2024'e Girerken

Hamas’ın terör eylemi olarak da nitelendirilebilecek 7 Ekim saldırısının ardından, İsrail’in Gazze’de başlattığı “Hamas’ı yok etme” amaçlı karşı saldırı, Gazze’nin yaşanmaz hale getirilmesini amaçlayan, boyutları Hamas’ın saldırısını katbekat aşan bir topyekûn temizlik operasyonuna dönüştü. 1948’den beri görülmedik miktarda Filistinli sivilin öldüğü ve 20. yüzyıl soykırımlarına özgü birçok motifin (sivil-askeri hedef ayrımı yapılmaksızın şehirlerin –evlerin, okulların, hastanelerin, mülteci kamplarının– bombalanması, zorunlu tehcir uygulaması, insani yardımın engellenmesi vb.) tekrarlandığı askeri operasyon 2023’ün son aylarına damgasını vurdu. Putin Rusyası’nın Ukrayna işgali karşısında yekvücut olan ABD ve Avrupa ülkeleri (Avrupa başkentlerinde kalabalık protesto eylemleri düzenlenmesine rağmen) Gazze operasyonunda İsrail’i durdurmak için aktif bir tavır sergilemedi. Uluslararası hukuk normlarının sürekli olarak çiğnendiği, savaş suçları ve insan hakları ihlallerinin işlendiği Filistin-İsrail çatışmasında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Gazze için verilen tam beş ateşkes önergesi ABD tarafından veto edildi. ABD’nin bu tavrı, Rusya, Çin, Türkiye gibi otokratik rejimlerin genellikle kendi ülkelerindeki insan hakları ihlallerini sümen altı etmek için öne sürdükleri çifte standart ve ikiyüzlülük iddialarına en azından ulusal kamuoyları nezdinde meşruiyet kazandırdı. 2024’e daha da kamplaşmış bir dünya gündemiyle; işlevselliği uzun süredir tartışma konusu olan uluslararası siyasi kurumlara, demokrasi ve insancıl hukuk ilkelerine karşı derin bir güvensizlikle giriyoruz.

Yeni yılda yaklaşık yetmiş ülkede, dünya nüfusunun yarısını ilgilendiren seçimler yapılacak. Kuşkusuz, bunların bazıları kâğıt üstünde göstermelik seçimler olacak. Örneğin, Ağustos 2024’te genel seçimlerin yapılacağı Ruanda’daki son seçimde Paul Kagame oyların yüzde 99’unu alarak devlet başkanı oldu. Bir başka genel seçimin olacağı Bangladeş’te muhalefetin adayı Begüm Halide Ziya üç yıldır ev hapsinde. Hindistan’da hakkında Modi’ye hakaret davası açılan ana muhalefet lideri Rahul Gandhi siyaset yasağı sopasıyla tehdit ediliyor. Bir başka mostralık seçim ülkesi Rusya’da Putin karşıtı muhalefetin parlayan yıldızı Aleksey Navalni otuz yıllık hapis cezasıyla siyasetten silindi ve 2020’deki usulsüz anayasa değişikliğiyle Putin’in görev süresi neredeyse sınırsız olarak uzatıldı. Türkiye’de Selahattin Demirtaş, AİHM’in ihlal kararlarına rağmen 2016’dan beri hapiste. Belarus’ta sandıkta kaybettiği son seçimi sopayla lehine çeviren Lukaşenko, dünyayla alay edercesine, Şubat 2024’teki seçimlerin “ABD seçimlerinin aksine adil olacağını” ifade etti.

