Yüz Yıldır Sindirilememiş Bir Rejim: Cumhuriyet’in Sorunu Ne?

Önce şu konuyu netleştirelim: Cumhuriyet nedir?

Monarşist olmayan rejimdir. İster ülke, özgürlükten yıkılsın ister sokaklarında insanlar yakılsın durum budur. İktidarın soykütüğüne bağlı olmadığı, kan bağının, akrabalığın yönetmek için gerek ve yeter şart olmadığı bir rejim; ister sokaklarda çamaşır asar gibi insanların dar ağaçlarında sallandırıldığı İran olsun, ister kadınların erkek kadar insan sıfatını haiz kabul edilmediği fundamentalist Taliban Afganistan’ı olsun, ister bir zamanlar kaldırımlarında aynı renkten iki insanı yürütmeyen ırkçı Güney Afrika olsun, ister soykırım fabrikaları inşa eden Nazi Almanya’sı olsun hepsi cumhuriyettir. Cumhuriyet, ne özgürlük demektir ne insan hakları ne de adalet. Dolayısıyla Cumhuriyet ve demokrasi birbiri için olmazsa olmaz değildir. Kral/kraliçe yoksa Cumhuriyet vardır: Nokta.

İyi ama farklı algı neden? Bu kadar insan yanılmış olabilir mi?

Evet. Yanılıyorlar. Lakin mazur görülebilecek bir yanılgı bu. Tarihe bakıp heyecanlanıyor ve yanılıyorlar. Siyasal değişimler halk adı verilen kalabalıkları işe katmadan gerçekleşmez. Çoğunluk demiyorum çünkü “çoğunlukla” devrimler toplumun çok olan kesimi tarafından yapılmaz. Yönetim merkezine ve silaha yakın ise sınırlı bir kalabalık da sonuç alıcı olabilir. Bu arada halkın geri kalanının tarafsız ya da hareketsiz kalması mühim. Konumuz bu değil. Adına halk denen ve cari rejimin iktisadi, siyasi, dinî baskısından ve herhalde gündelik hayatına burnunu sokma hususundaki zorbalıklarından illallah getiren çok sayıda insan rejim karşıtı bir siyaseti destekler ve desteğini mesela bizim “Sivil Atatürkçüler” gibi şov yapma noktasından çıkarıp kucaklayıcı siyasi talepleri bularak siyasete müdahil olursa bunun karşılığı 1789, 1908, 1917 devrimleri olarak tarih sahnesinde yerini alır. Doğal olarak mevcut rejimin baskısına karşı gelenler eskisinden daha özgür, daha eşit, daha adil, daha kolektif (Hürriyet-Müsavat-Uhuvvet) bir siyasi program ileri sürerler. Bu anlamda talepler anlamında geçmişten ileride, bu nedenle sol ve devrimci, çelişkiler ne denli keskinse o denli özgürlükçüdür. Eski rejimler 20. yüzyıla kadar monarşilerden oluşuyor ve son iki asrın devrimleri genel olarak monarşilere karşı icra ediliyordu.

Önceki asırlarda da monarka karşı diğer kral adaylarının isyanı oldu. Onlar da arkalarına halk desteğini aldılar ya da alamadılar. Vaatleri herhalde eskisine göre daha adildi. Ancak Cumhuriyet radikal bir tutumla soyağacını yıkıp geçerek eskisine göre daha özgürlükçü bir ideoloji oldu. Tarih böyle seyredince cumhuriyeti Fransız Devrimi’nin kutsal seküler teslisi ile taçlandırmak da bir gelenek oldu. Lakin hakikat böyle değil. İki sebeple böyle değil.

İlki, Antik Roma da bir dönem cumhuriyet ile yönetildi. En temel niteliğiyle akrabalık bağının devletin başı olmak için şart olmadığı bir rejimle yani. Ayrıca meşhur Oliver Cromwell 1648 Devrimi ile İngiltere’yi kral sıfatı olmadan 17. asrın ilk bölümünde yönetti. Artık nasıl berbat bir diktatöre dönüştüyse İngiltere’nin tek devriminin önderinden sonra ülkede bir daha cumhuriyeti kimse ağzına almadı. Kısaca modern çağın kavramları olmadan da Cumhuriyet rejimi tarihte yer aldı. Siyasal kavgalar, iç savaşlar ve toplumsal hak mücadelesi eşliğinde tabii. Bu ilk madde.

