Yaşadığında ve Fakat Anlatamadığında

Bugünlerde nereye gitsem, neye baksam duyumsadığım şey acı oluyor, ağzım dilim yanıyor. Gördüğüm duyduğum bu oluyor. Acı çekiyorum, o halde varım da diyemeyeceğim, gitgide azalıyor matrağa düşkünlüğüm. Yakın zamana kadar kısa kısa öykülerin farklı durumlara uyarlanmaları daha fazla dikkatimi çekiyordu. O yangının içindeki kahkaha yok mu, onu yakalamak çok hoşuma gidiyordu. Gülebiliyorsa insan yeniden kurabilir de bu yaşam denen çıkmazı diyor seviniyordum. 

Diyelim ki arkadaşımız Mihail Ukrayna’nın parçalanmasını, çatışmaları, ölümleri anlatıyordu. Çocuklarının güne alıştığını, hatta gitgide savaştan hoşlandıklarını bile söylüyordu. Çuv çuv çuv, ağızlarıyla mermiler yakıyor onları göğe uçuruyorlarmış, bulutları yaralıyor, uçakları düşürüyorlarmış. Bazen eve ekmek yemek almaya gelen askerlere, milislere parmaklarını uzattıklarını, ateş edip onları vurduklarını söylüyordu Mihail. Askerler yere düşüyormuş. Çocuk oğlansa, öldürdün beni adi herif diyor, yerde can çekişiyormuş jandarma eri. Kızsa aman allahım diyormuş, beni bir kadın mı öldürecekti, sevse daha çok sevap kazanırdı. Çocuklar ellerini açıyor, biz vurduk biz öldürdük diye zafer kutlamaları yapıyorlarmış. 

Söyleyen bugünleri göremediğinden eksik söylemiş, her Türk mü sadece asker doğan, yok vallahi yüzyılımızda her insan evladı asker doğuyor, hiç öyle kendimizle övünmeyelim. Televizyonlar, bilgisayar oyunları, bir dünya platformda çocuklara savaşmak, öldürmek en güzel eğlence. 

Ama Mihail’in anlattığına göre gece böyle değilmiş işte, karanlıkta insan evladı bu denli cani değilmiş. Bu çocuklar bu oğlanlar bu kızlar, gündüz kazandıkları savaşları geceleri kaybediyorlarmış. Çatışmalar başlayınca ağlıyor, altına kaçırıyorlarmış. Anne ne oluyor, baba ne oluyor, dede nene ne oluyor diyorlarmış. Yeryüzünde tanıdıkları, adını sanını bildikleri herkesin ismini anıyor, gün içinde kapılarından geçen adamı bile rüyalarında yardıma çağırıyorlarmış. Ebeveynleri de kalkıp bu çocuklara çeşitli yalanlar uyduruyorlarmış. Önce deprem, trafik kazası, yakınlardaki fabrikada ufak çaplı bir iş kazası oldu demişler, savaşı küçültmüş, kazaya kadere fıtrata indirgemişler, ne kadar az insan ölse çocukların korkusu da o kadar az oluyormuş.

Lakin zamane bebesini kandırmak da zor iş, her biri kaçın kurası, haberlerde göremedikleri bu yalanlara inanmamaya başlamışlar. Sırf inanmasalar neyse ne de, günlere uyum sağlıyor ama gece olunca uyumuyorlarmış, zırıltılarını kesmiyor, ana babalarını da uyutmuyorlarmış. Fenaymış. Anne baba, her gün farklı farklı yalanlar söylüyormuş bu çocuklara. Bir gece, (Donetsk’in o taraflardan bahsediyorum bu arada) çatışma şiddetlenmiş, çocuklar ağlaşıp durmuşlar sabaha kadar. Çatışma durulunca ne oldu baba, ne oldu anne, demiş sormuş durmuşlar ısrarla. Adamın bir masal uydurması gerekiyor ama inandırıcı da olmalı, çocukların yalana karnı tok. Mihail de Hitler ile Stalin bilek güreşi yaptı, demiş. Bunlar büyük adamlar, etrafları da kalabalık, dünya katman katman olduğundan, bunlar da kalabalık olduklarından bizim yaşadığımız katta da yaşadıklarından sarstılar evimizi yurdumuzu ama korkmayın, demiş. Sadece biz değil, bu kattaki bütün insanlık korktu çekindi titredi, demiş. Sadece siz ağlamadınız, hepimiz üzüldük ağladık, demiş. Sonra ne oldu, demişler. Ne olsun işte, Willy Brand geldi, defolun gidin uyuyun, dedi. Hitler’e de bunu, dedi. Onu yenen Stalin’e de. Çoluk var çocuk var uyuyorlar, uyandırmayın, sizin pisliğinizi ben temizleyemem, dedi. Çocuklar daha önce adını duymadıkları Brandt’ı alkışlamışlar. Öpücük yollamışlar ona, yaşa, çok yaşa, daha çok yaşa demişler.  Çocuk da olsan geceleri insan öldürmek yürek istermiş.

