Holokost ve Modernite

Soykırım Doğu Avrupa kökenli bir Yahudi aileden gelen Rafael Lemkin’in ceza hukukuna ve uluslararası hukuka kazandırdığı bir terim. Lemkin’in çabalarıyla Nürnberg duruşmalarının iddianamelerinde yer almış, ancak yargıçlar Nazi liderlerini insanlığa karşı suç ve savaş suçları işledikleri için mahkum etmişler, soykırım suçu üzerinden hüküm kurmamışlar. 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edildiğinde biraz değiştirilmişse de (Sovyetler Birliği’nin itirazıyla soykırım saldırısının hedefi olabilecekler arasından “siyasi ve diğer gruplar” çıkartılmış)  suçun tanımı da Lemkin’e ait.  Michael Freeman, Lemkin’in soykırım terimi ile sadece Holokost’un değil, Nazilerin doğu cephesinde yaptıkları gibi, halkların ulus olma niteliklerini yok etmeye yönelik savaş saldırganlıklarının da uluslararası suç olarak kabul edilmesini amaçlamış olduğunu aktarıyor.[1] Freeman’a göre, Lemkin tarihte vuku bulmuş benzer savaşların da soykırım sayılacağı görüşünde.[2] Yirminci yüzyılda, uluslararası hukukun ve ilişkilerin geldiği aşamada, bu tür katliamlara  müdahale edilmesinin ve faillerin yargılanmasının şartları ortaya çıkmış. Bu nedenle soykırım (suçu) modern bir kavram. Ancak Freeman, Lemkin gibi, soykırımı sadece modernitenin değil uygarlık sürecinin ürünü olarak görmenin daha doğru olduğuna inanıyor.

Modern dönemde teknolojik gelişmeler sayesinde kitle imha eylemlerinin olağanüstü büyüklükte ölçeklere ulaştığı bir gerçek. Ancak Freeman tarih boyunca süregelmiş olan, düşman tarafın şehirleri ele geçirme, tahrip etme, ahalisini terörize etmenin istinasız katliamlara yol açmış olduğunu hatırlatıyor.

Freeman dini inançların da savaşlarda ideolojik faktör olarak oynadığı role değinmiş. Mario Liverni’nin araştırmalarına atıfta bulunarak, siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmek için komşularına saldıran Asurluların tabletlerinde Tanrı’nın rızasına uygun olarak savaşa girdiklerini iddia ettiklerini aktarıyor. Yaptıkları katliamları anlatırken kendilerini uygarlığın, kutsal düzenin temsilcisi; saldırdıkları toplulukları ise yarı insan, yabancı, barbar olarak tanımlamışlar. Freeman, katliamların bu şekilde gerekçelendirilmelerinde de sürekliliğin söz konusu olduğunu vurguluyor.

Savaşlarda ve  kitlesel şiddet hareketlerinde görülen niceliksel ve niteliksel gelişmeleri incelemiş olan Siniša Malešević, insanları sistematik biçimde büyük gruplar halinde imha etmek yetkin sosyal organizasyon ve güçlü ideolojiler gerektirdiği için, soykırımı “modern dönemin gerçeği” olarak tanımlamış.[3] Nazilerin Nihai Çözüm’ü gelişmiş işbölümü ve işlevsel rasyonalite sayesinde hızla ve etkin biçimde uygulamış olmaları modern bürokratik mekanizmanın büyük çapta kitle imhasına uygun olduğunu gösteriyor.

Soykırımı modernitenin ürünü olarak kabul edenler arasında, gelişmiş teknolojiye ve bürokrasiye en fazla belirleyici rol atfeden sanırım Zygmunt Bauman.[4] Bauman, yüksek rasyonellik düzeyinde işlev gören bürokrasiyi sadece etkin bir uygulama aracı değil, amaçlananın, yani Yahudilerin kitlesel imhasının, optimal biçimde gerçekleşmesi için rasyonel çözümler üreten bir aktör olarak değerlendirmiş. Baumann, “modern uygarlığın rasyonel dünyasının”, “toplumu…iyileştirilecek, yeniden şekillendirilecek bir nesne olarak görmemize yol açan bürokratik kültürün Holokost’u düşünülebilir hale getirdiğini” savunuyor. Yani bürokrasinin doğasından kaynaklanan toplum mühendisliği misyonu Holokost’a damgasını vurmuş. Bauman, bu anlayış uyarınca, Holokost’ta görev alanların işlerini canice hislere kapılmadan, soğukkanlılıkla yerine getirdiklerini; bürokraside emirlere uyma ve verimli çalışmanın başat değerler olması nedeniyle, ahlaki kısıtlardan etkilenmemiş oldukları görüşünde. Yahudilerin kamplarda imhası, toplumu Yahudilerden arındırma hedefine ulaşılması için araç-amaç optimizasyonu temelinde yürütülen bürokratik prosedürün ürünü.

