“Biz” Duygusu, Adabımuaşeret ve “Üveyleşmiş Halk”

“Hayat karşısında benzer tavırları alanlar birbirlerini anlamakta zorlanmazlardı.”

Mario Levy

 

“Biz” duygusunun kökeni, neredeyse ulus-devletin tarihiyle yaşıttır. Kamucu, merkeziyetçi, bütüncül bir kafanın ürünüdür. Kavram, mahiyeti gereği toplumsala duygusal bağlanışa ilaveten, tarihsel ve politik bir kenetlenmeyi ihtiva eder. Bu minvalde aidiyet veya yer-yurt duygusuyla da akraba olduğu söylenebilir pekâlâ. Kurucu Cumhuriyet ideolojisinin Osmanlı’dan tevarüs etmiş bakiyeden hareketle, Kemalizm ve Sünni İslâm ülküsü üzerinden tesis etmeye çalıştığı ulusal bütünün ereği de buydu özünde: yeni, konsantre bir biz duygusu veya bilinci yaratmak. Kuşkusuz bu politik idealin, daha işin başında toplumsal ve tarihsel gerçeklere kısa devre yaptırarak, hedeflenen bütüne sakıncalı bulup muhtelif uygulamalarla kadraj dışına ittikleri de cümle âlemin malûmu. Barındırdığı tüm sorunlara karşın söz konusu ulusal bilinç inşasının -80’li yıllardan itibaren ivmesi gitgide hızlanan küreselleşme sürecinin etkileriyle birlikte düşünüldüğünde- görece başarılı olduğu söylenebilir. Milliyetçi politikaların temerküz etmiş basıncıyla uzlaşmaz kimi farklılıkları bir arada tutmayı ve böylelikle toplumsal sıvayı oluşturmayı amaçlayan bu girişimde, toprak ve kan temelli kimlik tanımlamalarının gördüğü işlevi de unutmamak gerek tabii. Gelgelelim, son yılların toplumsal manzarasına bakıldığında, ülkedeki sağ-muhafazakâr hükümetlerin iyi kötü işlerliği olan bir “biz” duygusunu da aşındırdığını, tıpkı “eski”sinin yerini alan “yeni Türkiye” söyleminde olduğu gibi, mevcut “biz”den birbirine karşıt iki farklı çoğul kişilik zamiri türettiğini söylemek mümkün. Hiç şüphesiz, söz konusu çatallaşmayı yaratan da “biz” duygusunu hâkim kılacak ölçüde kapsayıcı bir dilin ve yapıcı politikaların üretilememesi. Başka bir deyişle, gelinen noktada, iktidarın “biz” dediğiyle, muhalefetin “biz” dediği aynı kimseler değil. Dolayısıyla, söz konusu toplumsal ayrışmada, gerek iktidar gerekse muhalefet olsun, bir tarafın duyuş, düşünüş, davranış ve yaşam tarzı bakımından kendisinden farklı gördüğü çevrelerin “biz” duygusu nazarında bir karşılığı yok.

