Mithat Sancar ile Söyleşi: 12 Eylül Düzeni Tamamen Tıkandı

Prof. Dr. Mithat Sancar, Cumhurbaşkanlığı krizinin 12 Eylül Anayasası’ndan kaynaklandığını söyledi
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar, CHP’nin, Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 şartını öne sürmesi, seçimlerin ilk turunu Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi gibi girişimlerini, “sisteme, sistem dışı bir müdahale” olarak yorumladı. Bu süreçte Anayasa ve işleyiş ile ilgili ortaya atılan tüm hukuki görüşlerin, hukuku farklı yorumlama değil, bir tür “hukuk darbesi” olduğuna dikkat çeken Sancar, buna karşılık AKP’nin erken seçim kararı alması, Cumhurbaşkanlığı seçimini halka yaptırması, Anayasa değişiklikleri gibi girişimlerin ise AKP’nin çıkış arayışları olduğunu söyledi.

Sancar, tüm bu sürecin altında 12 Eylül Anayasası ve düzeni olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Sancar ile Cumhurbaşkanlığı seçiminden Genelkurmay Başkanlığı’nın muhtırası, AKP ve CHP’nin bu süreçteki rolünden 1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşanan olaylara kadar konuştuk.

Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 şartı aranmasını, bu sürecin Anayasa Mahkemesi’ne taşınmasını, anayasa tartışmalarını bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin anayasa tartışmaları, hukuk zemininde yürüyen tartışmalar değildir. Özellikle 367 oyun toplantı yeter sayısı olarak aranması, bir siyasi duruştur, siyasi taktiktir; bir yorum farklılığı sorunu değildir. CHP ve arkasındaki güçler, AKP’nin Meclis’te sahip olduğu oy oranıyla istediği kişiyi cumhurbaşkanı seçebileceğini gördüklerinde, bunu engellemek için her türlü yolu kullandılar. Bu yöntemlerin büyük bir kısmı demokratik usullere ve parlamenter sistemin mekanizmalarına aykırıdır. Zaten 367 şartını gündeme ilk getirdiklerinde, çok fazla ciddiye alınmadı. Ancak süreç CHP ve birtakım güçlerin istedikleri gibi işlemeyince, bunu daha fazla gündeme getirmeye başladılar. Tabii havayı değiştiren başka faktörler de var. Anayasa Mahkemesi’nden iptal kararı çıkmasından önce arka arkaya üç önemli gelişme yaşandı. Birincisi Cumhurbaşkanı Sezer’in “Cumhuriyetin, tarihinin en ağır bunalımı ve en büyük tehlikeleriyle karşı karşıya olduğunu” söylediği Harp Akademisi’ndeki konuşması; ardından 27 Nisan gecesi ordunun internet sitesinde yayınlanan “muhtıra” ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “eğer Anayasa Mahkemesi 367 şartı talebini reddederse toplum çatışmaya sürüklenir” mealindeki sözleri. Bunlar mahkemeyi kuşatma altına almıştır. Zaten karar çıkmadan önce de çıkacak her karar bu ortamda tartışmalıydı. Anayasa Mahkemesi bu ortamda başka türlü karar verebilir miydi? Sanmıyorum. Kuşkusuz bunu söylemek, mahkemenin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Sonuç olarak 367 şartı; sisteme, sistem dışı bir müdahaledir. 27 Nisan’dan itibaren adım adım gelişmeleri izlediğimizde, bir tür “hukuk darbesi”nin hedeflendiğini söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığına vekalet konusu çok önemli değildi, kolayca çözülürdü; nitekim öyle de oldu. 367 kararı çıktıktan sonra “Meclis’in Cumhurbaşkanlığı seçimi dışında hiçbir faaliyette bulunamayacağı” iddiası, Meclis’i işlevsiz kılmaya yönelik bir operasyon girişimiydi. Bu ise, Meclis’i askıya alan bir darbe teşebbüsünün hukuksal kılıflar içinde yaşama geçirilmek istenmesi anlamına gelir. Darbe; anayasal düzeni askıya almaktır. Bu, 367 kararıyla bir şekilde gerçekleşti. Diğer hamle yani 27 Nisan başarılı olamadı, çünkü hiçbir dayanağı yoktu, kamuoyunda açık bir destek bulmadı; aksine tepkiyle karşılandı.