Ağır bir öykü ama bu öyküdeki Willy Brandt benim de sevincim olmuştu. Biri gelir, delileri ait oldukları yere gönderir, demiş, Mihail’le bira içmiştik. Gün içinde asker öldüreceğime geceyi bekler savaşın bitmesine sevinirim, demiştim. Şimdilerde pek böylesi şeyler söyleyemiyorum. Zaten bugünlerde Mihail de sonunu tatlıya bağlayabileceği savaş öyküleri anlatamıyor artık. 

Elemli günlerden geçiyoruz. Ve evet dostlarımızdan biri ölünce, diğerine ulaşamayınca, duymayınca onun sesini, yekdiğeri tarafından duyulmayınca, bilmeden etmeden dişlerimi sıka sıka uyuduğumdan kan gelip ağzıma oturuyor, diyorum Mihail’e. Üzülme diyor, benim de kanım hep dilimin ucunda diyor. Hatrımın çiğnenmesi de acı veriyor, görmemiş duymamış anlayamamış olmak da. İnsan da topraktanmış diyorlar, diyor Mihail. Tozmuş toprakmış, biraz da çamurmuş hammaddemiz, bundan olacak ki cesetler geliyor, en olmadık yerlerimizde, ağzımızda, göğsümüzde, gözlerimizde duruyorlar. Onları toprağın altına gömebilsek böyle mi olurdu oysa. Yatarlardı huzurluca. 

Birkaç ay öncesine kadar bu böyle değildi, mezarlıklara gidiyor, el sıkışıyor, birbirimizin omzuna dokunuyorduk. Cem vardı. Cemaat vardı. İyi kötü normal anormal bütün işimizi cemal cemale görüyorduk. Doğduktan birkaç on yıl sonra babamın ismini yeni yeni seveceğimi söyleseler şaşırırdım. Ama şimdilerde en büyük ihtiyaç bu benim için, cemal cemale gelmek. Bu yeni hale alışamadım, tanıdıklarım, eş dost çeper çevre kısa süre kapandı ama bin yıl mahpus yatmış gibi sarsıldı, büyük çoğunluk dağıldı. Küçük bir an için susan birini gördüklerinde onlar sözü alıyor, ısrarla konuşuyor ama fakat lakin araya girmek için edilen müdahaleleri takmıyor, bahane belirtir sözcükleri duymuyorlar, ama da neymiş hem laf anlatıyoruz burada dinleyeceksen dinle, diyorlar. 

Kamuya açık alanlarda görüyorum, biri kalkıp hüznünü dile getiriyor, abim boşandı diye ağlıyor, kız kardeşim boşandı, kocası daha genç bir kadına gitti diye hüzünleniyor. Ama şu kadarcık söz hakkı tanımıyor yanındaki adama, mutlu olsa boşanmazdı abin, hem bakarsın bir daha evlenir diyemiyor dinleyici konuşmacıya. Konuşan birine kız kardeşin evsiz ve eşsiz daha bile mutlu olabilir, biz erkekler fazladan iş yüküyüz kadınlara diyemiyor. Dinlemiyorlar. 

Sokaklar parklar bahçeler böyle de, sosyal medya arkadaşlığı farklı mı, bilmiyorum ama oraya da kuşbakışı da olsa ara sıra bakınıyorum. Bazen yadırgıyor bazen kızıyordum, sonra sonra bazı tanıdıklara hak vermeye başladım. Babalarının annelerinin kardeşlerinin ölümlerini paylaştıklarında birileri etraflarında toplanıyor, başsağlığı temenni teselli mesaj kalabalığı alıp başını gidiyor, etraflarında insan görüyor olmalılar. Korktuğum kadar da yalnız değilim falan mı diyorlardır acaba? Öyleyse eğer, bazıları adına benim de sevindiğim oluyor. 

