Kum Ar: Deli ve Dil

Bu metin öncelikli olarak Türkçedeki deliliğin izlerini sürer ve sadece bir tek tanıklıktan yola çıkarak (ki o da kendi tanıklığımdır,) dilin belli bir özelliğine, bölünmüşlüğüne bakar. Bu yönüyle eksiktir, fakat delinin dilinin tanımlanması deliliğin kendisinin tanımlanması kadar zor ve imkânsızdır. Bu sebeple, bu metin mütevazı bir girişten ibarettir.

Deli kelimesinin seçimi bilinçlidir, zira bu kelime psikiyatri açısından bakıldığında bilimsel olmamakla ve pejoratif anlamlar taşır gibi olmakla birlikte, delilik olarak bilinegelen kavramın tarihini deliler adına sahiplenmek için faydalıdır ve bu metnin, içinde tartışılacak konulara psikiyatri açısından bakmak gibi bir iddiası ya da niyeti yoktur. 

Herhalde ilk olarak şunu söylemek gerekir: Kum Ar çöldür. Kuma dönüşünceye kadar çölü savunur Kum Ar, çöl hakkındadır. Zira Kumun Ar, yani Ahlâki olduğunu savunur. Bu savunuyu sonuna kadar takip ettiği için de varılan yer her şeyin kuma dönüştüğü alan olan çöldür. Peki Kumar da çöl hakkında mıdır? Kumar, dilin kendi mantığı, delinin muhayyilesi içinde, Kum Ar'ın bir görüngüsü müdür? Bu dilin tutarlılığından ne derece söz edilebilir?

Örneğin bir önceki paragrafın ilk cümlesini alırsak ve büyük harfle başlayan her diziyi bir kelime, hatta belki bir kavram olarak düşünürsek, bu cümlenin "H Er Halde, İl K, Ol Arak, Ş Un U, Söylem Ek, Ger Ek İ R" olarak dizilimi de kıdemli bir deli olan benim için anlamlı.

Açalım. Dildeki, kelime düzeyindeki parçalanma travmatik bir ilk etkiyle ortaya çıkar, bu ilk kelimedeki bölünme yayılarak diğer kelimelere sirayet eder ve giderek harflerin anlam kazandığı bir yapıya ulaşır. Kum Ar çöldür ve fakat Kumar aynı zamanda K Um Ar'dır da: yani, K'nın umması Ar. Bu bölünme nihai sonucuna kadar takip edilirse gerçekten de ulaşılan bir çöldür, ufalanmış, kum tanelerine kadar bölünmüş kelimeler, kavramlar... Delinin dili Kum Ar'dır, çölü savunur, çölden korkar, çölle savaşır, çöle yenilir. Bu bölünme bildiği diğer dillerde yankılar bulur. Sözgelimi Ukrayna UK Ray Na olarak Birleşik Krallığa rayın var olmadığına dair verilen İngilizce, Türkçe ve Kürtçe bileşimi bir gizli mesaj olabilir.

Kimi heceler diğerlerinden daha önemlidir, bunlara oluşturucu heceler diyebiliriz: Ar, An, Ak, vs. Anahtar kavramlardır aynı zamanda bu heceler. Taşıdıkları önem büyük oranda sosyopolitik temellerden ve (tartışmalı kavramlar olsa da kullanmakta fayda olabilir): süper egonun ego üzerinde kurduğu hakimiyetten, ya da daha yerli bir tabirle mahalle baskısından yükselir, bu sebeple de değişen sosyopolitik yapıyla beraber onlar da değişime açıktır. Örneğin An, zamanın en küçük birimi olması ve bunun psikozdaki yeri bir kenara bırakılırsa, Ankara'nın içinde olmasıyla da önemlidir (bu bahsedilen An kara, yani karanlıktır ve Ankara aynı zamanda An Kar A'dır, fakat buna daha sonra geleceğiz), doğal olarak Ankara'nın tarihsel misyonunun olası bitişiyle birlikte bu da dilden silinebilir; Ak malum sebeplerle ve bunun yanı sıra toplumun bazı temel kavramlarının parçası olduğu için önemlidir (aklamak, akla karayı seçmek, vs.).