Günümüzün otokratik rejimleri (Çin gibi birkaç istisna dışında) farklı siyasi partilerin varlığından, göstermelik seçimlerin periyodik olarak yapılmasından rahatsız değil. Normalde iktidarın demokratik meşruiyetinin önemli bir göstergesi sayılan seçimler, bu ülkelerde adil bir seçim yarışı olmadığı için, çoğu zaman seçmenlerin gerçek iradesini yansıtmaktan uzaklaşabiliyor. Sivil toplumun, basın ve ifade özgürlüğünün, yargı bağımsızlığının, adil rekabet koşullarının olmadığı toplumlarda Makyavelist yöntemlerle, hile-i şeriyeyle seçim kazanmak zor değil. Seçimli otokrasilerin, diktatörlüklerin son on beş yılda yaygınlaşması, uzun süre iktidarda kalabilmeleri, yeni otoriter siyasal eğilimlerin ortaya çıkmasını teşvik ediyor. Türkiye’de yapılacak Mart 2024 yerel seçimlerinin sonucu da büyük olasılıkla iktidarın güdümündeki bir seçim kampanyasıyla ve ihtiyaç halinde kuraldışı müdahalelerle belirlenecek. Yerel yönetimlerde 2016’dan beri kayyım rejiminin hüküm sürdüğü Türkiye’de, seçimlere katılım oranının ciddi anlamda düşmesi, muhalefetin toplumda sinerji yaratmakta zorlanması şaşırtıcı olmaz.

2024’te görece adil koşullarda, en azından kitabına uygun olması beklenen seçimler arasında, Donald Trump’ın gölgesinin şimdiden düştüğü ABD başkanlık seçimi öne çıkıyor. Kaybettiği 2020 seçiminin sonuçlarını tanımayı reddeden ve 6 Ocak 2021 Kongre Binası baskınıyla ABD tarihinde görülmedik bir kepazeliğin mimarı olan Trump, halihazırda dört ayrı davada ağır cezalık suçlardan yargılanmasına rağmen, 2024 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin başkan adayı olmaya yakın. Kongre Binası baskınından pişmanlık duymadığı gibi, siyasi rakiplerini “haşarat” olarak adlandırdığı zehirli, faşizan bir dille seçim kampanyasını sürdüren Trump’ın zaferi halinde, ülke içinde ABD demokrasisinin güvenlik sübabı sayılan yüksek yargı kurumlarının tahrip edilmesi, dışarıda ise Rusya karşısında Ukrayna, Çin karşısında Tayvan’a verilen askeri-ekonomik desteğin sona erdirilip, izolasyonist bir dış politikaya yönelinmesi güçlü bir olasılık olarak görülüyor. Biden lehine toplam yedi milyonluk oy farkına rağmen sonucun salıncak eyaletlerdeki kırk bin oyla kıl payı belirlendiği 2020 seçiminde yarışı tarihte görevdeyken en fazla oy almış ABD başkanı sıfatıyla kaybeden Trump’ın oy oranının -anketlerde göründüğü kadarıyla- hâlâ çok yüksek olması ABD toplumunun neredeyse yarısının demokrasinin başlıca kurumlarının tahrip edilme ihtimalinden rahatsızlık duymadığını gösteriyor.

Dört yılda tam dört başbakan eskiten İngiltere’de ise, 2024 veya en geç Ocak 2025’te yapılması beklenen seçimlerde Keir Starmer liderliğindeki Labour’ın açık ara kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Rishi Sunak’ın Muhafazakâr kabinesinin Labour’ın yükselişini durdurmak için can havliyle sarıldığı önlem Ruanda hükümetiyle 240 milyon sterlinlik bir anlaşma yapıp, Manş Denizi’nden İngiltere’ye ulaşan göçmenleri Ruanda’ya gönderme kararı almak oldu. Karar İngiltere Yüksek Mahkemesi tarafından iptal edilse de biraz değişmiş hali Avam Kamarası’nda hemen yeniden kabul edildi. Tory politikasının 2024 yılı taahhütleri arasında Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’ndan çekilmek de var. Dekolonizasyon sürecinde Avrupa’nın kozmopolit toplumlarından biri olma niteliğini kısmen koruyan İngiltere, kıtadaki genel eğilime uygun olarak içe kapanmayı sürdürüyor.