Yakın zamanda annesi ölen bir arkadaşımı bir diğeri günlerce yadırgadı. Bu kara haberi, annesinin bu ani ölümünü Twitter’da etrafına daha çok insan toplayabilmek için kullandığını düşünüyordu. Henüz pandemi yoktu. Geçen yıl bu zamanlar yaşanmıştı kadının bu ani ölümü. Oğlu genç biriydi. Onların o fakir, aşırı katolik şehrinde kadınların hiç evden çıkmadığını, hep çocuk doğurduğunu, beslediğini büyüttüğünü düşünürsek annesi oğlundan daha gençti. Anne olmuştu ama bir hayat yaşayamamıştı kadıncağız. Çocuğun annesi ölmüştü ama bu alçak, bu adi, bu hain dünya dönmeye devam ediyordu. Gelgelelim beter bu ya, annesi yaşayamamış, hiçbir hastalığı olmamasına rağmen birdenbire ölmüştü. Belki annesinin daha çok yaşamasını, hep Hırvatistan’da sürgün bir Boşnak olacak değil ya, başka ülkeleri de görmesini isterdi. Adaları denizi, ne kadar uğraşsak da yeterince çirkinleştiremediğimiz İmroz’u, Lübliyana’yı, daha birçok yeri görmesini isterdi. O götürecekti onu oralara. Ama iş güç, parasızlık, bugün değilse yarın, ihmalkârlık, yapamadı bunların hiçbirini. 

Ortak bir diğer arkadaşımız eğer acısını insanca yaşasa, bir başka şehre, hem de bir Hırvat şehrine cenazeyi defnetmeye dahi gidebilirdi onunla. Yeter ki yalnız kalmasın. Ama yok, o sürekli tweet atıyor, fotoğraf paylaşıyordu, ona göre “bu hayvan popülistti popülist”, fav almak için, retweet almak için her şeyi yapardı. Kızgındı arkadaşım. 

Samimi miydi bilmiyorum. Anlamak için zamana ihtiyaç duyduğumu anımsıyorum. Hani hep biliriz, arkadaşlarımız dostlarımız değillerdir. Dostlarımızdan da şüphe duyar işkilleniriz ama onlarla ilişkilerimizde taşlar yerli yerine oturmuştur, oysa arkadaşlıklarımız pilav gibidir, onların da pişmesi daha çok su kaldırır. Kendimize onlara dair bir hayli soru sorarız ama duymasınlar isteriz, insana dair güven duygumuzu zamandan alacağımızı sezecek kadar yaşamışızdır dünyada. 

Bu arkadaşım diğer arkadaşımla kalkıp taa ‘Bosna’ya, Hırvat şehrine gidecekti. Acısını paylaşacaktı ötekinin, samimi düşüncesi buydu. Benim düşüncem biraz daha farklıydı. Gidecek olan gider, giderdim demek çocukça bir bahane diyordum, çocuğun iyicilliğine güzelliğine ikna olamıyordum bir türlü. 

Kötülük bolca. Olsun ama iyi niyetliydi arkadaşım. Lakin Mariahilferstrasse’de, Gürtel’da Boşnak müzisyenleri görünce de şarkılarını dinlemek yerine  “A… koyduğum Aliya İzzet Begoviçleri”, bunlar da her yerdeler, bırakmıyorlar bir iki şarkı da biz söyleyelim, üç beş euro da biz kazanalım, diyebiliyordu. Bir an düşündüm, Boşnak müzisyenler dükkânları mı soymuşlar, kaptı kaçtı işine mi girişmişler? Hani bu alanlarda ünlüdür Boşnaklar. Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Ermenileri, Siyahları, Çingeneleri, Kürtleridirler onlar. Öyle gangsterler yetiştirirler ki, adam kalkar övünür, abi der, ben der, kaptıkaçtı alanında doktora yaptım. Gerçi şimdi Bulgarlar da geliyor, Romenler de geliyor ama olsun yine de en ünlüsü Boşnaklardır. Çorabını banyoda çıkardığını unutup yattığı odada arayan adam bulamayınca yenisini giyinmek  yerine “Bu şerefsiz Slavlar çalmıştır,” diyor buralarda. Ama Boşnaklar daha kıdemli, onu da teslim edelim. Yok vallahi bizim adamlar ellerinde sazları Boşnakça şarkılar söylüyorlardı. Ne çorap çalmışlardı, ne kitap, ne de kuyum eşyası. İnancım bir hayli zayıfladı haliyle. Acı hissettim. Birlikte yiyor içiyor geziyor ama birbirimizi ısrarla anlamıyorduk. Avusturyalı olmamak suçlanmaya yetiyordu.