An Kar A.

Parçalanmış kişilikler, parçalanmış kelimeler.

P ar Ç Alanmış, A Lan, Lan oğlum. O Ğ L Um, Um An, An Kara

-Hep mi An Kara?

-Hayır, mesela... Mesel A, An L I K.

-Mesel A olunca mı An L I K?

Delinin dili birleştirici değildir, bir hastanede iki hasta biraraya gelip,

-An ne?

-An Kar A!

diyerek anlaşmazlar. Daha ziyade yaşadıkları psikotik sürecin kendi özel koşulları içinde oluşturdukları kendine has dilleriyle konuşur her biri ve konu ille de psikozları değildir, hatta konu birinden birinin psikozuna geldiği zaman, diğeri konuyu buraya getirene deli muammelesi yapabilir, (çok az sayıdaki uç örnek dışında, yoğun ilaç kullanımına bağlı olarak şaşırtıcı derecede sıradan yerlerdir hastaneler), son tahlilde birbirlerini ve deneyimlerini anlayabilmelerini sağlayan şey dil bütünlüğü değil, fakat deneyim bütünlüğüdür: Diyaloğun bütün tarafları da bir şekilde kırılmış bir gerçeklik görmüşlerdir, bu kırılmış gerçekliğin çatlaklarından görünenle baş edebilmek için bir kavram dünyası ve anahtar kavramlar bulmuşlardır can havliyle.

Mesela çok yaygın olan bir başka söylem delinin dünyayı akrabaları, komşuları, tanıdıkları ve diğerleri üzerinden anlamlandırmasıdır. Bu durumda Bekir Enişte, Uğur Hala bir vücutta cisimlenmiş bir kişi değil, farklı farklı kişilerde karşılaşılabilen bir kavramdır. Mahalleyi içinde taşıyan deli yeni girdiği her ortama, doğal olarak hastaneye de, mahalleyi kopyalar; Bekir Enişte, Uğur Hala kavramları burada kendilerine yeni bedenler bulur yeni karşılıklar bulmadan. Zira ilk örnekleriyle biçimlenmiş, değişmez kavramlardır bunlar.

Bu iki dil arasındaki ortak noktalardan biri oyuna sığınılmış olmasıdır, çocuklukta oynanıp sırrına erilmiş ve artık defteri kapatılmış olması gereken bir oyuna.

Burada artık şuna kısaca da olsa girmek gerekebilir: İfadesini dilde bulan kavram dünyamızın işaret ettiği olgularla kavram dünyamızın ilişkisi nedir? Buna net bir cevap verebilirim. Bildiğimiz olguların en katilerinden biri olan güneş sisteminin merkezinde güneşin bulunması mesela (aslında güneş tam merkezde değildir, fakat yine de), kültürün birçok noktasına birçok etkide bulunmakla birlikte, temel olarak bunu bilişimiz bizi güneşe taşır yaptığımız sondalar aracılığıyla. Peki daha eski kabullere ne demeli, örneğin Stephen Hawking'in de Zamanın Kısa Tarihi'nde örneklediği dünyanın bir kaplumbağanın sırtında durduğuna dair kabul. Bu kabulün güneşe sondalar yollamamıza, en azından doğrudan yardımcı olmayacağı açıktır, (neden dolaylı olarak da olsa yardımcı olabilir bu gerçeklik üzerine yazılacak bir yazının konusudur, şimdilik dil sınırları içinde kalmaya çalışalım), fakat kendisinden yola çıkılarak gerçekleştirilebilecek bir güneş yolculuğunun imkânsızlığı hiçbir şeye işaret etmediği anlamına gelmez.

