Nükleer Silahsızlanma Tartışmalarında İnsani Boyut
Nükleer silahlar bugüne kadar genellikle ya devletlerin ve NATO gibi uluslararası askeri ittifakların güvenlik stratejileri çerçevesinde ya da sahip oldukları iddia edilen caydırıcılık boyutuyla tartışıldılar. Bunun temel nedeni nükleer silah üretme teknolojisinin ve bu silahların etrafında örülen, içinde gerçeklik payı da bulunan gizemli güç ve prestijdi. Bugün BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin nükleer silah bulundurma hakkını elinde tutan devletler (ABD, Çin, Fransa, Rusya, İngiltere) olduğunu düşünürsek bu silahlara atfedilen prestiji daha iyi görebiliriz.

Bunda bir gerçeklik payı var çünkü gerçekten de nükleer silahlar hem kullanıldıkları anda hem de uzun vadede yarattıkları etki ve erişim alanının büyüklüğü açısından benzersiz silahlar. Bunu görmek için 1945 yılında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan iki atom bombasının etkilerini yeniden hatırlamak yeterli. 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atılan yüksek düzeyde zenginleştirilmiş Uranyum bombasının 15.000 tonluk TNT’ye eşit patlama kapasitesi vardı. Bu bomba binaların yüzde 70’ini yerle bir etti ve yaktı. 1945 yılı sonu itibariyle 140 bin kişinin ölümüne neden oldu. Takip eden yıllarda hayatta kalan kurbanlar arasında kanser vakaları ve kronik hastalıklarda büyük artış görüldü. Bundan üç gün sonra Nagazaki’ye atılan bomba ise bir anda 6.7 km2’lik bir alanı dümdüz etti ve 1945 yılı sonu itibariyle 90 bin kişinin ölümüne neden oldu. Zemindeki sıcaklık 7 bin dereceye ulaşırken siyah radyoaktif yağmurları başladı.

Ancak bu boyutta nükleer silahlar her zaman kullanılmıyor. Bu da onların hayatımızda güncel bir tehlike oluşturmadıkları, tarihte bir kere kullanıldıkları ama bir daha kullanılmayacakları izlenimi yaratıyor. Bu noktada unutulan iki şey var; birincisi nükleer silah denemeleri, ikincisi ise dünyanın Soğuk Savaş’tan bu yana pek çok kez nükleer savaşın eşiğine gelmiş olduğu gerçeği.

IPPNW (International Physicians for the Prevention of Nuclear War)’nun yaptığı bir araştırmaya göre 1945 Temmuz ayından bu yana atmosferde, yer altında ve suda yaklaşık 2000 defa nükleer silah denemesi yapıldı. Bu testlerde Hiroşima’ya atılan nükleer bomba gücünde 29 bin adet bomba kullanıldı. Üstelik bu denemeler genellikle yerli halkların ya da azınlıkların yaşadığı bölgelerde gerçekleştirildi. Aynı rapora göre 1945 ile 1980 arasında yapılan atmosferik nükleer denemelerin yol açtığı etki nedeniyle nihayetinde 24 milyon insanın hayatını kaybedeceği tahmin ediliyor.

Ancak bu çizdiğimiz tablo herkes tarafından bilinmesine rağmen devletler nükleere silahlara atfettikleri önemden ve bu silahları geliştirme çalışmalarından vazgeçmiyorlar. Günümüzde 9 ülkenin tahmini olarak 16 bin adet nükleer silahı olduğu biliniyor ve bunlardan 2 bini her an ateşlenebilir durumda tutuluyor. Bunların bir kısmı ABD’nin İtalya, Almanya, Belçika, Hollanda ve Türkiye’deki üslerinde bulunuyor. Türkiye’de İncirlik Üssü’nde yaklaşık 90 adet nükleer silahı olduğu, her iki ülke tarafından resmi olarak kabul edilmese de biliniyor. Soğuk Savaş döneminde yerleştirilen bu füzeler, Soğuk Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen hala yerlerinde duruyorlar. Üstelik ABD bu silahların yenilenmesi için 2014 bütçesinden 537 milyon dolar ayırdı.

SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü)’nın 16 Haziran’da yayınladığı rapora göre 2010-2014 arasında dünyadaki nükleer silah sayısı 22.600’den 16.300’e düştü, yani yüzde 28 oranında azaldı. Bu silahların yüzde 98’i ABD ve Rusya’nın elinde bulunuyor. Ancak nükleer silah sayısının azalıyor olması nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyaya doğru gittiğimiz anlamına gelmiyor. Çünkü sayı azalsa da devletler nükleer cephanelerini modernize ediyorlar ve daha az sayıda silahla daha büyük bir etki yaratmak için teknolojik inovasyon çalışmaları yapıyorlar. Hem silahların kendisini hem de fırlatma sistemlerini daha güçlü ve uzun menzilli hale getiriyorlar.

Yine aynı rapora göre örneğin ABD nükleer silah sayısını azaltırken elindeki silahların modernizasyonu için 350 milyar dolar ayırmış durumda. Bunların içinde denizaltından fırlatılabilen nükleer silahlar ve karada üslenmiş kıtalararası füze sistemleri de yer alıyor.
 
Bu arada Hindistan ve Pakistan’ın nükleer cephanelerini ABD’nin desteğiyle geliştirme çalışmalarına devam ettikleri biliniyor. ABD’nin, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ihlal ederek Hindistan’a nükleer teknoloji satmaya başlaması üzerine Çin de Pakistan’a aynı teknolojiyi transfer etmeye başladı. Geçen sene Hindistan kıtalararası mobil füzesini ikinci kez test etti ve bu füze Çin’deki herhangi bir yeri kolaylıkla hedef alma kapasitesine sahip. Ayrıca Çin de nükleer cephaneliğini denizaltından fırlatılabilen nükleer silah geliştirerek büyütüyor. Bunların yanında cephanesini hiçbir zaman Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimine açmayan ancak nükleer silahı olduğu yine bütün dünya tarafından bilinen İsrail var. Kuzey Kore ise daha geçtiğimiz yıl bütün tepkileri hiçe sayarak nükleer silah denemesi gerçekleştirdi.

Tüm bunlar bize iki şeyi gösteriyor; bütün devletlerin hedeflediklerini söyledikleri ama hiçbir zaman gerekli adımları atmadıkları nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyadan henüz çok uzağız. Hatta var olan silahsızlanma rejimlerinin yaptırımlar konusundaki yetersizliğinden ve nükleer silah sahibi devletlerin gönülsüzlüğünden dolayı bu silahların giderek yayıldığını ve Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi daha fazla sayıda devletin bu silahları edinmek için uluslararası anlaşmaları dahi hiçe sayarak harekete geçtiğini görüyoruz. 1968 yılında imzalanan ve bu tarihten önce nükleer silah edinmiş olan beş ülkeye (ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere) nükleer silah bulundurma hakkı verip geri kalan bütün ülkelere bunu yasaklayan NPT (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması) elimizdeki tek araç olarak değerli olmakla birlikte bu anlaşmayı imzalamayan Pakistan, Hindistan, İsrail veya anlaşmadan çekildiğini açıklayarak nükleer silah denemesi yapan Kuzey Kore gibi ülkelerin nükleer silah edinmesini engelleyemedi.

İkincisi, Suriye’deki kimyasal silah örneğinde olduğu gibi bu tür silahlar var olmaya devam ettikleri sürece devletler ya da devlet dışı aktörler tarafından her an kullanılabilirler. Dünyanın ve hele ki Orta Doğu’nun durumunu düşünürsek bu silahların kimin eline geçebileceğinin garantisini kimse veremez. Kaldı ki, hiçbir zaman saldırı amaçlı kullanılmayacakları söylenmiş olmasına rağmen dünya bugüne kadar defalarca nükleer savaşın eşiğine geldi. 1962’de, SSCB’nin Küba’ya füzelerini yerleştirmesi sonucunda patlak veren Küba Füze krizi sırasında tarafların bir nükleer savaşa gitmelerine ramak kalmıştı.