Nurdan Gürbilek söz konusu bölünmüşlüğü son kitabı Örme Biçimleri’nde yazar Latife Tekin’e atfen “üveyleşmiş halk” terkibiyle dile getirerek şöyle soruyordu: “Bugünün üveyleşmiş halkını, her parçasının diğerinin üveyi olduğu bir halkı bütünüyle görünmeden önce 2020’lerin başında Türkçede ilk yakalayan kişi Menves City’le Latife Tekin olabilir mi?”[1] Türkiye’deki büyük şirket talanını bir mahkûmun bireysel öyküsü odağında belgeleyen bir romandı Manves City. Roman, art alanındaysa, değişen memleket algısını sorguluyor gibiydi. Halkın bir kesimi diğerine sağırlaşmış olunca, haliyle, memleketin de artık herkes için benzer bir anlama gelmesi pek olası değil. Bir yarısı öbür yarısından bihaber, dahası birbirine karşıt ve sımsıkı kapalı iki halkın, farklılığın korkusuyla yaşadığı bir toprak parçası memleket olabilir mi? Hadi memleket oldu diyelim, yurt olabilir mi? Biz duygusundaki çatlak, yalnızca edebiyatın değil, son yılların pek çok yerli filminin de konusu. Karanlık Gece, Kurak Günler, İki Şafak Arasında, Anons, Kerr; öncesinde Sonbahar, Çoğunluk, Tepenin Ardı, vb. Özellikle Emin Alper imzalı Kurak Günler (2022), kurulu düzenin siyasal ve ideolojik manzarasındaki çatlak ve çalkantıları gündelik yaşamın gerçekliğinden kopmadan, genelleşmiş nefreti yerel ve bölgesel partizanlığın çapaklı ufkuyla harmanlayıp, avlanmayı insan avıyla örtüştürerek, üstelik bu kez şiddetin volümünü daha da yükselterek “gaddar” bir incelikle anlatmıştı. Öykünün merkezî göstereni olan “obruk” metaforu da âdeta “biz” duygusunun tam göbeğinde açılmış uçurumu simgeliyordu; yakınlık, benzerlik, aşinalık, birlik, empati, vb. duygusal motifleri içine alıp yutan bir kara delikti sanki. Bölünmüş, parçalanmış, duyuş, düşünüş ve anlayış bakımından birbirinden çok uzağa düşmüş iki farklı ve birbirine karşı bilenmiş toplumsal duyarlığı vurgulamak için bundan daha güçlü bir mecaz seçilemezdi kuşkusuz.[2] Tamlık hissini ve zihnî/bünyevî sıhhati tıpatıp benzer olma koşuluna eşitleyen böylesi bir tasavvurda, film boyunca seyirciye en antipatik, en banal kesitleriyle birlikte takdim edilen yöresel partizanlar, psikiyatr Adam Phillips’in deyişiyle, “birbirlerine semptomlarıyla göz kulak olan”[3] kolektif bir suç ortaklığı düzeni içinden ses veriyorlardı.  

Etnik köken, kültürel/kimliksel fark, dil, cinsel yönelim ve benzeri diğer unsurların dışarıda tutularak sadece dinî ve ahlâki yakınlığın temel alındığı bir “biz” tasavvuru -ki, Türkiye siyasal muhafazakârlığının en kutsal birlik mottosudur-, kendinden saymadığı öbür yarının memleket hissiyatı veya algısı açısından ne ifade eder? Bu kökensel soru belki de meselenin asıl kaynağına gönderiyor bizi. Bu bağlamda, Aksu Akçaoğlu’nun da nefis tanımlamasıyla, aynı muhafazakâr bakış açısının yalnızca “anonim bir kalabalıktan biz yaratan değerlerin merkez bankası”[4] niteliğindeki Türk-İslâm kültürünü değil, aynı zamanda söz konusu kültürün ülke sathında tahkim etmeyi başardığı genel hissiyatı ve icat ettiği adabımuaşeret düzeneğini de anlama olanağı sunuyor. Bir yönüyle de mevcut tablo, aslında “kutsal mazlumluk” söyleminin birikmiş hıncıyla tesis edilen bir iktidar arzusunu ve onun karşıtı olarak konumlanmış olan görece örgütlü bir muhalefet enerjisini ifade ediyor. Nereden bakılırsa bakılsın, diyalog ve uzlaşı imkânlarını daha kaynağında kurutan bir siyasal demokratik tıkanmışlığı…  

Özellikle her iki taraf açısından da fanatizmin dili, politik idealler için kullanışlı bir hınç doktrininin payandası yapılmalıdır ki, birbirine “üveyleşmiş” halkların yalnızlığı ve yalıtılmışlığı daha da artsın; her iki tarafın da birbirine yönelik önyargılı muamele ve damgalama girişimleri de böylece normalleşsin.