Michael Mann aynı fikirde değil. Bauman’ın ideolojik motivasyonu yok sayan, Holokost’un bürokratik bir rutin içinde gerçekleşmiş olduğu şeklindeki yorumuna karşı çıkıyor.[5] Nihai çözüm kararını Hitler ve yakın arkadaşlarının aldığını, soykırımı gerçekleştiren birimlerde görev alanların yapılanın vahşet olduğunun farkında olduklarını ve güçlü bir ideolojik motivasyonla hareket ettiklerini savunuyor. Bürokratik kademelerde ve imha faaliyetlerinin uygulandığı birimlerde yönetici konumda olanların büyük kısmı muhaliflere şiddet uygulama deneyimi olan Nazi hareketi mensupları, SA ve SS örgütlerinde ya da Freikorps’ta görev yapmış militanlar.

Mann, Yahudilerin imhasına katılmanın ya da duyarsız hale gelmelerinin bürokrasinin ahlaki tepkileri filtreleyen işleyiş normlarıyla değil, 1930’ların ortalarından itibaren yaygınlık kazanan, Nazi örgütlenmelerinin Yahudilere uyguladığı sokaktaki şiddetin devlet tarafından meşrulaştırılmış ve desteklenmiş olmasıyla, lidere adanmışlık haliyle ve yeni bir gelecek kurma hayalinin çekiciliğiyle açıklanabileceğini düşünüyor.

Mann, Rwanda’da 12 haftada yarım milyon Tutsi’nin palalar ve ilkel araçlarla katledildiği örneği göstermiş. Soykırıma girişenlerin amaçlarını gerçekleştirmek için ulaşabilecekleri en yetkin araçları kullanmış olmalarından soykırımın ileri teknoloji ve bürokratik yetkinlik gerektirdiği sonucu çıkmayacağını, belirleyici olanın ideolojilerin yarattığı motivasyon olduğu görüşünde. Soykırım ile modernite ilişkisinin ideoloji üzerinden kurulabileceğini düşünüyor. 

Az önce sözünü ettiğim Siniša Malašević de, savaşlarda ve kitlesel şiddet hareketlerinde mobilizasyon sağlamada ve uygulanan şiddete etik gerçekler bulmakta modern ideolojilerin belirleyici işlevleri olduğunu vurgulamış. Malašević, insanları derinden etkileyen Hıristiyanlığın savaşlarda kitleleri yönlendirmek için proto-ideoloji olarak işlev gördüğünü, ancak Ortaçağ savaşlarında halkı karşı tarafa saldırmaya zorlayacak etkin sosyal organizasyonlar olmadığından kitlesel mobilizasyonun kısıtlı kaldığını belirtmiş. Malašević, Protestanlığın daha etkin bir ideolojik işlev gördüğünü, bu inanç temelinde, teknolojinin getirdiği yenilikleri kullanan ve dini coşkuyla harekete geçen orduların yaratıldığını anlatıyor. Püriten ideallere bağlı, muharebeden önce Mezmurlar’ı okuyan ve düşmanı şeytanın askerleri olarak gören Cromwell’in ordusu örneğinde olduğu gibi.[6] Avrupa’da kanlı mezhep savaşlarından sonra seküler doktrinlere alan açılması, gazetelerin çıkması ve okuryazarlığın yaygınlaşması; köylülerin ve kentli yoksulların siyasi alanda hareketliliğiyle birlikte ideolojilerin etkili olduğu dönem başlıyor. Malašević, ahlaki ve ideolojik haklılık inancı, gelişmiş sosyal ve siyasi örgüt yapılarıyla bütünleşince, şiddetin niceliksel ve niteliksel olarak daha önce görülmemiş boyutlara ulaştığını vurguluyor.

Bu tespitler doğrultusunda, toplumun bir kesimini şeytanlaştırarak imha etme girişiminin, saflığı bozan unsurlardan arındırılmış cemaat türü topluluk yaratma amacı güden, radikal bir ideoloji ya da dini inancın yarattığı güç ve motivasyonla mümkün olabileceği sanırım söylenebilir.