Sözgelimi kumsalda ters dönmüş bir kaplumbağayı düşünün, bu kaplumbağa yaşadığı deneyimin de ağırlığıyla dünyayı sırtında taşıyormuş gibi düşünülebilir pekâlâ. Bu deneyim bilimsel değildir, zira tekrar edilebilir değildir, dünyayı bir kaplumbağanın sırtında taşıdığını düşünen herhangi biri bu söylemin kendini gerçekleştirdiği bir anla farklı bir tesadüfler zinciri/kurgusu içinde karşılaşabilir. Fakat verdiğimiz örnek karşılaşma bu kaplumbağanın halinden anlamamıza yol açabilir, ki bu da az şey değildir. Bu manzaraya amuda kalkarak bakarsanız, göreceğiniz sırtında dünya olan bir kaplumbağadır. Dahası kaplumbağalar çok uzun yaşar ve çok yavaş hareket eder. Bu sebeple ters dönmüş bir kaplumbağa çilekeş bir derviş gibidir ve dünyanın bütün yükünü bir şeyin üstüne koymak gerekseydi eğer, bu kaçınılmaz olarak böyle ters dönmüş bir kaplumbağa olacaktı. Bu halden bilirlikten yola çıkarak, aynen ters dönmüş bir kaplumbağanın deneyimliyor olabileceği gibi, sonsuzluk ve zamansızlıkla karşılaşabilir muhayyilesinde.

Bu bir kök deneyimdir. Perde aralanmış ve inanç kanıtını bulmuştur, karşılaşılan olgu tam olarak inanıldığı gibi değildir, ama zaten inanmanın bilmekten farkı da budur, inandığımız bu inancın nesnesi olan olgunun çarpık bir yansımasıdır. Bu inancın kıyameti kopmuş, yani uyanışı gerçekleşmiş, yani anlatageldiği gerçeğiyle yüzleşilmiştir. Bundan sonrası bu deneyimin doğuracağı bilgiyle, yani bilimle ilgilidir.

Dünyayı sırtında taşıyan kaplumbağanın bilgisi budur, peki burada anlatılan ve anlatılamyan yönleriyle delinin dilinin bilgisi nedir? Delinin dilinin kavram dünyasının işaret ettiği olgu ya da olgular nelerdir? Bunlar şu âna kadar karşılaşılmamış olan, bilinmeyen midir? Bunun sadece anlam dünyasındaki bir çarpıklıktan kaynaklandığını ileri sürmek hatalı olacaktır, zira bu çarpıklık, açıların doğası gereği, başka bir mesafedeki bir olguyu işaret ediyor olsa gerektir.

Bu dilin tutarlı olup olmadığına dönecek olursak, mutlak bir tutarlılık aramak varlığın özünde yer alan çelişkiyi görmezden gelmek demektir. Zira kuantumun bize söylediği budur, atom altı parçacıkları titremekte, bir var olup bir yok olmaktadırlar, bu çelişkidir, fakat o kadar uzağa gitmenin de gereği yok, varlığın sonsuzluğu ve kökeninin kavranamazlığı kaçınılmaz olarak çelişkiyi ve paradoksu varlığın içrek öğeleri kılar.

Dünyanın bir kaplumbağanın üzerinde durduğu düşüncesi sizi her yere götürmez, fakat bir yere mutlaka götürür. Uzaya gidecek roketler yapılmasına yaramıyor olabilir, uzaya gidecek roketler yapmaya yarayan bilgimizle de çelişiyor olabilir, fakat her bilginin, ona körü körüne bağlı değilsek, ille de bizi uzaya çıkarmasına gerek yoktur, hatta bu bilgiyle çelişebilir de. Varlığa içrek olan çelişki sayesinde bu çelişikliği aslında bir çelişkisizliktir. Bu kulağa totoloji gibi geliyor olabilir. Fakat her bilgi bu temel dinamik, yani çelişki ve paradoks yüzünden/sayesinde çelişkilidir ve bir yerde kırılmak, çökmek zorunda kalacaktır. Bir yerde ya da daha ilerde başka bir yerde kırılması neyi değiştirir.