Avrupa genelinde, Müslüman ve Afrikalı göçmenler tarafından istila tehdidi yalnızca aşırı sağın kaygısı olmaktan çıkıp, merkez siyasetin ana gündem maddelerinden biri haline geliyor ve aşırı sağın gündemi bir anlamda siyasetin merkezini ele geçiriyor. Buna karşılık aşırı sağın  iktidar olduğunda merkeze yaklaşıp daha ılımlı politikalar izlediği (“taçlanan başın akıllandığı”), son dönemin popüler varsayımlarından biri. Varsayımın doğruluğuna örnek olarak genellikle Meloni ve İtalya gösteriliyor. Bu züğürt tesellisiyle yetinmeyip, sağ popülist siyasetçilerin (Wilders, Orban, Le Pen gibi) etki alanlarının kıta sathında genişlemesine; hemen her ülkede benzerlerinin peyda olmasına bakıldığında, manzara oldukça iç karartıcı. Almanya’da aşırı sağ AfD’nin yerel ve eyalet seçimlerinde yükselişi devam ederken, Hıristiyan-Demokrat Parti, II. Dünya Savaşı’ndan sonra benimsediği dördüncü programda, Birleşik Krallık ve İtalya'da olduğu gibi, mültecilerin başvuru sonuçları beklenirken üçüncü ülkelere gönderilmelerine ilişkin kararı tüzüğüne aldı. Çok katı koşullara dayanan dar bir mülteci kotası uygulanmasını, “temel/baskın/referans kültür” (leitkultur) kavramını sahiplenerek, “burada yaşamak isteyen herkes, hiçbir çekince belirtmeden, bizim temel kültürümüzü (leitkultur) kabul etmelidir” ifadesiyle programına ekledi. AfD lideri, çokkültürlülük karşıtı bu programı, “CDU ile aramızdaki duvarların kaldırılmasından memnunuz” diyerek karşıladı. 2025 seçimlerine dair kamuoyu yoklamalarında CDU-CSU ve AfD’nin toplam oylarının yüzde altmışa yaklaşacağı öngörülüyor. Başta İsveç ve Finlandiya olmak üzere, aşırı sağ partiler dışarıdan hükümet ortağı oldukları gibi en son Slovakya’da olduğu gibi hükümette de yer alabiliyorlar. Aşırı sağ eğilim Avrupa Birliği içinde yaygınlaşıp güçleniyor. Bu AB ve göçmen karşıtı, İslamofob aşırı sağ dalganın karşıtı gelişmeye 2023’teki yegâne örnek, Polonya’da merkez sağ ve sol ile çevreci hareketlerin birleştiği liberal ittifakın seçimlerde parlamento çoğunluğunu kazanıp, muhafazakâr-milliyetçi Adalet ve Hukuk Partisi iktidarına şimdilik son vermesi oldu. Buna karşılık ırkçı-milliyetçi bir aşırı sağ enternasyonali resmen kurulmuş olmasa da, artık fiilen yürürlükte ve uluslararası dayanışmasını sergilemekten geri kalmıyor.  

Bu gelişmeler ışığında, yeni düzenlemeyle 720 sandalyeye çıkartılan Avrupa Parlamentosu seçimleri (9 Haziran) kıta genelinde aşırı sağın etkisinin daha da artmasıyla sonuçlanabilir. IŞİD ve El-Kaide artığı eylemcilerin doğrudan Aydınlanma değerlerini hedef alarak işledikleri sembolik cinayetlerden dolayı özellikle Müslüman göçmenlere tepkinin gitgide arttığı Fransa’da Avrupa Parlamentosu seçimleri 2027 başkanlık seçimleri öncesinde Le Pen’in birinci geldiği bir kamuoyu yoklamasına dönüşebilir.

Çin anakarasıyla birleşme taraftarı Kuomintang (KMT) ile ABD himayesinin devamından yana Demokratik İlerici Parti (DPP) arasında bir yarışın beklendiği Tayvan ve Hindistan’da da 2024’te önemli seçimler olacak. Soğuk Savaş’tan sonra uluslararası kamplaşmaların, Rusya-Çin/AB-ABD bloklaşmasının yine belirleyici olduğu bir dünya düzenindeyiz. Öte yandan bugün Soğuk Savaş’ın ideolojik yönü ağır basan kutuplaşmasından farklı bir çatışma sözkonusu. Sovyetler’den farklı olarak Çin, ekonomik düzeniyle liberal serbest piyasa rejimine entegre iken, sosyo-kültürel düzeniyle liberal Batı demokrasilerinden farklı, totaliter bir rejimi temsil ediyor. İçeride Trump, dışarıda Rusya ve Çin karşısında liberal demokratik değerlerin, kendi deyimiyle “medeni” dünyanın temsilcisi olduğunu öne süren Joe Biden hükümeti ise Modi veya Muhammed bin Salman gibi despotlarla konjonktürel çıkarlara dayalı ittifaklar yapabiliyor. Bloklaşmaların ilkeler, değerler, kurallardan ziyade askeri-ekonomik çıkarlara, jeopolitik hesaplara, nükleer silahlanma yarışına dayandığı; Ukrayna, Ortadoğu ve Afrika’da vekalet savaşlarının yürütüldüğü tehlikeli bir küresel gidişat görülüyor.