Michael Mann, SS Subayının Koltuğu: Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde kitabının yazarı Daniel Lee gibi, Nazilerin kitlesel imha hareketinin doğu cephesinde, Slavlara ve Yahudilere yönelik katliamlarla başlamış olduğunun da altını çizmiş. Heydrich’in, Alman ordusu Wehrmacht’a, esir alınmış Bolşeviklerin ve Yahudilerin öldürülmesi komutunu verirken, “Doğu’da harekatımızın özelliği bürokratik ve idari kısıtlamalardan ari bir ruhla özel önlemler alınmasını gerektiriyor” mesajı vermiş olduğunu, bu savaşta yarım milyon civarında Slav ve Yahudi’nin doğrudan kurşunlanarak öldürüldüğünü hatırlatıyor.[7]  

Doğu Avrupa kökenli akrabalarının bir kısmı Naziler tarafından katledilmiş olan Claudio Lomnitz de, “bürokratik rasyonalite soykırım çılgınlığının sadece bir yanını teşkil eder, bürokrat kriminal unsurlardan yalnızca biridir… pogromlardaki şiddet her zaman bürokratik süreçlerin fevkinde olmuştur” değerlendirmesini yapmış.[8]

Naziler önce Yahudilerin eşit vatandaşlık haklarını kaldırdılar, arkasından onları kamplara kapattılar.  Bunlar, idari, bürokratik uygulamaların öne çıktığı bir etnik temizlik faaliyeti. Doğu savaşına damgasını vuran ise katliamlar. Buradaki açık vahşet uygulama deneyimi etnik temizliğin soykırıma evrilmesinde dönüştürücü bir halka, aşama olmuş. Yahudilerin kamplarda gaz kullanılarak hızlı ve sessiz biçimde imha edilmeleri uygulaması “bürokratik rasyonalite” görünümünü verse de, canice eylemlerin itici gücü Doğu savaşında en üst seviyeye ulaşan Nazi ideolojisinin beslediği saldırganlık, gaddarca davranma sapkınlığı. 

Edgar Morin, Freud’un görüşleri paralelinde toplumumuzun bünyesinde eski çağlara uzanan derin ilkel kökler barındırdığını, savaşların yıkıcı güçlerin zincirden boşanışına yol açtığını, insanları dönüştürdüğünü söylüyor.[9] Malašević de dizginlerinden boşanan şiddetin kendi kendisinin efendisi haline geldiğini, kurumları radikal biçimde dönüştürdüğünü, toplumsal ilişkileri değiştirdiğini kabul ediyor.

Holokost teritoryal kazanım, siyasi gücü ele geçirmek ya da somut bir tehdidi bertaraf etmek amacıyla yapılan etnik temizliklerden, soykırımlardan farklı. Holokost’u “ideoloji çağının parçası” olarak ifade eden Saul Friedlander, Yahudilerin imhasının “başka amaçlara ulaşmada bir araç değil, başlı başına kutsal bir amaç” olduğunun altını çizmiş.[10]

Bauman’ın soykırımı bürokratik rasyonalite ekseninde irdelemesi, modernite ile soykırım arasındaki ilişkiyi bürokrasi üzerinden kurması, modern dönemde ekonomi ile siyasetin hiyerarşik ilişkilerden ayrışıp, müstakil alanlar haline gelmelerinin yarattığı devasa etkileri göz ardı etmek anlamına da geliyor.  Adorno ve Horkheimer, Nazizm'i “modernitenin en kötü sonucu” olarak tanımlarken, aralarındaki ilişkiyi kapitalist ekonomik gelişme dinamiklerinin birey ve toplum üzerinde yıkıcı etkisi üzerinden incelemişlerdi. “Toplumun ekonomik yönelimi bireyin varoluşunu özerk biçimde kurabilmesine katkıda bulunan organların körelmesine yol   açmaktadır.”; “Büyük endüstri … bağımsız ekonomik özneyi yok ederek ahlaki kararların dayandığı iktisadi zemini… ortadan kaldırır, böylece düşünme de gitgide körelir…ruh kaybolup gider…vicdan nesnesini yitirir.”; “Aklın kendisi her şeyi kuşatan iktisat aygıtının yardımcısına dönüşmüştür…genelgeçer bir araç işlevi görür” değerlendirmelerinde ifade bulduğu gibi. [11]

Modern dönemde toplumdan ayrışmış bir ekonomi alanı yaratılırken, hiyerarşik ilişkilerden kurtulmuş bir siyaset alanı da ortaya çıktı.  Genel oy sistemine dayalı demokrasilere geçişle, köylüler ve kentli yoksullar tarihte ilk kez, Malašević’in sözleriyle, kendilerini “önceki üstleri olan papazlar, aristokratlar ve burjuvalarla eşit etik değerde” görmeye başladılar. Piyasa ekonomisinin yarattığı alt üst olmalar, toplumun belli kesimlerinin yoksullaşması, Erich Fromm’un anlattığı gibi[12] bireylerin kendilerini yalnız ve güvencesiz hissetmeleri yaşanırken, seküler doktrinlerin popüler ideolojiler haline gelmesini sağlayan örgüt oluşumları sayesinde radikal hareketler ortaya çıktı ve güç kazandılar. [13]