İkincisi ise şu: Modern devrimler çağında yeni rejim inşa edilirken bu üçlemenin içeriği kurucu babalar tarafından farklı ve işlerine geldiği gibi, yani iktidarlarını tahkim edecek şekilde dolduruldu. Sonrasında Cumhuriyetler bu teslis üzerinden değil, Monark’ın olmadığı bir yönetim şekli olarak her biri farklı özelliklerde şekillendi. Sovyetler Birliği proletarya diktatörlüğü teorisi üzerinden Leninist bir cumhuriyet inşa ederken Weimer’ın liberal cumhuriyetinin ertesinde ırkçı bir cumhuriyet ortaya çıktı Nazi Almanyası’nda. Tarihin en eski monarşisi Pehlevi Hanedanlığı’nı yıkan Humeyni ve yandaşları İslâm etiketli bir cumhuriyet kurdu. Bu rejimde de soykütüğü devrilmiş ancak ilahi etiketli lider makamları ve seçimler üzerinden bir Cumhuriyet üretilmişti. Artık gençlerin hatırlamadığı Mareşal unvanlı İdi Amin darbeci bir askerdi. Hayat hikâyesini Nazi seviyesinde bir vahşetle süslerken ülkesi halâ bir cumhuriyetti. Yanlış anlama olmasın. Darbeler ile kesintiyle uğrayan bir rejimden söz etmiyoruz. Mesela Türkiye’de 80 Cuntası seçimlere geri dönmeseydi de ülke cumhuriyet olmaya devam edecekti.  Özetleyelim: Diktatörlükler cumhuriyettir. Bu Yüce Sezar’dan beri böyledir. Özgürlük, cumhuriyetin mütemmim cüzü değildir.[1]

Peki Cumhuriyet, önceki rejimlere göre değerli mi?

Yönetici adaylarını doğuştan sınırlamadığı için evet, haklar bağlamında daha iyi bir siyasal kurum. İktidarın akrabalık bağından kurtulması, Siyasal Tarih kronolojisinde de destekleniyor. Eğilim bu. Arka planı ne olursa olsun tarih, hanedanların düşüşünü yazıyor. Lakin aynı tarih monark olmadığı halde kraldan çok daha beter yetkilerle donatılmış Cumhuriyetçi diktatörlerin hikâyelerini de bize okutmaktan geri durmuyor (meşruti monarşileri, yani bugünün Britanya Hollanda ya da 1876-1908  Osmanlı  rejimlerinin seçilmiş meclisleri olması hasebiyle Monarşi, yani Mutlakıyet olmadıklarını buraya not düşelim). Cumhuriyet’in tarihte öne çıkması, egemen sınıfların daha kolay yönetmek için bir “numarası” olabilir mi?  Tıpkı toprak köleliğinin efendilere artık yük haline gelmesi nedeniyle serfliğin tasfiyesinin aynı zamanda köle sahipleri tarafından desteklenmesi gibi! 1789’da Kral, burjuvaziye bu kadar direnmese ve siyasal iktidarı bu yeni sınıf ile paylaşmayı kabul etse belki bu kadar kırmızı bir devrim olmayacaktı. Yani bazen ezilenlerin mücadeleyle talep ettiği haklar, onlara karşı gibi görünenlerin de işine yarıyor olabilir. Ne olursa olsun Habsburg, Romanov, Osmanlı ya da bilmem ne soyadını taşıdığı için iktidarın doğal sahibi olmak iddiası, son üç yüz yılın değerler sisteminde artık yok!

Amaç tahtın tasfiyesi ise 1923 Cumhuriyeti’nin sorunu ne peki? Neden bir asır sonra Cumhuriyet halen sindirilememiş yemek gibi bir şey, Türkiye yurttaşlarının en az yarısı için?