Ayrıca Soğuk Savaş çoktan sona ermiş olmasına rağmen nükleer silahlar hala askeri ittifakların güvenlik konseptlerinin önemli bir parçasını oluşturuyor. Türkiye’nin de içinde yer aldığı NATO’nun 2010 Stratejik Konsepti görüşmelerinde alınan kararda bir yandan NATO’ya nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya yaratma hedefi için gerekli koşulları yaratma mesuliyeti yüklenirken diğer yandan da “dünyada nükleer silahlar olduğu sürece NATO’nun nükleer bir ittifak olacağı” teyit ediliyordu. Buna bağlı olarak Türkiye de nükleer silahsızlanma hedefini savunduğunu söylese de, diğer ülkeler nükleer silah sahibi olmaya devam ettikleri sürece NATO’nun güçlü bir caydırıcı gücünün olması gerektiği görüşüne bağlı kalmaya devam ediyor.

Dolayısıyla nükleer silahlar var olmaya, bazı devletler bu silahlara sahip olma hakkına devam ettiği sürece nükleer silahların yayılmasını engellemek mümkün görünmüyor. Ancak bu önümüzde zorlu bir süreç olsa da çaresiz olduğumuz anlamına gelmiyor.

Bugüne kadar nükleer silahsızlanma tartışmalarına hâkim olan temel yaklaşım bu silahların sayısının kontrol altında tutulması ve nükleer silahsızlanmaya doğru adım adım gidilmesi yönündeydi. Soğuk Savaş biteli 20 yıldan fazla olmasına rağmen dünyada hâlâ yaklaşık 16 bin adet nükleer bomba bulunduğunu düşünürsek, bu yaklaşımın pek işe yaramadığı ortada. Ancak elimizde nükleer silahları yasaklama konusunda tek araç olan ancak hem imzalandığı yıl olan 1968’den önce nükleer silah edinmiş devletlere (ABD, Rusya, Fransa, Çin, İngiltere) bu silahlara sahip olmaya devam etme hakkı vermesi hem de anlaşmayı ihlal eden ya da anlaşmadan çekilen devletlere yönelik hiçbir yaptırım gücü bulunmaması nedeniyle bugüne kadar nükleer silahlardan tamamen arındırılmış bir dünya hedefine ulaşma konusunda oldukça yetersiz kalan NPT (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması)’nin her beş yılda bir yapılan gözden geçirme konferansları sırasında bazı devletlerin ve sivil toplumun da baskısıyla yeni bir eğilim ortaya çıktı. Bu eğilim nükleer silahları ne olduğu tam olarak belli olmayan bir caydırıcılık işlevi ve stratejik güvenlik konsepti açısından değil, kabul edilemez, tam olarak öngörülemez ve müdahale edilemez insani sonuçları açısından tartışmayı öneriyor. Bu çerçevede ilk uluslararası konferans ‘Nükleer Silahların Yıkıcı Sonuçları’ başlığı ile 2013 Şubat ayında Oslo’da yapıldı. Konferansa 120 devlet temsilcisi ve sivil toplum örgütleri katıldı. Doktorların, nükleer fizikçilerin ve bu konuda çalışan kuruluşların hazırladığı raporlardan çıkan sonuç nükleer silahların kullanımı durumunda bu silahların sonuçlarını ortadan kaldıracak herhangi bir müdahalenin mümkün olmadığı şeklindeydi. Bu konferansın ikincisi 2014 Şubat ayında Meksika’da yapıldı ve katılan devlet sayısı 146’ya yükseldi. Üçüncüsü ise bu yılın Aralık ayında Viyana’da gerçekleşecek. Türkiye bugüne kadar bu konferanslara katıldı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde nükleer silah sahibi beş devlet her iki konferansa da var olan silahsızlanma süreçlerini hiçe saydığı, gerçekçi olmadığı ve adım adım nükleer silahsızlanmaya gidiş politikasına ters düştüğü gerekçesiyle protesto ederek katılmadı. 
Bu sürecin topyekûn bir nükleer silahsızlanmaya doğru gidip gitmeyeceği henüz belli değil. Nükleer silah sahibi devletlerin hiçbir şekilde içinde yer almadığı ve tamamen görmezden geldiği bir süreçten topyekûn bir nükleer silahsızlanma çıkarmak kolay görünmüyor. Ama zaten biz de kolay olduğunu söylemiyoruz; mümkün ve zorunlu diyoruz.