Kapsamlı bir toplumsal dönüşüm analizi yapmış olan Karl Polanyi, piyasa düzeninin ekonomiyi toplumdan ayrıştırdığını, temel üretim unsurlarının meta haline gelmelerini toplumun kabul edemediğini, tehdit olarak gördüğünü vurgulamıştı. Bu nedenle faşist hareketi toplumun bir tür kendini koruma refleksi olarak yorumladı.[14]

Hukuk, kökleri Antik Yunan’a dayanan rasyonel düşünce geleneğinin en berrak ifadesini bulduğu alanlardan biri. Hukuk gibi, rasyonel düşünce kodları da değişen değer yargılarından etkilenerek evrime uğruyor. Ernst Fraenkel’in belirttiği gibi,[15] Nazizm, hümanist değerleri de yansıtan ve tüm insanlığı kapsar olduğuna inanılan rasyonel doğal hukuk anlayışına şiddetle karşı. Buna irrasyonel cemaatçi hukuk anlayışını ikame ediyor, yargıyı da rasyonel hukuk normları yerine Hitler prensiplerine tabi kılıyor.

Modernite ile faşizm arasındaki ilişkiyi, toplumların modernitenin yarattığı ekonomik ve siyasi düzene olan tepkileri kapsamında incelemek bana daha doğru geliyor.


[1] “Genocide, civilization and modernity”, (Soykırım, uygarlık, modernite) British Journal of Sociology, c. 46, no: 6, Haziran 1995.

[2] “Genocide in the Ancient World” (Eski Dünyada Soykırım) makalesinde (Word History Encyclopedia, 2013 içinde) Gerard Mulligan, İ.Ö 146’da Roma’nın Kartaca’yı yok etmesini ve İ.Ö. 416’da Atinalıların Melos’u ele geçirince yaptıkları katliamı soykırım örnekleri olarak göstermiş. Cengiz Han ordularının zapt ettikleri şehirlerin ahalisini kırımdan geçirmelerinin de soykırım ölçeğinde katliamlar oldukları düşünülüyor.

[3] Siniša Malešević, The Sociology of War and Violence, Cambridge University Press, 2012, [Savaşın ve Şiddetin Sosyolojisi, çev. Suzan Sarı, Hece Yayınları, 2018].

[4] Zygmunt Baumann, Modernity and Holocaust, Polity Press, 1989, [Modernite ve Holokost, çev. Süha Sertabiboğlu, Versus Kitap, 2007].

[5] Michael Mann, The Dark Side Of Democracy, Cambridge University Press, 2004 [Demokrasinin Karanlık Yüzü, çev: Bülent Doğan, İthaki yayınları, 2012].

[6] Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış kitabında Protestanlıkla Nazizm arasında bir paralelliğe işaret ettiğini hatırlatalım. Fromm her ikisinin de sosyal altüst olmalarından dolayı kendini güçsüz, güvencesiz hisseden bireye tek başına önemsiz olduğu, daha üstün bir güce adanarak katılmak dışında bir seçeneği olmadığı mesajını verdiklerini söylüyor.

[7] Bu insanların bir kısmı da köylerin yakılması sırasında yanarak ya da boğularak ölmüş. Böyle bir katliamın canlandırıldığı Id I Smorti filminde Belarusya’da 628 köyün yakılmış olduğu bilgisi veriliyor.

[8] Claudio Lomnitz, Nuestra America, My Family in the Vertigo of Translation, (Bizim Amerika, Çeviri Başdönmesinde Ailem), Other Press, 2021

[9] Edgar Morin, Yitik Paradigma: İnsan Doğası, çev: Devrim Çetinkasap, İş Bankası Yayınları, 2022. 

[10] Aktaran Federico Finchelstein, Faşizmden Popülizme, çev: Ali Karatay, İletişim yayınları, 2019.

[11]  Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev: Nihat Ülner, Kabalcı Yayınları, 2015. 

[12] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Şemsa Yeğin, Say Yayınları, 2015

[13] Bireyleri derinden etkileyen, inananlar arasında güçlü duygudaşlık ilişkileri kurulmasına sağlayan tek tanrılı dinlerin, ahlaki üstünlük inancı vaaz eden ve dayanışma hisleri yaratan modern seküler ideolojiler için hazırlayıcı işlev görmüş oldukları söylenebilir sanırım.

[14] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, çev. Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2000.

[15] Ernest Fraenkel, İkili Devlet, Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2020.