Burada belki de yazarın, teorisyenin anahtar düşüncesi Philip K. Dick'in de işaret ettiği gibi, “2 gün içinde çökmeyecek evrenler yaratmak”tır. Fakat 2 Günde Çökemeyecek Evrenler tamamen tutarsız yollardan geçerek de oluşturulabilir, herkes bilir ki bunun için tek gereken tutarsızlığın veya hatanın yeterince büyük olmasıdır. Yüzyıllar boyunca devam eden taşı altına çevirme tutkusunu, simyayı düşünün. Bu tamamen saçma bir tutkudur. Simya kendi gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalıp da kimyaya dönüşünce, yani inanılanın perdesi kalkınca, geriye, verimli olmasa da, laboratuarda altın üretilmesine de yarayan bir bilgi kalmıştır.

Bu noktada tutarlılıkla mı gelinmiştir, yoksa tutarsızlıkla mı? Tutarlılık olgularla olası çarpışmalarda sert kalarak kırılmayan bir dayanıklılık mıdır, yoksa olguları bir nevi yoksayarak, onları absorbe ederek kendi tezini ayakta tutan bir dayanıklılık mıdır? Bakırköy Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi'nde yatan adını bilmediğiniz, yüzünü görmediğiniz bir delinin Dayı'sı olma ihtimaliniz nedir? Bu ne demektir? Neyi işaret etmektedir?

Bir bakıma delinin kaçarak sığındığı bu dil bir sapmadır, Fakat yukarıda da anlatıldığı gibi her sapmada olduğu gibi bunda da sapanın yöneldiği bir nokta vardır. Bir yoldan sapıp da bir yere varılmaması düşünülemez, varılan yer varılması öngörülen yer olmayabilir ancak. Bu durumda gerçeklik arayışımızda varılması öngörülen bir yer olduğuna dair bir ön kabulümüz olduğunu kabul etmek zorunda kalırız ki, bu “normal” olan rasyonel-olgusal medeniyetimizin biteviye gerçeklik arayışı, onun dinamiklerini ortaya çıkarma çabasıyla ters düşecektir.

Konuşulamayan hakkında susmalı, doğrudur, zira aksi tamamen saçma olacaktır, bu da doğrudur. Ne var ki deli konuşulamayanı konuşandır. Kişisel olarak merak ettiğim ve faydalı bir merak olarak tavsiye edebileceğim şey, öyleyse delinin bir öncü olup olmadığıdır. Zira deli ya bir öncüdür ve dili ve kavram dünyası bilinmeyeni işaret etmektedir, ya da herkesçe maruf ve tabulaştırılmış bir gerçeği farkında olmadan ve ısrarla açık etmeye, tabuyu çiğnemeye çalışmaktadır. İkinci durumda, tedaviden ziyade, deli tabuya saygısızlığından ötürü cezalandırılıyor olsa gerektir ve yine ikinci durumda bu tabuya karşı gerçekleştirilen ve sebebi bilinmeyen sürekli saldırısından ötürü deli bilinmeyenin ta kendisidir. Bu durumda, kuantum bilgisayarlarıyla bütün toplumsal hareketliliğin hesaplamasının yapılmasının planlandığı bugünlerde, öngörülemezliğinden ötürü, deliye ve diline devrimci bir rol biçilebilir mi?

Bu medeniyetin akıl sağlığının dibine bomba yerleştiren bir düşünce gibi görünebilir. Tutarlı olanla tutarsız olanın, bu alanların içlerine doğru seyahat ettiğinizde gayet belirgin olduğu görünen, sınırlarının silindiği post-modern bir laf kalabalığı. Bunları kısmen kabul edebilirim ve bu olası kanıları değiştirmeye yönelik bir argüman ileri sürecek de değilim, fakat bu noktada bir durup çenemizi açık bırakan tesadüfi karşılaşmaları bir düşünelim, tanımadığınız birinin Dayı'sı olma ihtimalimizle birlikte.

Ve bir kez daha soralım: Oyuna sığınmaktan ibaret, fakat temel dinamiği baskıcı toplumla bir baş etme yöntemi olan bu dil devrimci, özgürleştirici güçler için kasırga ortasında bir sığınak olabilir.