Monarşi talep eden ne bir parti ne bir ideoloji ne bir entelektüel olduğu halde neden Cumhuriyet’le halk arasında bir soğukluk var gibi görünüyor ülkede? Türkiye ulus-devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi ve devamıdır. Sadece Mülkiye, Tıbbiye, Harbiye gibi okulların değil, mesela Polis ve Jandarma teşkilatları gibi devlet kolluk kuvvetlerinin ya da Tapu Kadastro gibi birtakım hizmetlerin veya Ziraat Bankası gibi finansal kurumların kuruluş tarihi de resmen Osmanlı’ya dayandırılır. Devamlılık devlet nezdinde de meşrudur. Resmî tarihte Kurtuluş Savaşı olarak isimlendirilen 1919-1922 Mücadele Süreci; Büyük Savaş’ta yenilmiş Mihver Devlet olarak Müttefik Devletlerin işgaline uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu durumdan kurtarılması için verilen bir savaştır. İlk hedef mağlup bitirilmiş bu savaştan mevcut devletin daha fazla kayıp vermeden çıkarılması ve Meclis-i Mebusan’ın onaylamadığı Sevr Barışı’nın ilgasıdır. Yani Cumhuriyet’i ilan eden meclis Osmanlı Devleti’ni ve monarkı kurtarmak amacıyla kurulmuştur. Tüm kadrolar Osmanlı yurttaşıdır ve devlet ile ilişkilidir. Osmanlı Devleti’ne isyan etmek üzere tesis edilmemiştir. Zaman içinde süreç buna evrilmiş, İstanbul ve Ankara ikili iktidar haline gelmiş ve ikilik; süreci zaferle sonlandıran tarafça ortadan kaldırılarak Ankara Hükümeti mevcut devletin resmî temsilcisi sıfatını kazanmıştır. Hikâye böyle olmakla birlikte resmî tarih tezi çok başka bir anlatıya odaklanır. Meclis-i Mebusan, yani Osmanlı Millet Meclisi, 1876 Anayasası’na göre ihdas edilmiş, ilk toplantısını 31 Mart 1877’de yapmış, İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilmesinden sonra Meclis’te protestoların yükselmesi üzerine İşgal kuvvetlerinin baskısı ve padişahın emri ile 11 Nisan 1920’de anayasal suç işlenerek kapatılmıştır. Anayasal suçtur çünkü Osmanlı monarkının böyle bir yetkisi yoktur.

Kesintili de olsa kırk dört yıllık bir Meclis ve araya gerçek bir devrim sıkıştıran Osmanlı parlamenter siyasi tarihi, Kemalizm tarafından silinmiş; “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet”, “Jön Türk” gibi dünya siyasi literatürüne Osmanlı katkısı es geçilmiş; tüm bu yaşananlar sanki bir başka coğrafyanın antik mitolojisi gibi belletilmiştir. Bugünün Olmasaydın Olmazdık sloganı işte bu tedrisatın sonucu. Cumhuriyet’in birinci asır sokak kutlamalarına yansıyan ruh, 1923 öncesinin taş devrinden hallice olduğuna dair inançla kendini besliyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün temsil ettiği değerlerin ne anlama geldiğine sonra değinilecek lakin bugünkü bir kısım Cumhuriyet neslinin, 1908 Meşrutiyet Devrimi’ndeki Osmanlı büyük anne ve büyük babalarını padişahın kulu kölesi sanıyor olmasındaki bilgisizlik bir asırlık tedrisatın trajik sonucundan başka bir şey değil. Nereden geldiklerini bilmiyorlar. Köksüz olduklarını düşünüyor ve kurucu lideri de böyle hayal ediyorlar. Çölde yetişen tek ağaç! Trajedi budur. Aynı neslin bir diğer kısmı ise yine Meşrutiyet Çağı’nı es geçerek Abdülhamit dönemine odaklanıyor. İttihat Terakki karşıtlığı, Batı modernleşmesi karşıtlığı ile örtüşünce bir yandan Kemalist ulus-devletin cumhuriyet rejimine uygun dizayn edilmiş yurttaş tipi olarak var olurken öte yanda popüler dizilerdeki bugünün ideolojik ihtiyaçlarına göre uydurulmuş tarihî olaylar üzerinden bir başka mitolojiyi yaşıyor. Yarılmış bilinç, Cumhuriyet nesilleri için kronik bir hayat biçimidir. 

