri adı altında kolaylıkla safdışı bırakılabilmektedir. Devlete karşı işlenen suçlar fi tarihinden beri ceza kanununda zaten yer almakla ve bunlara çoğu zaman çok ağır cezalarla karşılık verilmekteyken, artık o suç henüz işlenmeden suç haline getirilerek devletin güvenliği “düşman”lara karşı sağlanmakta ve bu konuda “tedbir” alınmaktadır.

“Tedbir” ifadesini hangi devletin nasıl algıladığı bu noktada önemlidir, çünkü nispeten demokratik ülkelerle, demokrasiden yana herhangi bir derdi olmayan ülkeler arasında tanım ve uygulama açısından muazzam farklar olacaktır. Zaten toplumu mevzuatında yaptığı değişikliklerle güvenlik açısından hizaya getirip hepsini tehlikesiz bir tebaaya dönüştüren, bu yolla da neredeyse tam itaati sağlamaya çalışan devletlerle, toplumu mümkün olduğunca kontrol etmek istese de o isteğin sınırları hem yurttaşlarla hem de yöneticilerce tarihsel olarak belli bir çizgide tutulmuş devletler arasında elbette bir fark olacaktır. Bu farkın birinciler açısından daha çok olağanüstü zamanlarda ortaya çıkabileceği düşünülebilirse de başka bir kör nokta vardır: Totaliter ya da buna meyleden devletlerin yurttaşları için bir noktada artık olağan ve olağanüstü ayrımı kalmamış, devletçe güvenlik ve tedbir adına yapılan kısıtlamalar olağan ve rutin hale gelmiştir.

“Tedbir” kavramı, esas olarak, bilinmeyen bir riske ya da tehlikeye karşı, mümkün olan en öngörülü ya da basiretli davranışı anlatır. Bunlardan yoksun bir birey ya da devlet, ne kadar tedbir alırsa alsın, kaçınılmaz sona maruz kalmaktan kurtulamayacaktır. O halde savuşturulması gereken bir tehlikeye karşı koymanın yolu, yurttaşlar için tüm bu özelliklere sahip olan bir devletin uyruğu olabilmektir. Her yurttaşın da hakkıdır bu, en azından özlemi.

Ama tedbirin de her kavram gibi, içeriği fazlasıyla geniş, kapsadığı alan fazlasıyla belirsizdir. Sözlük tanımı sınırlı olsa da gerçek içeriği sınırsız olabilir. Bunda tuhaf bir yan da yoktur, çünkü her duruma karşı alınacak tedbir farklıdır. Nihayetinde kavramın ucu, bir tomurcuktan koca bir orman yaratacak kadar açıktır. Bu durumda tedbir kavramının içi nasıl doldurulacaktır? Büyük ihtimalle her ülkeye göre farklılık gösterirken, özellikle kavramın başat hale geldiği olağanüstü zamanlarda ya da güvenlik kavramının neredeyse “bir fincan kahve” tamlaması kadar sıradanlaştığı ülkelerde.

Tedbirin, devletin elinde, olası bir tehlikeyi savuşturmak yanında hatta onun yerine neye dönüşebileceği her somut olayla değişebilir.  İçi nasıl istenirse öyle doldurulabilecek “kamu düzeni” kavramı, o düzenin sağlanması için bir mitingi yasakladığında yapılan gözaltı sayısı ortada bir kamu düzeni bırakmayabilir. Yine aynı kamu düzeni için kolluk kuvvetlerine, olması gerekenden çok daha geniş yetkiler verildiğinde, normal şartlarda kamu görevlisi açısından suç sayılabilen bir fiil, artık yetki sınırları dahilinde kaldığından, kamu düzenini bozabilir. Bütün bunların, yani kamu düzeni gerekçe gösterilerek alınan çoğu tedbirin öncelikle yurttaşların özgürlüğünü kısıtladığı ortadadır. Yine bu özgürlüğün nasıl ve ne kadar kısıtlanıp kısıtlanmadığı da devletin özgürlük ve güvenlik anlayışına, her iki kavram arasındaki denklemi nasıl kurduğuna bağlı olarak değişecektir.

Devletlerin iki kavramdan hangisine diğerinden daha çok öncelik verdiğinden bağımsız olarak her türlü tedbir, az ya da çok özgürlüğün kısıtlanması sonucunu doğurur. Peki ya konu eşitlik ve bu kavram da tıpkı özgürlük gibi modern dünyanın başat kavramlarından biri ise, devletin tedbir adı altında bu ilkeyi ihlal etme hakkı var mıdır? Başka bir ifadeyle tedbir ya da güvenlik ile eşitlik ilkesinin uygulanmaması arasında herhangi bir bağ kurulabilir mi? Bunun dışında kamu düzenini sağlamak üzere alınacak tedbirlerin işlerliğini sağlamak hususunda eşitlik ilkesinin uygulanmaması faydalı bir araç olabilir mi?

Eşitlik ilkesi her yurttaşın devlet nezdinde eşit olduğunu söylediğinden, dolayısıyla da devletin her icraatında ya da tasarrufunda gözetmesi gereken bir ilke olduğundan bu konuda devletin takdir yetkisi yoktur; en azından bu ilkeyi kurucu anayasasında zikretmiş ülkeler açısından. Bu nedenle de, hiç olmazsa kural olarak, devletin eşitlik ilkesiyle bağlı olduğu açıktır. Aksi takdirde modern bir devletin üzerine oturduğu temellerden birinin sarsıldığını ve modern devlet tanımında koca bir delik açıldığını kabul etmek gerekir.