Çoğunlukçu iktidar çevrelerinin genel hissiyatını yansıtan ve yaşayış tarzlarından önemli emareler sunan şu adabımuaşeret kavrayışı üzerinde biraz duralım. Kendini yürürlükteki “biz” duygusundan kovulmuş hisseden azınlıkların, “üveyleşmiş” bir halk olarak mesafelendiği kavramlardan birisi de bu zira. Hatta çoğunlukçu siyasal görüşün diline doladığı adabımuaşeretin doğrudan olmasa da, sözü edilen ayrışmanın üretilmesinde gördüğü endirekt bir işlevden bile söz edilebilir. İktidar çevrelerince zaman zaman başarısızlığı dile getirilen kültürel hegemonyanın içinde muhafazakâr nitelikli görgü ve değerler alanı da var çünkü. Öyleyse, kimlik, hayat tarzı farklılığı ve bizatihi hayat görüşü bakımından kültürel hegemonya mücadelesinin önemli bir veçhesini oluşturan adabımuaşeret meselesine karşı-cepheden girelim. Yani görgü, nezaket ve nefaset talebini değerli ve gerekli kılan toplumsal çözülme, çatışma, şiddet ve apatiye eğilimli anlayışsızlıktan. Bu noktada, işin biraz da iletişimsel boyutundan hareketle farklı bir parantez açmaya çalışalım.

Totalitarizme hasredilmiş yapıtlarının birinde, sözün eşlik etmediği eylem öznesini yitirir gibi bir şeyler der Hannah Arendt.[5] Söz ve konuşma, şiddetin zıddıdır buna göre; konuşma, nezaketi ve hoşgörüyü diri tutmakla kalmaz, aynı zamanda rasyonel muhakeme ve nezaketli mukabeleyi de imtiyazlı kılar. Ölçü kaçırıldığında, sözün de emperyal bir işlevi vardır şüphesiz, çok konuşan az yer bırakır karşısındakine, hatta soluk bile aldırmaz. Şiddeti dille estetize etmekse, işin başka bir boyutu. Siyasal jargonun şirazesinden çıkarak, tabanıyla senkron tutturma gayesiyle kitlesel popülizmin karanlık sularına açılması… Böylesi bir tercih, gerçekten de envai tür nefret söyleminin, kendilerine önyargıyla yaklaşılan üveyliklerin, farklı toplumsal kesimlere yönelik linçlerin ve daha başka suçların kaynağı olabilir. Ezcümle, tüm bu nezaket ve nefaset azalması, çok geçmeden bariz bir hoşgörü eşiği daralmasıyla neticelenir. Parkta, bahçede, yolda, okulda, ailede, sokakta, markette, kafede, işyerinde, en çok da televizyon ekranlarında cinai rüzgârlar estirir. Mevzu, anlaşılacağı üzere, yine siyasetin pürüzlü diline gelip dayanıyor. Yeni şahlanışlara kenetli toplumsal mutabakat ve siyasal ülkü, hemen her alanda hırçın, kavgacı, ayrıştırıcı, ötekileştirici istikamette bir irtifa kazanınca, işbu sonuçlar da kaçınılmaz oluyor haliyle. Bu nedenle sadece “kamu” önünde beyan edilmiş “kanaatler” değil, içe patlamış niyetler, sineye hapsolmuş iyi, güzel ve barışçıl temenniler, daha başka benzer eleştiri ve değerlendirmeler de söze dökülemeden a priori olarak farklı türden fanatizmlerin yatağını döşüyor. Memlekette çok uzun zamandır toplumsal iletişim ve etkileşim pratiğinin kendisi de zaten rasyonel bir akıl ve nezaketli bir dilden muaf. Oysa, nezaket de tıpkı akıl gibi dilin uzlaşımsal doğasına kayıtlı. Nitekim, Habermasçı iletişim ütopyasının modernliği tadile kalkışan yönü de tastamam gücünü buradan alıyordu; araçsal aklın ürettiği şiddete ve medeni çoraklaşmaya karşılık, ahlâk, iletişim ve estetiğin olanaklarının araya girişiyle birlikte gündeme gelen modernlik projesinin esası buydu. Düşünür, akabinde “ideal konuşma durumu” adını verdiği bir terkiple tezini daha da berraklaştırarak, nezaketli konuşma tarzını ve iletişimsel ilişkilerde samimiyeti öne çıkarıyordu. Buna göre, asgari ölçüde bir samimiyet ve nezaket içermeyen her ilişki, anlamada ve dolayısıyla anlaşmada başarısızlık demekti. Bu manzaranın bir adım ötesiyse, malum: Birbirine sempatiyle yaklaşıp konuşarak iletişim kurmak ve anlaşmaya çalışmak yerine birbirine apatiyle bakmak, eyleyerek ve çatışarak var olmak.

