Libidonun İktidarı ve Normalleşen Cinsel İstismar

Türkiye’de artan cinsel istismar vakaları ne ile açıklanabilir? Ne oldu da örneğin, zaten hayli yüksek seyreden çocuk istismarı Türkiye’de on üç yılda 2 binli rakamlardan 21 binli rakamlara yükseldi?[1] Açıklamaların, libidoya mahkûm bastırılmış cinsel arzuların dışavurumu yönünde Freudyen bir perspektifte ele alınmasını yetersiz buluyorum. Ülkemizde psikanaliz üzerine kaleme alınan eski metinlere baktığımızda, Freud’un biyolojik perspektifinden beslenmeyip, daha geniş bir psikolojik ve sosyokültürel alandan feyiz alan yazılar maalesef yok denilecek kadar az. Türkiye gibi, politik kültürü itaatkâr cemaatlerin çoğulcu demokrasiyi es geçen, anlam arayışı içinde debelenen benliklerin iktidar olagelme pratiklerinden beslenen bir ülkede, cinsel istismar vakalarının Carl Gustav Jung’dan doğru okunmasını daha yerinde buluyorum. Zira Jung, libidonun, kolektif bilinçdışının, tarihten ilham alan şiddeti de hesaba katacak olursak, kişide iktidarını kanıtlama üzerine kurulu narsist eğilimleri açığa çıkaracağından bahseder.[2] Ona göre, tarih ve insan psişesi bir arada ele alınmalıdır.

Bu eğilimleri okuyan kişinin nereden baktığı da önemli elbette. Varoluşunda önemli izler bırakmış Yahudi cemaat kültürünün cinsel tabularından izler taşıyan ve ‘’kadınlar ailenin ve cinsel yaşamın çıkarlarını temsil eder ‘’[3] görüşünden ilerleyen Freud’un, libidoya atfettiği marazları, bastırılmış cinsel dürtülerden hareketle açıklaması anlaşılabilir. Lakin yetersiz. Bahsettiği çıkarlar Jung’un da çalışmalarında değindiği üzere, kolektif bilinçdışının sembol ve kategorilerinden ve bu kategorilerin şekillendirdiği politik kültürden besleniyor. Türkiye’de modern psikiyatrinin kuruluşunda yer alan hekimlerden Mazhar Osman’ın da belirttiği üzere, “Her psikonevrozu, her psikozu mütekaddim bir heyecan, bir teheyyüç-ü şeheviye atfetmek nasıl doğru olabilir? Sonra dünyadaki diğer sebeplerin hiç kıymeti kalmaz. Freud bile nazariyesini bilahare tebdil etmiş, şehvete büyük bir mevki terk etmekle beraber halitada mahfi birçok sebepler daha aramıştır”.[4] Dolayısıyla Jung gibi, kişinin üzerinde ağırlığı olan tarihin, kolektif bilinçdışı vasıtası ile bireyin üzerinde kurduğu iktidarı ve bu iktidarın dönüştürücü ve kendine benzeştirici kuvvetini ele alan biri, bize daha çok yol gösterir.

Mevzu, kudret mevzusudur; baskılanma ve bunun neticesinde baskı kuracak bir kudrete ihtiyaç duyma mevzusudur. Mesele, Pinokyo misali özgürlüğüne koşarak kendi “ben”inin farkına varamadan iradesini teslim edip, ‘’baba’’ evi iktidar merkezine geri dönen kişinin, kudreti onaylama ve bu kudrete sahip çıkma meselesidir. Naci Fikret’tin tabiri ile “Velhasıl her tarz faaliyet, bir şekl-i kudretdir; kudret, geçtiği yerlere, derece-i şiddet ve tevettürüne ika etdiği amel-i mihaniklere göre birer suretle tavsif edilmektedir. Güzellik, aşk ve şehvet, san’at ve zenaat, şairiyet, dindarlık ve tasavvuf, deha ve cinnet… hep aynı kudretin muhtelif şekilleridir”.[5]

Carl Gustav Jung’a göre, kişinin yaşadığı toplumda maddi manevi kendini güvende hissetmemesi, inisiyatif alamaması, bir aradalığın anlamsızlaşması, birey olma bilincini geliştiremeden cemaatin olur ve olmazlarına boyun eğilmesi, libidoyu makroda iktidarı onaylama ve mikroda bu iktidarın izdüşümünü yaratmaya götürür.[6] Diktatörlüğün onaylanması, korku psikolojisinin makyajıdır. Toplumsal olana korku ile bağlanılan böyle bir durumda kişi, aşağılık kompleksi geliştirecek ve baskı altına alabildiği (genellikle kadınlar ve çocuklar) insanlar üzerinde narsist bir tavırla kendi sömürü iktidarını kuracaktır. Cinsel istismar da, kolektif bilinçaltında oluşagelen kategorilerden, tabulardan kısacası arketiplerden beslenen sömürünün yöntemlerinden biridir. Ülkemizde kamusal alanda görünür olamayış ve bürokrasi altındaki hükümsüzlük, fikir hürriyetini kullanamamak, kişiler arası güvenin zayıflığı, ekonomik yönden sömürünün hakimiyeti gibi unsurlar, gelecek planı dahi kuramayıp, kendine ve tarihine yabancılaşmış bireylerin kendi diktatörlüklerini kurmaları için bir alan oluşturmuştur.