23 Cumhuriyeti neden bildik cumhuriyetlerden farklı? Çünkü bildik yakın çağ hikâyelerinde zalim kralı, halk devirir, kesik kafasını bir sırığa geçirip kale burcuna asar. En azından bu hikâyelerin en görkemlisi Fransız Devrimi’nde Yurttaş Louis Capet, yani XVI. Louis’e bu son uygun görüldü. Ancak 1923’te olan böyle değil. Cumhuriyet, meydanlarda, sabırsızlıkla açıklamayı bekleyen halkın sevinç çığlıkları arasında ilan edilmiyor. Oysa 1908 Devrimi’nde yaşanan tam da buydu. Herkes sokaklarda hürriyet diye bağırıyordu. Cumhuriyet’te bir emrivaki tercih edildi. Bir sürpriz. O kadar sürpriz ki Meclis’in kabulü 20.30; Mustafa Kemal’in Reis-i Cumhur seçilmesi 20.45’te gerçekleşiyor. O sırada kimse sokaklarda nümayiş için beklemiyor. Çünkü süreç, bir gün evvel bir akşam yemeği tertibi olarak örgütleniyor. Öncesinde büyük şehirler ne tartışma ve gösterilerle sarsılıyor ne de Cumhuriyet’e dair hararetli makaleler, gazete köşelerinden taşıyor. Henüz savaş kazanmış ülkede rejim belirsizliği olduğu muhakkak. Lakin ne olacağına ilişkin çoğunluğun mutabık kaldığı bir görüş de yok. O nedenle 29 Ekim’de Meclis’te Yaşasın Cumhuriyet haykırışları telgraf ile ilgili ülkenin dört bir yanına gece yarısı iletildiğinde ne bu tartışmalardan ne ilan edileceğine dair ön bilgiden bihaber bürokrat ve vekillerin şaşkınlığını tahmin etmek zor değil. O kadar kimsenin haberi yok ki mesela Nutuk’ta yerden yere vurulan Hamidiye Kahramanı ve günün Millet Meclisi İkinci Başkanı Rauf Orbay da bilmiyor. Meclis ikinci başkanı bilmiyorsa sahi kim biliyor olabilir ki? Yine o sırada Trabzon’da bulunan meclisin etkili isimlerinden Kâzım Karabekir de ve mesela Karabekir’in “Haberin var mı?” diye sorduğu Erzurum valisi de bilmiyor. 29 Ekim gecesi top atışları yapıldığında İstanbul’un yeniden işgale uğradığını sanan bir kısım ahalinin yollara düştüğü de tarihe kaydedilmiş. Her yeni rejimin muhalifleri vardır. Ankara Meclisi’nin de elbette. 1792 Fransa’sında cumhuriyet karşıtı yüz binlerin olduğu malum, lakin devrimi yapan mecliste böyle bir kararı kafa göz yararcasına tartışmadan, kurulacak şeyin ne olduğuna dair her aza aklında ne varsa dökmeden Cumhuriyet’in ilan edilebileceğini düşünmek de tuhaf. Dönemin ruhuna aykırı. Hele meclisten saklamak ve bir parlamenter darbe gibi hükümet bunalımı çıkarıp buradan açılan yolla rejimi değiştirmek pek akıl kârı değil. Ancak 1923’te olan budur. Evet, tarihin çok hızlı aktığı yıllar, aylar, hatta günler var. O dönem böyle evet. Rejim üzerine de konuşulup yazılıyor elbette. Nitekim Mustafa Kemal bir Fransız gazetesine rejimin cumhuriyet olacağına dair fikrini eylül ayında açıklıyor. Lakin ortada bir meclis olduğuna, meclis seçimle geldiğine, savaş koşullarında mevcut hükümete bayrak açmış vekillerden oluşan Kurucu Meclis olduğuna göre böyle tarihî bir kararın yangından mal kaçırır gibi alınması inanılır gibi değil. Lakin olan budur. Cumhuriyet ancak bir hükümet bunalımı çıkartılarak ilan edilmiştir. Bunu Mustafa Kemal, Nutuk’ta bizzat söyler:

Meclisi aldatmaya çalışan tutkulu grup (üyeleri y.n.) … hükümet kurmayı başaramazlarsa ortaya çıkacak düzensizlik, doğallıkla Meclisi uyarmaya yarayacaktı. Bunalımın ve düzensizliğin sürdürülmesi uygun görülemeyeceğinden, işte o zaman, işe el koyarak tasarladığım şeyi ortaya atıp sorunu kökünden çözebileceğimi düşünmüştüm.[2]

Daha önemli iki nokta var.