Antropolog Gregory Bateson’ın “şizmogenesis” adını verdiği durum bir bakıma. Çatışma, bir kez anlaşmanın ve diyalog kurmanın asli formuna dönüştüğünde, samimiyet ölçütünün bile vaziyeti kurtaramayacağı zamanlar var. Dahası, abartılı ve aşırı nezihleştirilmiş bir samimiyetin bile yer yer simgesel şiddete evrilmesi çok bilinen bir vakıadır. Ama bu başka bir tartışmanın konusu. Buna karşılık, yakın zamanlarda hasıl olan adabımuaşeret ihtiyacının resmî ağızlardan gündeme getirilmiş olması kuşkusuz önemli. Ancak aynı ölçüde de çok manidar. Çünkü adabımuaşeret talebi, aynı zamanda mevcut parçalanmışlığın, taraflar arası sağırlaşmanın ürünü olduğu kadar, gerilimi tırmandırarak siyaseten sonuç alma düşüncesinin, hem iktidar hem de muhalefet çevrelerinin birbiriyle inatlaşarak âdeta genel bir seferberlik hissiyle kendi tabanlarını birbirine karşı bilemelerinin de (bazen okumamıştan okumuşa, bazen okumuştan okumamışa doğru gidip gelen bir dizi tahkir edici söylem, eylem vs.) bir eseri.

Tanıl Bora’nın 2016 yılında yazdığı “Nezaket” başlıklı kısa bir yazı var Birikim Haftalık’ta.[6] Meseleyi siyasal nezaketin kofluğu ve güdüklüğünden alıp, Walter Benjamin ve André Comte-Sponville gibi düşünürlerin görüşleri ışığında okumaya çalışarak, nihayetinde Ulus Baker’in nezaketli kimliğine dek genişleten bir yazı. Bora, yazısında kısaca söylemdeki, siyasi tartışmadaki, gündelik davranışlardaki, kültürel algıdaki sertliği kıran bir “incelik” olarak irdeliyor kavramı. Tabii o günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı, ne durumlar, hadiseler, garabetler yaşandı; haliyle kavram da verili semantiğini ve görünüşteki alametlerinin önemli bir bölümünü yitirdi. İş, sonunda MEB’in müfredatına ortaokul ve liselerde görgü kuralları ve adabımuaşeret dersleri koyma kararına kadar gelip dayandı. Adabımuaşeret, eğer siyasal iktidarın icap gördüğü bir şey haline gelmişse, durup düşünmeli biraz. Buradaki niyetin toplumdaki asabiyet duygusunun siyaseten yeniden tesis edilme girişimine hizmet ettiğini düşünmek istiyor insan ister istemez. Ama ne yazık ki, yine mevcut siyasal manzaraya ve yürürlükteki siyasetin gerilim yüklü diline baktığımızda iyi niyetli bir temenniden öteye gitmiyor bu düşünce de. Zira kürsülerden onca bağırış çağırış ve parmak sallamayla, inatla, ithamla, öfkeyle, nefretle imal edilen üveylikler tiradının bagajı öylesine ağır ki… Kadınlara, eşcinsellere, politik azınlıklara ve benzer madun kesimlere had bildiren standarttan “karşı” mahallede vatan haini imalatçılığına ve deprem bölgelerindeki ayrımcılığa kadar (6 Şubat ve öncesi depremlerde bazı iller uğradıkları yıkıma ilaveten, etnik ve sosyo-politik kökenlerinin farklılığından da çekmişlerdi) neredeyse her düşmanca yol ve yöntem denendi bu ülkede oluşmuş üveylikleri muhafaza etmek için.