Bahse konu arkadaşım kendisi de birinci dereceden bir yakınını kaybetti bu yakınlarda. O da pandemiden kısa bir süre önce oldu. Yalnızız. İnsan olarak her birimiz çölde birer palmiyeyiz desem kim yalan söylüyorsun, uydurma diyebilir ki. Birbirimize çok uzağız, acımızı da, sevincimizi de öyle ha deyince duyamıyoruz. Bu tecrit duvarlarını aşmak çok zor. Bu defa abisi ölen arkadaşım tweetler atmaya başladı, kardeşiyle anılarını paylaşıyor, erken ölümüne üzülüyor, annesinin bahtsızlığını konu edinen küçücük öyküler yazıyordu. Dejavu dedikleri bu olsa gerekti. Biraz şaşırır gibi oldum, ama anlayıp dinlemeye başladığımda, yazdıklarını okuduğumda ona hak verdim. Gidecek bir diyar bulamamış, o da Twitter’a kaydolmuştu.

Bu geçenlerde bir yerde okumuştum, ağaçlar da birbirleriyle söyleşiyormuş. Çok sevindim. Sözü börtü böceğe, ormanlara getirip, her önüme gelene kusura bakmayın lütfen birazcık ukalalık olacak ama ben ağaçların gizliden gizliye konuştuklarını zaten biliyordum, demeye başladım. O ormanlar, o rüzgârlar, o birbirlerine dolanmalar, gidip gelmeler, bir dil kurmadan yaşanması zor süreçlerdi bana göre. Konuşmayacaklar madem, sevişmeyecekler madem, işte o zaman kırılmaz kurumazlar mıydı, insanlar da aynısını yapmıyor muydu? Konuşacak kimseyi bulamadığında bir yerlerini kırmıyorlar, kurutmuyorlar mıydı, diyordum. Kimi gülüyor, kimi bildiğini uzun uzun benimle paylaşıyordu. Tam bir doğa cahiliydim ama pek utanamadım, insandan yana da pek bilgin sayılmam zaten.

Arkadaşımı pek yadırgamadım. Duyulmak istiyordu ve evet ne mutlu ona ki Twitter'da teselli bulmuştu. Onunla konuşanlar, önerilerde bulunanlar, neyi nasıl yaparsa bu travmayı daha kolay atlatacağını söyleyenler vardı. Sevinmiştim onun adına. Acı geçmeli, diyordum ve o kardeşinin yokluğu belasından kurtulmanın bir yolunu bulmuştu.

Pandemi başladı başlayalı daha çok insan var. Kimi doğru kimi yanlış, annelerini babalarını kardeşlerini, acılarını ölümlerini cesetlerini paylaşıyorlar bizimle. Öldüler. Çok insan öldü. Öyle ki elem çoğalınca yeryüzündeki insan popülasyonu da arttı sandım bir ara. Ama sayısal anlamda değil, öyküsü çoğaldı insanlığın. Yüzü, siması, ele dile saza söze geldi. Yedi milyar, sekiz milyar sayıdan servetten geçtik, daha çok hasta tanıdık, çok daha fazlası da iyileşti. 

Benim de arkadaşlarım öldü. Derdimi anlatamıyordum. Bir Twitter hesabı açıp oradan konuşmayı da düşünmedim, yıllarca kullanmıştım Twitter’ı, duygularımı düşüncelerimi paylaşmaya elverişli bir platform olduğunu sanmıyordum. Bana göre arkadaşlarım ölmemeliydi, ölmeyebilirlerdi çünkü. Bu hüznü, çaresizliği, kimsesizliği belli sayıda sözcüğe sığdıramazdım, bir kez söz konusu olan farklı farklı hayatlardı. Daha anlayışlı daha ağırbaşlı daha uzun diyaloglara ihtiyaç duyuyordum ama tartışmaya konuşmaya pek de hevesli değildim. Sadece sesimin duyulması bir işe yaramıyordu, duymak da istiyor, sağırlıkla karşılaşınca kederleniyordum. Duvarlar, etrafımda durmadan duvarlar örülüyordu. Şimdi, böyle zamanlarda insanın bir genel kültürünün olması kadar berbat bir şey daha yok sanıyordum. Olayları anımsıyorsun, öyküleri şiirleri her şeyi anımsıyorsun. Yas yağmur oluyor, ahmak ıslatan oluyor, sürekli üzerine üzerine yağıyor. 

Salgın günlerinde aşk şiirlerini unutuyorsun, âşık olduğun kadını unutuyorsun, seni duymadığını sanıyorsun ama korkarım ki sen de onu duymuyorsun konuşuyor konuşuyor konuşuyor yoruluyorsun. Sen bitkinsin, sevdiklerin bitkin. Zaman lazım anlamak için. Aslında hiçbir şey söylemediğini söyletmediğini bilmen için de çok zamana ihtiyacın var. Ama o arada meşk ölünce aşk da bir hayli yıpranıyor, elinde bir cesetle katiller gibi kalakalıyorsun ortada. Bu tip suçlar, sevgi suçları kanunda tarif edilmemiş, seni hapsedebilecek bir mercii yok koca devletlerin. Bu da bu haliyle çok kötü diyeceğim ama korkuyorum. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek istemiyorum. Tutar bir de Aşk ve Sevgi Bakanlığı kurar, cep telefonlarımız üzerinden kalp atışlarımızı duygularımızı ölçer, yaptırımlar uygulamaya başlarlar. 