Karabağ, Uygur, Filistin, Suriye, Sudan gibi kangren halini almış sorunlar da 2024’e devrederken, sadece Sudan’daki iç savaşta beş ayda dokuz bin sivilin öldürüldüğünü; Burkina Faso, Mali, Nijer gibi Sahel ülkelerinde süren silahlı çatışmalarla milyonlarca insanın yer değiştirmek zorunda kaldığını ve bu ülkelerde darbelerle iktidara gelenlerin eski kolonyal güç Fransa ile askeri savunma anlaşmalarını bozarken Rusya’nın askeri desteğini kabul etmeye başladıklarını; Myanmar’daki askeri darbenin ardından ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığını ve azınlık ulusların silahlı güçlerinin askeri yönetime karşı ortak silahlı direnişe başladıklarını hatırlatalım. İnsani yardım ve müdahale mekanizmalarının gitgide etkisiz kaldığı; ülke ve coğrafya ayırt etmeden insan haklarını koruma bilincine sahip yeni bir uluslararası düzenin kurumlarının henüz ufukta görünmediği bir dönüm noktasındayız. “Global Güney’in” benimsediği çok merkezli uluslararası sistem projesi şimdilik otoriter-otokratik rejimlerin evrensel insan hakları ilkelerini “yerli ve milli” değerler adına reddettikleri bir anti-demokrasi cephesine dönüşüyor. Emperyal güçler ve onların alt üstlenicileri arasındaki antagonistik işbirliğinin, yani karşıt güçlerin zaman ve mekâna göre hızla değişen, aralarındaki çatışmalar devam etse de tahakküm sistemlerinin özünü korumaya dayanan işbirliklerinin merkezde olduğu bir “düzensiz düzen” yerleşiyor. Birçok alanda çatışan güçler, başka alanlarda yan yana gelirken, çatışan güçlerin arasındaki finansal ve ticari ilişkiler aynı hızla devam edebiliyor.

Latin Amerika’da Brezilya, Şili ve Kolombiya gibi ülkelerde merkez-sol koalisyonların adayları aşırı sağ veya muhafazakâr başkanları seçimlerde yenmeyi başarsa da, parlamentoda çoğunluğa sahip olamadıkları için vaatlerini pek azını hayata geçirebiliyor. Bu da seçmenlerin hayal kırıklığıyla sandığa küsmelerine yol açabiliyor. Diğer yandan Arjantin’de Peroncu solun ülkeyi sürüklediği büyük iktisadi krize tepki, anarko-kapitalist sıfatını benimsemiş bir azgın neoliberal figürün başkanlık seçimini kazanmasıyla sonuçlandı. Şili’de 2022’de başarısızlıkla sonuçlanan anayasa referandumunun ardından, 2023 sonunda yapılan ikinci anayasa referandumunda da seçmenler değişimi reddettiler. Böylece üç yüzden fazla maddeden oluşan çevreci, çokkültürlü, çokuluslu, feminist haklar kataloguna dönüşmüş anayasa tasarısı reddedildikten bir yıl sonra, bunun tam tersi bir muhafazakâr anayasa tasarısı da seçmen çoğunluğu tarafından reddedildi. Devleti yalnızca özel sektörün yapamadığı işleri yapmakla görevlendiren, bunu “ikincil devlet” (estado subsidiario) kavramıyla ifade eden ve sosyal devletin varlığını engelleyen Pinochet anayasası yürürlükte kalmaya devam edecek. Şili’de 2019’da ortaya çıkab büyük toplumsal muhalefet dalgasının ardından, her sivil toplum hareketinin sadece kendi gündemine odaklandığı bir anayasa hazırlama sürecinden ötürü Pinochet döneminin ayakbağlarından tamamıyla kurtulma beklentisi boşa çıktı.