Birincisi 1921 Anayasası’nın ilk maddesinin açıkça halkın egemenliğini tanıyor olması: “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Madde açıkça bir cumhuriyet rejiminden söz ediyor. Ne kral ne hanedan ne aristokrasi. Soya ilişkin tek bir vurgu yok. İkinci maddeye bakalım: İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.” Gayet net: Millet kendini bilfiil ve bizzat ancak Büyük Millet Meclisi aracılığıyla yönetir. Meclis de seçimle belirlenir. 29 Ekim 1923’te 1921 Anayasası’nın bazı maddeleri değişti ve ilaveler yapıldı. Zaten 1 Kasım 1922’de Saltanat lağvedilmişti. Aslında iş rejimin sadece adını koymaya kalmıştı. Öyleyse neden sadece Mustafa Kemal dahil sekiz kişilik o akşam yemeğinde, gizli bir komita toplantı kararı gibi o tarihî söz söylendi: “Yarın cumhuriyet ilan edeceğiz.” Bir gün sonra önce Meclis’te vekiller heyetinin seçilmemesi için plan uygulamaya konuyor. Sonrasında bunalımının aşılması için Fırka Başkanı Mustafa Kemal göreve çağrılıyor ve Mustafa Kemal bir saat süre isteyip sonra Halk Fırkası Grubu’na Anayasa değişikliği önergesini sunuyor ve uzun tartışmalardan sonra değişiklik önergesi itirazlara rağmen kabul ediliyor. Peki, kim neye itiraz ediyor? Öncelikle hükümet bunalımını aşmak için Cumhuriyet ilanına gerek olmadığı, aciliyetin hükümet sisteminin değiştirilmesine dair olduğu söyleniyor. Ayrıca bu tartışmanın yerinin Fırka Grubu değil, asıl Meclis olduğu da! Nutuk, bu itiraz sahiplerini üstü kapalı müstakbel rejime karşı olmakla itham ediyor. Oysa aynı kişiler eğer Cumhuriyet karşıtı ise 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesiyle de çelişki içinde olmaları gerek. Cumhuriyet, iktidarın irsiyet ile bağını koparmaksa o zaten yapılmış üç yıl önce.

O halde gerçek sebep ne ola ki? Harp kazanmış meclisin vekilleri arasında kalplerinde hanedan ateşi yananlar mı mevcut? Belki doğduğu imparatorluğun cesametini hayalinde yaşatanlar vardı. Belki halifelik kurumunu mukaddes bilen birileri de. Lakin çoğunluk için sebep bu değildi. Korkuyorlardı. İttihat Terakki triumviratusunun hayaletinden korkuyorlardı.  Cumhuriyet’in ilanı değil, bir Cumhur reisin seçilmesi ve Cumhuriyet rejimi üzerinden Reis-i Cumhur’un diktatörleşme ihtimaliydi korktukları. Nutuk’ta sayfalarca yerden yere vurulan Rauf Bey’in neden böyle düşündüğüne ilişkin Mustafa Kemal şunu açıkça yazıyor ve -hadi yazalım- o meşhur klişe ile tarihe not düşüyor:

Baylar, Rauf Bey’in düşünce ve görüşlerini saptayan sözler üzerinde durmak isterim. Rauf Bey yetkileri sınırsız ve koşulsuz olan Millet Meclisini de dağıtabilen tek kişi egemenliğinden yana değildir. Rauf Bey öyle bir hükümet biçimi istiyor ki Millet Meclisi Kurucu Meclis niteliğinde olsun ve ulusal egemenliği sınırsız ve koşulsuz yürütsün… Rauf Bey demek istiyor ki Cumhuriyet ilanından önceki biçim en uygun hükümet biçimidir. Gerçekten Rauf Bey’in uzun sözlerle anlatmaya çalıştığı Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi’nce yönetilir ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşır. Bilirsiniz ki bu anayasaya göre Meclis Başkanı Meclis adına imza atmaya yetkilidir ve Bakanlar Kurulu’nun doğal başkanıdır ama devletin başkanı olduğuna dair açık bir söz ve yasa buyruğu yoktur… Buna göre en doğru gördüğü hükümet biçiminde halifeyi devlet başkanı olarak gördüğü kuşku götürmez.[3]