Diyalog kuramayınca kimse ölülerini duymuyor, seninle onları anmaya gelmiyorlar. Bugünlerde kime lafı sözü açılsa söylesem, arkadaşımın annesi öldü desem, arkadaşının başı sağ olsun, diyorlar. Ama ben onlardan neyin acısını çektiğimi sezmelerini de bekliyorum. Çoğu yabancı bu insanlar hiç mi yaşamadılar benzer dramları. Benim de annemdi o demek istiyorum ama madem arkadaşımın acısı, yokluğunun geride bıraktığı hüzün de sadece Şahid’in hakkı. Söyleyemiyorum, onunla sadece yemek yemiyorduk, bize çay kahve börek yapmıyordu, sadece bunlar değildi o. Öğretmen değildi, doktor değildi, hele mutfak robotu hiç değildi. Ama yaban olduğun yabancı olduğun bu ülkede nasıl yaşar, nasıl neşelenirsin, pankart taşımadan nasıl direnirsin biliyordu, bir bütün şenliğini, karnaval coşkusunu seninle de paylaşıyordu. Bir şey diyemiyorum. Benim Pasaportum Türk Pasaportu. Zeynab Hanım’ın Pasaportu Afganistan’a ait. Oğulları Avusturyalı. Bir iki sokak arkalı önlü oturuyoruz ama güya ayrı dünyaların insanlarıyız. 

Ölenlere ölü doğmuş muamelesi yapılması da çok ağır geliyor bana. Bir hayat yaşadılar ama bu önemsenmiyor. Pandemi sırasında ölen insanlar kanser hastaları kadar şanslı değiller maalesef. Ölen için, kansere karşı ne mücadeleler verdi yılmadı yenilmedi umudunu kaybetmedi, diyorlar. Çoğunun doğruluğundan hiç şüphem de yok. Ama salgın sırasında ölenler için sadece öldü, deniyor. Anlatamıyorsam bile yadırgıyorum bu durumu. Evlerinde iki hafta, üç hafta kuş gibi çırpınarak öldü bu insanlar. Kapılarında polis beklemiyordu, isteseler sokağa çıkabilirlerdi ama başkasına zarar vermekten korkuyorlardı. 

Şimdi kalkıp kapı komşum öldü desen, söylediğini duygularından önce duyuyorlar. 93 yaşındaymış ama daha da mı yaşasın, diyorlar. Tamam Allah belasını versin, insanlar 20 yaşında ölüyor, o neden 40 yaşında ölmedi, 60 yaşında ölmedi de, bunca yıl yaşadı mı demeliyim onlara. Böyle ölmek, sessizliğe gömülmek kabul edilebilir bir şey miymiş. Duymuyorlar. Ama ben sadece annem babam kardeşlerim öldüğünde mi üzüleceğim. Başkalarının acısına bakamayacak mıyım? Muhammed Ali öldü, diyorum. Amma korkakmış senin bu arkadaşın da, diyorlar. Hepimiz öleceğiz korkusuyla ölür mü insan. Ama öldü o ölür müymüş dediğiniz insan, garipsediğiniz tuhaf karşıladığınız korkuları onu öldürdü. Öldü ama bunu anlatamıyorum. Sandıkları kadar naif, sandıkları kadar salak, ya da hırçın değilim. Biliyorum kendimce, bizi leyleklerin getirdiğine inanamadığım gibi inanıyorum bir gün öleceğimize de. Ama insanların böyle ölmesi, cesetlerinin poşetlere doldurulması, arkalarından evlerinin, sokaklarının ilaçlanması, cehennem zebanisi gibi giyinmiş iyi kalpli, insanlığa karşı sorumluluk sahibi adamlar tarafından cesetlerinin evlerinden alınması, bir başına yine aynı zebani görünümlü çalışkan insanlar tarafından gömülmeleri, işte bütün bunlar ağırıma gidiyor. Bugünlerde kimseye bir şey anlatamıyorum.

Yine Mihail söyleniyordu bu geçenlerde, yaşadığında ve fakat neyi yaşadığını anlatamadığında acı acı gülümsüyorsun, neşen yerinde sanıyorlar.