Cumhurbaşkanını seçemeyen Meclis hukuksal olarak görevlerini sürdüremez mi?

Anayasa’nın 77’nci maddesine göre, “yenilenmesine karar verilen Meclis’in yetkileri, yeni Meclis’in seçilmesine kadar sürer”. Anayasa herhangi bir yoruma yer bırakmayacak kadar net bir biçimde söylüyor. Dolayısıyla Meclis’in bu sürede sadece Cumhurbaşkanlığı seçimiyle uğraşacağı görüşü, 367 gibi Anayasa sistemi dışında müdahale teşebbüsüydü, ama başarılı olamadı. Tartışma demokrasi kültürü ekseninde yürütülebilirdi ve o zaman çok da anlamlı olurdu. Cumhurbaşkanlığı seçimi usulünde böylesine önemli bir değişikliği yeni oluşacak Meclis’e bırakmak, çok daha demokratik bir tutum gibi. Hatta demokratik değerlere en uygun yaklaşım; yüzde 10 barajını kaldırmak, hiç değilse makul bir düzeye indirmek, böylece temsil kabiliyeti çok daha yüksek bir Meclis’in oluşmasını sağlamak; konunun kamuoyunda yeterli bir süre tartışılmasını beklemek ve ondan sonra karar vermek olurdu.

AKP’nin Anayasa değişiklikleri, erken seçim kararı yanında cumhurbaşkanını halkın seçmesi gibi girişimlerini de karşıt bir müdahale olarak yorumlayabilir miyiz?

Bunlar, çok aceleye getirilmiş ve kaygısı demokratikleşme dışında nedenlere dayanan bir taktiktir. AKP’nin kendi şartlarını ve durumunu esas alan bir çıkış arayışıdır. AKP, “eğer siz Meclis’e seçtiremiyorsanız biz başka şekilde seçtiririz, halka karşı hiçbir şey yapamazsınız” düşüncesiyle hareket etmiştir. Bu çıkış kısa vadede, belli bir rahatlama getirebilir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclis yetkili olduğu sürece Meclis’i çeşitli yollarla etkileme çabaları, bundan önce de olduğu gibi hep olacaktır. Bu sistem, 1960’lardan bu yana sıkça gördüğümüz gibi, başta ordu olmak üzere bürokratik iktidar aygıtlarının müdahalesine açık olacaktır. AKP seçimin halk tarafından yapılması görüşünü ortaya atarak, Meclis’in baskı altına alınması ihtimalini ortadan kaldırmayı düşünmüş de olabilir. Bu kısa vadede bir rahatlama yaratır, ama uzun vadede sistemin daha derin krizler yaşamasına neden olabilir.

Siyasal olarak girilen krize ve yaratılan hukuk kaosuna neden olarak 12 Eylül Anayasası’nı gösterebilir miyiz?

Esasen 27 Nisan’la birlikte ortaya çıkan tablo; 12 Eylül Anayasası ve bununla kurulan sistemin tamamen tıkandığı, hatta çöktüğü anlamına geliyor. 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı’nı güçlü bir makam haline getiren, yürütmenin yetkilerini artıran ve toplumun hareket alanını iyice daraltan bir sistem kurdu. Bu sistem içinde cumhurbaşkanını Meclis’e seçtirmek kendileri açısından bir risktir. Çünkü Meclis’te çoğunluğu yakalayan bir partinin cumhurbaşkanını seçebileceğini de düşünmeleri gerekiyordu. Düşünmüş olabilirler, ama bana göre nihai güvence konusundaki yaklaşımları şöyleydi: “Eğer bir yerde bizim istemediğimiz güçler, siyasi gruplar, toplumsal kesimler Meclis’te çoğunluğa sahip olurlarsa buna karşı ordu devreye girer”. 12 Eylül rejimi, sistemin işleyişini anayasal mekanizmalara bırakmış değil, tam tersine kendilerinin nihai olarak bu işin hakemi ve belirleyicisi olacaklarını düşünmüşlerdi. Bu son krizde de açıkça görüldüğü gibi, toplumun zayıf, iktidarın aygıtlarının güçlü olduğu sistem, sorunların toplumsal zeminde ve siyasal yöntemlerle değil, iktidar aygıtları arasındaki çekişmelerle ve buradaki güç dengelerine göre çözülmesi arayışını teşvik ediyor. Bu şartlarda çoğulcu siyasal zemin ve temel hukuksal mekanizmalar kolayca devre dışı bırakılabiliyor. CHP’nin tutumu bunun tipik örneğidir. 1982 Anayasası bu oyunu teşvik ediyor. Bu Anayasayla kurulan sistem, 27 Nisan itibariyle artık son darbeyi yemiştir.