Asırlık rejim tarihi boyunca muhalefeti üç başlık altında sınıflayarak kriminalize etti: Şeriat, Komünizm ve Ayrılıkçılık. Bu tehdit algısı hayalî olmayabilir ancak ülkedeki muhalefeti kökten ezmek ve en basit demokratik bir talebi zorbalıkla biçmek için bu itham seti, standart siyasi polis prosedürü olarak düzenlendi. Cumhuriyet, neden yüz yıl sonra bile sindirilememiş bir rejimdir sorusunun cevabını burada bulabiliriz. Gerçekte demokrat bir rejim talep eden dönemin Milli Mücadele kahramanlarının halife, saltanat ve şeriat yanlısı olarak mahkûm edilerek siyasal alanın terörize edilmesi ve henüz kuruluş aşamasında muhalefetin ezilmesi cevaplardan birisidir. Tek parti döneminde olsun darbeyle kurulan ara rejimlerde ve çeyrek asırlık Siyasal İslâm iktidarında olsun Takrir-i Sükûn için otoriter rejimin müesses nizam haline gelmesi bir başka cevaptır. Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir, Ahmet Adnan Adıvar ve diğerleri Cumhuriyet’in ilan şeklini ihtimal İttihat ve Terakki’nin Babıali Baskını gibi gördüler ve geleceğe dair endişelendiler. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın halifeyi Cumhuriyet rejimini yıkmak amacıyla kullanacakları ithamı bir asırdır resmî devlet tezi. Devlet başkanı sıfatıyla Cumhuriyet’in başında bir halife yer alması fikri bugün tuhaf ve absürt gelebilir. O dönem içinse güçlü bir siyasi figür yerine simgesel yetkilerle donatılmış bir devlet başkanı ve onun karşısında tüm yetkiye sahip bir meclis rejimi; İttihat ve Terakki felaketini yaşamış kurucu kadrolara daha emniyetli gelmiş olmalı ki Rauf Bey, diktatörlük riskini açıkça dile getiriyor. 1927 yılında, Nutuk'un okunduğu dönemde Meclis sıralarında bir tane bile muhalif vekilin kalmamış olması korkulanın başa geldiğini gösteriyor.

Şimdi sıra, daha önemli olan ikinci noktada.

Modern Türkiye tarihinde Kürt meselesinin dramatik başlangıç tarihi 29 Ekim 1923’tür. Bu idrak edilirse Kürt şehirlerinin hükümet konakları önünden geçen cumhuriyet caddelerine halkın neden mecburiyet dediği daha iyi anlaşılabilir. Oysa 29 Ekim’e giden yolu inşa eden, -Prof. Mehmet Alkan’ın dediği gibi- Türk-Kürt İttifakıdır ve bu ittifak, kurucu anayasaya muhtariyet üzerinden kaydedilmiştir:

Madde 11: Vilâyet, mahallî umurda mânevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dâhili siyaset, şer'i, adlî ve askerî umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükümetin umumi tekâlifi ve menafii birden ziyade vilâyata şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vazedilecek kavanin mucibınce Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafıa ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dâhilindedir. Madde 12: Vilâyet şûraları vilâyetler halkınca müntahap âzadan mürekkeptir. Vilâyet şûralarının içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır.