Bu kaostan çıkmak için geçmişinden feyiz alınması bir işe yaramayacaktır. Zira baskıya aşina kategoriler ve semboller, şimdinin söylemlerine içkindir. Samimiyetin tiranlığının hakim olduğu bir cemaat kültürünü ve kendi iradesini teslim etmiş kulların varlığını olumlayan toplumsal tarihimiz, kişinin ‘’ben de şu şekilde varım’’ diyebileceği alanlara kapalıdır. Bu kapalılık zaman içerisinde kişilerde öfke yaratmış, her şeyi şiddete başvurarak çözmeyi güzelleyerek şiddet döngüsü oluşmuştur. Agonistik politikaların önü tıkanarak, diyalog kurma kültürüne sekte vurulmuştur.

Konumuz istismar ise, bunun psikolojik ve sosyokültürel bir analizinin, herhangi bir aidiyetten azade eleştirel bir bilinç ile yapılması en uygun olanıdır. Kemal Tahir’in “Osmanlı insanı”nı (ki onun için bu kişi baskılanmış Azınlık Türk’tür ve Kemalizm ile azınlık statüsünden çıkmıştır) tanımlarken yazdığı gibi, “Kaçırıcı, kovalayıcı unsur değil, kaçan, kovalanan unsurdur… Aile bağları, kişilik ve mülkiyet hakkı gevşek olduğu için arada bir sağlam görünürse de temelde cıvıktır. Ruh tembelliği, Osmanlı erkeğini bir yandan oğlancılığa bir yandan fücura götürmüştür. Kadınını da bir yandan fücura bir yandan seviciliğe atmıştır… Anasını karısına, karısını gelinine (ya da metresine), oğlunu gelinine, gelinini güzel kaynanasına, kızını damadın kesesine, sevgilisini cinsel tokluğuna kadar sever”[7] diye ileri sürmek ve cemaatler üzerinden kişi yaftalaması yapmak, bahsettiğim nefret ve şiddet döngüsünü devamlı kılmaya hizmet edecektir.

Demem odur ki, kişilerin, içlerinde barındırdıkları ve toplum tarafından da tasdiklenen nefret ve şiddetleri, hayatta kalmaya devam edebilmeleri için illa ki boşaltılacaktır. Bu boşalmayı engelleyecek ve döngüyü kıracak hukuki bir sistem yoksa, şiddetin, korkunun ve nefretin zamanla hangi yolla boşaltıldığının da önemi kalmayacak, cinsel istismar normalleşecektir. Suç, cinsel istismar mağdurlarının üzerlerinde bir etiket olacak, öfke ve nefretin yönlendirildiği ve iktidarın meşru kılındığı bedenler kanserleşecektir. Olagelen tam olarak budur. Maalesef normalleşme ve kanserleşme gerçekleşmiştir.


[1] ‘’Çocuk İstismarı 13 Yılda 2 bin 337’den 21 bin 518’e Yükseldi’’, Bianet, 23 Nisan 2020, https://bianet.org/bianet/cocuk/223347-cocuk-istismari-13-yilda-2-bin-337-den-21-bin-518-e-yukseldi

[2] Carl Gustav Jung (1981). The Archetypes and The Collective Unconscious, 2. Baskı, Princeton University Press.

[3] Sigmund Freud (2010). Civilization and Its Discontents, W. W. Norton & Company.

[4] Mazhar Osman (2011). “Freudizm: Tahlil-i Ruhi 1919”, Türkiye’de Psikanaliz Hakkında En Eski Metinler 1, Coşkun Taştan (der.), Bağlam Yayınları, 2011, s. 61.

[5] Naci Fikret (2011). “Psikanaliz ve Pan-Seksüalizm 1926”, Türkiye’de Psikanaliz Hakkında En Eski Metinler 1, Coşkun Taştan (der.), Bağlam Yayınları, 2011, s. 124.

[6] Carl Gustav Jung (2017). Modern Man in Search of a Soul, Martino Fine Books.

[7] Kemal Tahir (2020). Notlar 10: Osmanlılık/Bizans, İthaki Yayınları, s. 31.