Latin Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde son yıllarda giderek daha fazla gözlemlenen üç başat olgunun, önümüzdeki kısa dönemde daha da yaygınlaşıp siyasi gelişmelere damgasını vurması güçlü bir ihtimal. Bu üç olgu arasında önde geleni, iktidarda her kim olursa olsun bir sonraki seçimde seçmen çoğunluğunun “hepsi def olsun!” tepkisiyle karşılaşması. İspanyolca’da “degagismo” bu popüler seçmen eğilimini ifade ediyor. Diğer iki olgudan biri, ilerici temalarla iktidar olan hükümetlerin çoğu yerde meclis çoğunluğuna sahip olamamaları ve son derece heterojen koalisyonlara dayanmaları; ikincisi ise göçmen karşıtlığı ve güvenlikçi beklentilerin hakim olduğu bir ortamda aşırı sağ hareketlerin toplumsal tabanlarını genişletip konsolide etmeleri.

Reel-sosyalizm deneyiminin hüsranla sonuçlanmasından otuz küsur yıl sonra dünyanın birçok yerinde emekçi ve ezilen halkların sağa kayışı sürüyor. 2023’te atılım yapan yapay zeka teknolojisinin çalışma hayatına adeta geometrik bir hızla entegre olmasıyla, ekonomide ve farklı mesleklerde büyük bir altüst oluşun yaşanması ve emekçiler arasındaki güvencesizlik hissinin daha da derinleşmesi muhtemeldir. Göçmen/yabancı karşıtlığı, bu güvencesizlik algısının yoğunlaştığı mesele olarak, bir tür genel sağduyuya hitap ederek kendini kolayca ifade etme imkânı buluyor. Güvencesizlik hissi, “otoriter baba/ana figürü”nü temsil eden siyasi liderlere yönelişi tetiklerken, ideoloji-kültür alanında ırkçılık, yabancı ve göçmen düşmanlığının yanısıra, seksizmin, muhafazakâr aile ve cinsiyet değerlerinin, komplocu açıklamaların el üstünde tutulduğu bir söylem toplumsal tahayyülü işgal ediyor. Çevre ve iklim krizinin insani faaliyetlerden kaynaklandığını reddeden, bunun bir “solcu/komünist yalanı” olduğuna inanan, aşı karşıtlığından kürtaj karşıtlığına kadar “elit hükümranlığına” isyan eden toplumsal dalga, diğer yandan kapitalizmle uyumlu popülist, otoriter ve ulusalcı bir güçlü devlet talep etmekten geri kalmıyor. Bu siyasal-toplumsal tahayyülün baskın olduğu Türkiye gibi ülkelerde yüksek enflasyon, hayat pahalılığı gibi ekonomik sorunlar karşısında devlet aygıtının klientalist/himayeci ağları harekete geçirilerek kitleler çaresizliğe, edilgenliğe, sadaka ekonomisine alıştırılıyor. İnfial yorgunluğundan mustarip olan ve demokratik ilkeler açısından kendi içinde tutarsızlıklar yaşayan muhalif hareketlerin enerjisi günbegün azalıyor.

2024’te Nazizm ve Stalinizm’in düşman kardeş-türevlerinin insanlık değerlerini yok etmesi ve kapitalist sistemin toplumsal yaşamın en mahrem alanlarına kendi değer ve kurallarını giderek hakim kılması, bireyin mutlaklaştırılıp insanın toplumsuzlaştırılması karşısında “özgür, eşitlikçi ve saygın (decent) bir toplum” kurma emelini vaktiyle dile getiren Orwell’in işaret ettiği yönde, tikel ve evrenselin yaratıcı diyalektiğini harekete geçirerek verilecek mücadele, parçalı bölüklü savaşların dünyada yaygınlaştığı ve yerleştiği, bağnazlığın, varoluşsal korkuların ve tahakküm arzularının hakim olduğu günümüzde kendi özgün ve etkili yolunu yeniden bulabilecek mi? Ya da sağ ve aşırı sağ karması hayalet, insanın insanî olan her şeyi yok etmesini destekleyerek, dünyanın kabusu olmayı sürdürecek mi?