Bugün, bölgelere özerk statü veren ve özerk meclislerle bu bölgelerin yönetilmesini savunan kim olursa bölücülük ithamıyla kürek cezası alması an meselesidir. Oysa bir zamanlar anayasa maddesiydi bu ülkenin. Peki, 29 Ekim 1923’te ne oldu? Söz konusu 10, 11 ve 12. maddeler ilga edilerek yerine Cumhur reisliği makamını ihdas eden maddeler ikame edildi ve bu arada ilga edilen özerklik maddelerine ilişkin Meclis’te ne bir itiraz şerhi düşüldü ne de bir başka kanun teklifine rastlandı. İşin enteresan yanı Nutuk’ta uzun uzun bu süreci anlatırken Mustafa Kemal bir kez olsun Kürtlerin adını anmaz ve muhtariyete ilişkin bir cümle kurmaz. Diğer enteresan husus ise tam da bu nedenle muhtariyet maddelerine ilişkin tarih öğretiminin de silinmesi. Bugün yurttaşların neredeyse tamamı bu maddelerden habersiz. 29 Ekim 1923’te akşam 20.30’da Cumhuriyet’in ilan edildiği akşam Meclis’te ilga edilen muhtariyet maddelerine çekince koyacak tek bir Kürt vekilin olmaması 23 Nisan 1920’den sonra yapılan seçimle oluşan İkinci Meclis’in niteliği hakkında da fikir verebilir.

Cumhuriyet’in bir asır sonra Siyasal İslâmcı bir iktidarın gölgesinde devletin eksik ve isteksiz katılımı ancak bazı şehirlerde halkın bir bölümünün kendi iradesiyle ve coşkulu gösterilerle kutlamasının arka planında bu tarihsel bulanıklık yer alıyor. Aynı halkın büyükçe bir bölümü ise ilgisiz ve mesafeli. Kürtlerin durumu zaten kritik: Varlığını de jure yok sayan bir rejim. Görülen o ki değeri, halka sonradan empoze edilen bir rejimde ancak bu kadar oluyor. Üstelik Kemalist Cumhuriyet’in sol düşmanı politikaları ve bu politikaların NATO üyeliği üzerinden Soğuk Savaş sürecinde bir solcu kıyımı ile el yükseltmesi, Cumhuriyet kavramına en yakın ideolojik aksı kırınca rejim doğal müttefikinden de yoksun kaldı. Generallerin bin yıl sürecek dediği 28 Şubat post-modern darbe süreci bile Siyasal İslâm’ın hızını kesmeye yetmedi. Tarikat ve cemaatle rejimi sola karşı güçlendirmeyi umanlar için ne büyük bir stratejik hata. Bazen hata denilen politikalar öyle sonuçlara yol açıyor ki zarar gören çok daha güçlenmiş çıkabiliyor süreçten. Kendisinin bile öngöremediği sonuçlar. Resmî Kemalizm, Batı İttifakı’nın da desteğiyle Sosyalist kırmızıya karşı İslâm yeşiline meyledince Erdoğan’ın çeyrek asırlık iktidar yolu da açıldı. Ve enteresan şekilde Kemalizan Siyasal İslâm böyle biçimlendi. Kemalizm artık bu topraklarda çok daha güçlü. Çünkü İslâm fraksiyonu da mevcut. Üstelik İslâmcı kesimin bir bölümü Mustafa Kemal imgesini nefret nesnesine dönüştürdüğü halde.

Cumhuriyet neyi eksik bıraktı 29 Ekim’de? Eksik bıraktığı neydi ki bugün herkesin kafasında rejime dair sayısız soru işareti birbiriyle cenk ediyor? Militan Atatürkçüsünden bağnaz İslâmcısına herkesin aklında bir başka rejim tarifi ile birlikte! 

1923’te eksik bırakılan “Hürriyet”ti. 1908’in farkı da bu oldu. 23 Temmuz,[4] parlamentonun güçlendirilmesi ve monark otoritesinin sınırlandırılması için tartışmasız bir hürriyet talebiyle gelecekti. Cumhuriyet ise kuvvetler birliği üzerinden iktidarı elinde toplayacak bir Reislik makamı oluşturmak amacıyla ihdas edildi. İlan edenler, otoriter bir rejim inşa etmek istiyorlardı. Yargı ve yasamanın yürütmenin kontrolünde olduğu, seçimlerin seçmenin ve dolayısıyla milletin hür bir ortamda aday çıkarmak suretiyle yapılamadığı ya da seçilseler bile meclise girmelerine izin verilmediği bir rejim. Modernleşmenin sopası olacak bu Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren, otoriter bir gelenek yaratacaktı.