Toplum ve “solun” bu sürece dahil olamadıklarını düşünüyor musunuz?

Sosyalist sol, sürecin büyük ölçüde dışında kaldı, Cumhurbaşkanlığı seçimini ciddiye almadı. Oysa bu, sadece şekli bir parlamenter mesele değildi. Toplumun bugününü ve geleceğini etkileyen her sorun, solun gündeminde olmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçiminden en az bir yıl önceden, demokratlığı tartışma götürmeyen, hukuk devleti ilkelerine bağlı ve sosyal sorunlara duyarlı saygın bir cumhurbaşkanı talebiyle ortaya çıkılabilir; hatta aday da belirlenip bir kampanya tertiplenebilirdi. Bu kampanyada, ayrıca cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılması ve demokratik siyaset kanallarının güçlendirilmesi talebi de işlenebilirdi. Böyle bir çıkış eğer erkenden yapılsaydı, toplumda sanıldığından daha geniş bir yankı bulabilirdi. Sol, bunun ne kadar önemli bir sorun olduğunu, sistemin bütün unsurlarını etkileyen bir krize dönüşebileceğini görmedi. Veya gördü, ama sorunu hakkıyla kavrayan bir tutum geliştiremedi. Sonuçta gündemin belirlenmesine etki eden değil, başka güçler tarafından oluşturulan gündemin peşine takılan bir noktaya geldi. Bu şartlarda yapılacak bazı şeyler var hâlâ. Örneğin her türlü darbe girişimine ve darbeci anlayışa kayıtsız şartsız karşı çıkmak zorundadır sosyalist sol. Toplumda şeriat tehlikesi olduğu yönünde oluşturulan korkuyu da sol, bir şeriat tehlikesi olarak algılamak zorunda değildir. Ortada kuşkusuz din referanslı toplum ve siyaset projeleri var; belli bir güce de eriştiklerini görüyoruz. Solun bununla, kendi demokratik ve eşitlikçi, özgür sistem talebiyle mücadele etmesi gerekir.

1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşananları, yöneticilerin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Mağduriyetten dolayı demokrasiye en çok sahip çıkan siyasi güç” olarak gösterilen AKP, 1 Mayıs’ta bu kadar faşizan bir tavırla alınan önlemlerin, bu kadar gaddarca yapılan saldırıların tüm sorumluluğunu hükümet olarak omuzlarında taşıyor, taşıyacaktır. Saldırıların ardından sergilediği tutum, AKP’nin hukuk devleti ve demokrasi konusundaki samimiyetsizliğinin göstergesidir.

Ayrıca olaylarla ilgili sosyalist sol ve insan hakları savunucuları dışında Kemalistlerin, CHP’nin, Tandoğan ve Çağlayan mitingleri örgütleyicilerinin hiçbir tepki göstermemeleri de, aslında bu mitinglerin ne kadar kucaklayıcı, kapsayıcı ve demokrat bir zihniyete sahip olduklarının da ölçüsüdür. Bu “gösteri yürüyüşü bana olduğu sürece demokratik bir hak, ama sistemin tehlikeli gördüklerine bu hakkı tanımadıkları zaman ben susarım” anlayışıdır.

Bugün yaratılan kutuplaşmada, “cumhuriyetçi güçler” diye anılan kesimlerin ciddi bir demokrasi derdine sahip olmadıkları açıkça görülüyor. Bunların içinde faşizan ulusalcı grupları bu açıdan anmaya bile gerek yok. AKP’nin de, pragmatist ve araçsalcı bir yaklaşımın etkisi altında olduğu ortada; onların da, “herkes için demokrasi” talebine uzak olduğunu görüyoruz. Bu durumda, sosyalist sol kapsamlı ve kapsayıcı bir demokrasi projesinin en güvenilir adresi olarak ortaya çıkmak ve sesini duyurmak gibi bir görevle karşı karşıyadır.

Evrensel, 12.5.2007