Bu ve benzeri daha birçok örnek hatırlandığında, hakikaten de bayağılıkların ortalaması neredeyse yeni bir enternasyonel kültür yarattı bu coğrafyada. Sadece gündelik ilişkilerde değil, onun sanaldaki simetriği olan sosyal medya mecralarında da. Siyasi nezaketsizliğin buradaki umumi manzarası da pek iç açıcı değil: Yürürlükteki söylemin ortalamadan biraz farklı düşünenler için hoşgörü gümrüğünden geçmesi oldukça zor. İnternet trolleri ve fenomenleri marifetiyle tasarlanmış kumpas, dalavere ve garabetlere hiç girmiyorum bile. Kısaca şunu söylemekle yetiniyorum sadece: Sosyal medyayı birincil tedris uğrağı haline getirmiş geniş kitleler için de ayrıştırıcı dilin kodları hâlâ yankı fanusu etkisi uyarınca biçimleniyor. Ancak meseleye siyasal/ideolojik kamplar arası duygusal mesafenin genişliği açısından bakıldığında, görünürdeki “biz” duygusu da kimler hangi kanaat etrafında çoğunlukçu bir kümelenme oluşturuyorsa, onlar tarafından temsil edilir hale geliyor. Hele de aşırı marjinal bir politik kimlik, ideoloji veya duruşa sahipseniz, burada adabımuaşeretin adabına denk gelmeniz bile mucize. Gerçi çevrimiçi hayat da çevrimdışı olanın izdüşümü büyük ölçüde, buna niye şaşırıyorsak… Bizzat alanın yapısal işleyiş mantığından kaynaklanan kimi özellikler de (hız, yüzeysellik, kopukluk, dil deformasyonu vesaire) daha da büyütüyor aradaki duyarlık farkını. Günlük kültürel fastfoodunu buradan alanlar için, anlamayı, dinlemeyi, gereğince karşılık vermeyi esastan güçleştiren bir kısadevre bu. Her sağlam, ilkesel ve tutarlı tavrı ânında uçucu ve ağırlıksız hale getiren, siyaseten fanatik tarafgirliği ve yeri geldiğinde de tutarsızlığı yegâne muteber değer ölçütü olarak kutsayan sosyal medya gösterisi koşullarında her kimlik bir yanılsama, her düş gecesi kayıp bir karartma âdeta. Başka bir deyişle, içinde bulunduğumuz tarihsel evrede, gitgide “Teknolojiden daha çok, birbirimizden ise daha az şey beklemekteyiz,” Bauman’ın dediği gibi.[7]

Dahası, olaylar hızlandıkça takip etmekte ve anlamakta daha çok zorlanıyor, gitgide daha çok yorgun düşen, üstelik uyaran fazlalığından malul bir hafızaya sahip oluyoruz. Hal böyle olunca, gerçeklik de, kendine referansla anlam kazanan tanımlayıcı bir temsile dönüşüyor ister istemez. Ayrıca, siyasal ve ideolojik tarafgirliğin fanatizme evrildiği yerde, “biz” duygusuna yataklık edecek hangi farkındalığın izi sürülebilir ki? Nurdan Gürbilek’in de deyişiyle, ekseriyetle de sosyal medyada “bizler bugün on beş dakikalığına altında toplandığımız cümlelerin dünyasında yaşıyoruz”[8]; buna karşılık, altında toplanamadığımız, bir yakınlık veya bağ kuramadığımız cümlelerin müelliflerine karşı da çoğunlukla esastan muarız ve mesafeliyiz. Dolayısıyla, biz denen bütünü ötekinin hakikatine yönelik bilgiden ve empatiden yoksun bırakan da bu. Anlama, dinleme, hoşgörü ve empati becerisi, aynı cümlelerin altında toplanmış olan “‘biz’in ‘biz’e yönelik” hassasiyeti açısından mümkün yalnızca. Talep edilen adabımuaşeret de, nezaket de haliyle “bizden” olanlara ilişkin, yani bizim için, ama zinhar “onlar”a yönelik değil. Bunun dışında bir bakış veya hakikat yok, hem bulunmaması da sosyal gerçekliğin karmaşasını dindirecek bir suhulet olurdu ancak. Biraz yakından bakıldığında, bu mantığın zımni, faşizan varsayımı da göze çarpıveriyor hemen. Zira “Kimlere hoşgörü gösterilmelidir?” sorusuna verilecek cevabın ortalamasını belirliyor: “‘Biz’den olanlardır yalnızca saygıyı da, hürmeti de, sevgiyi de hak edenler!”