Pandemi nedeniyle sokağa çıkma yasağının uygulanması, salgın hastalığın yayılmaması için bir tedbir olarak uygulanabilir. Elbette ortada bir özgürlük kısıtlamasının olduğu doğrudur, ama yukarıda da belirtildiği üzere her tedbir bunu zaten içerir. Ama böyle bir tedbirin uygulanması da, bu tedbiri gerektirecek şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Bilim insanlarının söylediğine göre solunum yoluyla geçen, hızlı yayılan ve ölümcül sonuçlar doğuran virütik bir hastalığa karşı insanlar arasındaki mesafeyi korumak gerçekçi bir yaklaşım olarak kabul edilirse sokağa çıkma yasağının da gerçekçi bir yanı olduğu kabul edilebilir.

Hal böyleyse sokağa çıkma yasağının sadece 65 yaş üstü ve 20 yaş altı yurttaşlara uygulanmasının gerekçesi ne olabilir? Avrupa ülkelerinden farklı olarak Türkiye açısından hastalıktan 65 yaş üstünün daha fazla zarar gördüğü ya da 20 yaş altının taşıyıcı olma olasılığının yüksek olduğu gibi gerekçeler bir süredir ciddi olarak sorgulandığına -çünkü Türkiye genç nüfusu çok fazla olan bir ülke olarak 65 yaş altı kayıplar azımsanamayacak orandadır- ve artık böyle muallak bir nedene dayanılması mümkün olmadığına göre yasağın devam ettirilmesi ile ne amaçlanmaktadır?  

Yukarıdaki gerekçelerin doğru olduğu ve bilimsel olarak kanıtlandığı kabul edilse bile eşitlik ilkesinin hiçbir şekilde ihlal edilemeyeceği ve bunun anlamının açıkça ayrımcılık olduğu ortadadır. Tüm yurttaşlara uygulanan ya da uygulanabilecek olan sokağa çıkma yasağı bir tedbir olabilecekken, eşitlik ilkesinin ihlaliyle bazı yurttaşların özgürlüklerinin kısıtlanmayıp bazı yurttaşların kısıtlanması tedbir olarak tanımlanamayacağı gibi, devletin yurttaşlar arasında açıkça ayrımcılık yaptığı ve eşitlik ilkesiyle bağlı olmadığını alenen ilan ettiği anlamına gelir. Sokağa çıkma yasağı anlamında tedbir olarak yurttaşların özgürlüğünün kısıtlanması ile eşitliğin ihlal edilerek ayrımcılık yapılması hiçbir şekilde aynı kefeye konulamaz.

Elbette Türkiye Cumhuriyeti devletinin bilimsel verilerden haberdar olmadığı ya da güncel gelişmeleri takip etmediği düşünülemez; her ne kadar devletin söz konusu ayrımcılığı haklı çıkarma konusunda ortaya sürdüğü ya da süreceği herhangi bir verinin, eşitlik ilkesi açısından hiçbir önemi olmasa da. Ama devletin halk sağlığı ya da kamu düzeninin ötesinde, düşünmesi ya da kaygılanması gereken başka konuları olduğu muhakkak. Hiçbir devletin -en azından kendi ülkesinde- pandeminin yayılmasını önlemek konusundaki samimiyeti tartışılacak bir husus olmamakla birlikte, eşitlik ilkesinin ihlali pahasına alınan tedbirlerin sadece pandeminin yayılmasına değil, başka dertlerin ortaya çıkmamasına hizmet ettiğini görüyoruz. Sorun şu ki, tüm devletler pandemi nedeniyle yurttaşların hayatlarını korumanın yanında, salgının diğer etkilerini de önlemeye yönelik tedbir almak zorundadır. Ama bunu yaparken bazı yurttaşları, bazı amaçlar için “harcamak” yine yukarıda belirtildiği gibi devletin yapısına sıkıca bağlıdır. Türkiye açısından, sokakları biraz boşaltarak salgının daha da yayılmasının önlenmesi amacıyla işgücüne katkı sağlamadığı düşünülen 65 yaş üstünün ve 20 yaş altının evde kalmasında bir sakınca yoktur. Bu anlamda 20 yaş altı olup da sigortalı çalışan genç yurttaşların bu yasağa dahil olmamaları da onların virüs yayan bedenler olarak değil, işgücüne dahil uyruklar olarak algılandığını gösterir. Üstelik neden 18 yaş altı değil de 20 yaş altının yasağa dahil olduğu düşünüldüğünde, devletin askere alacağı insan gücünü korumaya yöneldiği de ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla bu yaş gruplarının sağlığını korumak esas çalışma kitlesine göre devlet açısından daha kolay ve elverişli olup, ekonomi açısından alacağı sorumluluk ya da ortaya çıkacak zarar diğerine oranla oldukça azdır.

Devletin eşitlik ilkesini ihlal ederek ve bir kısım yurttaşı hiçe sayarak salgını önleme amacının dışındaki dertleri ön sıraya koyması, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın bütün babacan ve şefkatli tavrının altında görünmez olur mu bilinmez ama yurttaşların hakları aleyhine sonuçlar doğurduğu çok açıktır.