Türkiye’nin rejimi otoriter cumhuriyettir. Otoriterizm, rejimin rutinidir. Demokratik dönemler bir tür ara rejimdir. Yani istisna hali. İster Menderes DP’si olsun, ister Ecevit DSP’si ya da ister Kılıçdaroğlu CHP’si, hukukla kendini bağlı görmez. 1935 Tek Parti Diktatörlüğü yahut 2023 Seçimli Otoriterizmi olsun bu gerçek değişmez. Vekil Can Atalay’ın hâlâ cezaevinde tutulmasını hak ihlali kabul eden Anayasa Mahkemesi kararını uygulamak bir yana imzacı üyeler hakkında suç duyurusunda bulunan Yargıtay’ı cumhurbaşkanı baş danışmanı Mehmet Uçum, milli yargı ilan ederken ülkenin en yüksek mahkemesini de artık ne anlama geliyorsa neoliberal ve Batıcı ilan ediyordu. Çünkü AYM, iktidarın istediği kararı vermemişti. Dolayısıyla gayri millîydi. Peki, milli hukuk diye bir kategori yasalarda var mıydı? Yoktu elbette ancak bu kavram Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gizli madde olarak rejimin tüm anayasalarında mevcut. Uçum’un milli yargı tarifinden tam seksen sekiz yıl önce 1935 yılında Muğla Vekili Hüsnü Kitapçı, Tunceli Kanunu’na göre yerel mahkemelerin vereceği idam kararının Tunceli valisi tarafından onanarak infaz edilmesinin anayasaya aykırı olduğunu mecliste dile getirdiğinde Trabzon Vekili Raif Karadeniz “Terazinin bir kefesine devletin alî menfaatlerini, diğer kefeye anayasayı koyduk. Devletin ali menfaatleri ağır geldi,” diyecektir.  Yani 1935 yılında Dersim’de milli yargı anayasayı çiğneyerek yurttaşları asarken 2023’te bir vekile meclis yolunu açan en yüksek mahkeme bile yasaların güvencesinde olamıyor. Milli yargı devletin âli menfaatleri ve vatan söz konusu ise hukuk düzeni, kanunlar ve hak ve özgürlüklerin teferruat olması Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine içkin.

Kronik siyasi spazmın sebebi bu. Ve tüm bu güncel olaylar karşısında şok içinde kalan yurttaşın “halas çaresi” olarak Atatürkçülük’ten medet umarken sahiden nasıl bir rejimde yaşamak istediğini artık açıkça tarif etmesi gerekiyor. Otoriter döngüyü kırmak mı istiyor yoksa kendinden yana bir otoriter rejim mi tercihi? Çocuklarına layık gördüğü sahi tam olarak ne?

Yazıda değinilemedi ancak yazının dipnotuna yazmak gerekiyor: Meşrutiyet 1908’inde Osmanlı Anadolu’su, gayrimüslim halkların ülkesiydi. Cumhuriyet 1923’ü bir etnik temizlik sonrasıdır. Bu temizliğin siyasi şiddeti Cumhuriyet’i şekillendirecektir.

İlk bölüm burada bitiyor. İkinci bölümde Sivil Atatürkçülük mümkün mü sorusuna cevap aranılacak ve cari Kemalizm ve kitlesiyle demokratik bir yol inşa etmek imkânları üzerine tartışılacak.


[1] Prof. Dr. Kemal Gözler’in Cumhuriyet ve Monarşi’yi karşılaştırdığı yazı Fransa’da Cumhuriyet’in neden özgürlük ve demokrasi ile özdeşleştirdiği üzerine değerli bilgiler sunuyor.  Fransızların Cumhuriyet’ten ne anladığına dair sokak röportajı da kendi tarihlerini Cumhuriyet ideolojisinin bütününe adapte ettiklerine dair hatalı bakış açısından değerli.

[2] Mustafa Kemal Atatürk, Söylevİkinci Cilt, altıncı baskı, TDK Yayınları, s. 584.

[3] Mustafa Kemal Atatürk, Söylevİkinci Cilt, altıncı baskı, TDK Yayınları, s. 601.

[4] II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908’de ilan edildi.