Aynı mantığın fikirden, farklılıktan, demokrasiden, çok seslilikten anladığıysa ifratın dili her koşulda. Aynı sakıncalı mantığın her yerde baskın hale gelen imgesine gelince: çoğunluk kimden yanaysa, sadece ona şahsi veya topyekûn irade yetkisi devretme şampiyonluğu, fanatizmi mutlak surette müspet bir haletiruhiyenin yansıması zanneden zihniyet mümessilliği vs. Bu nedenle, üzerine fanatizm cilası çekilmemiş hiçbir fikriyat yahut davranış, hâkim hissiyatın meşruiyet sınırları içinde barınamıyor. Benzerliğin şiddetinden malul, tümelin edebiyle biçimlenmiş, mazbut mahut insanlar toplumu dışında kalmış her bireyin ismi de, cismi de, doğal olarak, halihazırdaki ayrışma ve kamplaşmadan ötürü, toplamdan düşürülüp “üveylikler” hanesine yazılıdır şimdiden. Öyleyse, siyaseten talep edilen “biz” duygusunun da bir kotası var; “bizden” olanların mutluluğu ve selameti için düşünülmüş tek taraflı bir vaadi. Ezcümle, “biz” duygusunun tahkimi için, tatminkâr bir anlam çerçevesi kurmaya yetmeyecek ölçüde şişkin bir duygu ve algı birikmesi var her yerde. “Biz”den olmayan herkes bir yanılsama, gündelik hayatta da, sanal âlemde de öyle: kişilere ve olaylara karşı konumlanış tarzımızdan kimlik çatışmalarına, sanal âlemdeki arkadaş sayımızın kabarıklığından fikirlerimizin müphemliğine, olaylara bakışımızın çok parçalılığından ön kabullerimizin keskinliğine varana kadar hayatımızı kuşatan tüm olgular ne söylüyor acaba bize kendi hayatımızın geleceği hakkında? Daha da önemlisi, demokrasi, özgürlükler, üveylikler, çok seslilik ve farklılıklara hoşgörüden yana yarın kimbilir neler söyleyecek?


[1] Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri: Bir Ters Bir Düz Fragmanlar, Metis Yayınları, İstanbul, 2023, s. 124.

[2] Film, ayrıca memleket taşrasında koruyucu-kollamacı ilişki ağının, yer yer de faşist/mafyöz norm ve temayülün anbean oluşum, gelişim ve tekâmül seyrini de son derecede rahatsız edici kadrajlarla anlatıyordu. Film boyunca fısıltıyla dile gelen ve final sahnesinde tüm ürkütücü görünümüyle beliriveren obruk, öte’yi beri’den mutlak ve geri dönüşsüz biçimde ayırırken, filmin başından beri alttan alta varlığını hissettiren Hanekemsi gerilim de kötüyü iyiye, mücrimi masuma, avcıyı avına tekinsizce yaklaştıran hattı çiziyordu. Aslında uzunca bir süredir içinde tedirginlik ve korkuyla yaşadığımız çevre haline gelmiş olan birbirine taban tabana zıt düşünceler, zanlar, eğilimler, kimlikler, muhitler ve mahalleler, kısaca “biz”le “onlar” arasındaki çizgiyi...

[3] Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar, çev. Tuna Erdem, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 62.

[4] Aksu Akçaoğlu, Zarif ve Dinen Makbul, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019, s. 139.

[5] Arendt, Hannah, The Human Condition, The University of Chicago Press, Chicago, 1998, s. 178.

[6] Tanıl Bora, “Nezaket”, 20 Temmuz 2016, https://birikimdergisi.com/haftalik/7812/nezaket.

[7] Zygmunt Bauman ve David Lyon, Akışkan Gözetim, çev. Elçin Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013, s. 42-43.

[8] “Nurdan Gürbilek ile Söyleşi”, punctum, Söyleşen: Cana Bostan, Temmuz 2022, https://www.punctumdergi.com/post/nurdan-gurbilek-ile-soylesi-denemenin-etikleri


Fotoğraf: Pieter, Unsplash