Geçen yüzyılda solun gündeminde İspanya ağırlıklı olarak kaybedilen feci iç savaş ile yer tuttu. Sonrasında Franco tasallutu, ETA, aksiyoner sol gruplar, tarihsel Komünist Parti’nin bir türlü taban bulamaması gibi başlıklar nispeten az ilgi çekti. Muadili iki şefin, Hitler’le Mussolini’nin gölgesinde kalan Franco’nun yapıp ettiklerinin üstünde durulmadı pek, diğerlerinin aksine uzun süre yaşamayı başaran iktidarına “faşizm” denilip geçildi. Carlos Collado Seidel’in Franco biyografileri arasında gezinen biyografi çalışması “Franco” pek çok başlık hakkında düşünürken tartışma yürütmeyi sağlayacak bilgiler ve bazı ilginç detaylarla yüklü. İspanya iç savaşını idare edenlerden biriyken şansı, hırsı ve türlü tesadüfler sayesinde diğerleri arasından öne 1939’dan 1975’e kadar İspanya’yı kaskatı bir istibdatla idare eden Franco’nunki alelade bir hayat hikayesi. Baba mesafeli bir asker, masabaşı subayı. Bizde, denizci askerlerin diğerlerine kıyasla bir parça şefkatli oldukları inancı vardır ama Franco şefkatten nasiplenmemiş. Ömrünü devlet tapıncıyla katetmiş olması geçirmesi en belirgin özelliği.
Şeflik sistemini yaratıp hükümranlığını tesis edişi, sola karşı stratejisi, muhalefeti parçalı halde tutma başarısı kadar dine karış tutumu da dikkat çekici. Fanatik din karşıtlığıyla sivrilen Gobbels’in saf tavrı haricinde, Hitler ve eski komünist Mussolini bir biçimde dinle ilişkilenmiş, ruhban tabakaya türlü imkanlar tanımıştı. İki meşum diktatör nihayet birer “dava”nın fedaisiydi, din dahil kullanışlı ne varsa tamamını araçsallaştırmaktan geri durmadılar. 20. yüzyılda en uzun süre hakimiyetini sürdürme rekorunu hâlâ elinde bulunduran komşu diktatör Salazar’ın kişisel hayatında din var ama devlet çıkarı ne kadar izin veriyorsa dinin o kadar görünür olmasına müsaade etmiş. Din diyanet bilmeyen bir çocukluk ve dini kadınlara mahsus bir oyalanış sayarak geçirdiği ilk gençlikten sonra Franco İspanya iç savaşında dinin gücünü fark etmiş. O vakti kadar dinsel merciler kendisine sempati beslemediği gibi mesafe koymaktadır. Fakat komünistler ve anarşistler yardıma yetişerek kiliselerin darbecilerin yanında saf tutmasını sağlayacaktır. Cumhuriyet savunucularıyla “karşı devrimciler” arasında üç yıllık kanlı savaş yetmiş tarafları bazı bakımlardan birbirine benzetmeye. Savaş suçu niteliğindeki karşılıklı toplu kıyım bunların başlıcası. Apolitiklikle jakoben vurdumduymazlık müşterekinin paylaşıldığı direnişçi Cumhuriyet saflarında bir seferinde iki bin sivil ile asker öldürülürken darbecilerin emriyle çok daha fazla sayıda sivil ve savaşçının katledilmesi bunlardan biri.
Cumhuriyet bir tür öz savunma savaşında. Henüz tek adam olmayan ama o parkurda hızla ilerleyen Franco onlara karşı devlet gücünü kullanarak saldırdı da saldırdı. Savunma hattının kırılmaması için Sovyetler devreye girerek kadro yollayıp teknik destek sunacak, pratik etkisi sınırlı olmakla birlikte kıymetli bir girişim olarak Uluslararası Tugaylar gibi işlerle dikkatler oraya çekilecektir. Okuyanlar anımsayacak, “Dünya Devriminin Gezginleri” Türkiye solunun popüler edebiyatında birkaç marş ve şiirle yer tutan İspanya iç savaşına SB’nin müdahil oluşunun kapsam ve mahiyetine dair bilgiler içeriyordu. Ancak Enternasyonal dayanışmanın doğrudan ve dolaylı katkılarını sıfırlayan berbat bir şey oluyor orada: “Cumhuriyetçilerin egemenlik alanında, dindarlara yönelik acımasız takibat ve aralarında 13 piskoposun da bulunduğu binlerce din adamının sistematik olarak öldürülmesi” üzerine milliyetçi-darbeci kesim mücadeleyi din halesiyle kuvvetlendirmeye başlar. Piskopos, kardinal ne varsa tamamı Cumhuriyetçilere düşmanlık vaazı verdiği gibi, alt kademe papazlar arasında onları savunan, o saflarda yer alan din adamlarına karşı katı baskılar yer alır yürür.
Din adamlarını kapsayan saldırıların o yıllardaki komünistlerce pek önemsenmediği, genellikle hoşlanılarak, anlatılan şu kaba sahne yeterince açılıyor: “‘Papa da Hitler’i destekliyor’, demişler Stalin’e. O da ‘sahada kaç askeri var’ demiş. Ha ha ha.” Sonraki zamanlarda da tekrarlanan böylesi şımarıkların da yardımıyla Franco adım adım “Garbın Muhafızı” olma konumuna ilerleyecek, savaşın galipleri onu tecrit yaklaşımını benimsemesine karşın türlü manevralarla yaşam alanı bulup hareket sahasını genişletecekti. İç savaş ortamındaki din adamı cinayetleri hakkında “Ciddi bir vicdan çatışması içinde darbecilere karşı silaha sarılmış, hatta kendi piskoposlarının açık talimatlarına karşı komünistlerle ve anarşistlerle omuz omuza çarpışmış Katolik Bask milliyetçileri bundan bilhassa olumsuz etkilenecekti”, değerlendirmesinde bulunur Seidel. Bir ortamda apolitik-düz komünistlerimizle anarşistlerimiz varsa ne yapar eder kısa sürede karşı cepheyi büyütürler, artık eminiz. Komünternci olup olmamak sıradan bir detay yalnızca. İlericiliğin din karşıtı olmayı gerektirdiği saplantısı pek çok mahfilde karşılık bulmuştur ayrıca. Bize bakalım gözucuyla: Hacca gitmek fiilen yasak o yıllarda, hac farizasını yerine getirmek isteyen türlü hilelere başvurarak yurt dışına çıkabiliyor. Bazı camilerin önünde polis Türkçe ezan nöbetinde, Beyoğlu camii müezzinine papyon taktırılmış, Arapça okumakta ısrar eden bazı müezzinler akıl hastası muamelesi görüyor.
Dini bir ulusa raptetme arayışına Hıristiyanlık ve İslam tarihinde aşinayız. Dışarıdan bakanlar için asırlar boyu Araplıkla Müslümanlık bir aynıyken, aslında Türk demekle Müslüman olmanın bir ve aynı olduğu iddiaları yakın zamanlarda havada uçuşmaya başladı örnekse. Bu tip ulusçu-milliyetçi gayretler aynı inancı paylaşan başka uluslarda reaksiyona yol açma potansiyeli barındırır. Sözgelimi Almanya’da munis bir muhalefet yürüten Lutherci kiliseleri baskılayan, Yehova Şahitleri’nin yer yer Nazi kurallarını anlamsızlaştıran set karşı koyuşuyla cebelleşen Hitler’in gayesi, dinin devlet-millet özdeşliğini tasdik etmesi, nasyonal-sosyalizm prensiplerine tabi olmasıydı ki bu nispeten “mütevazı” bir hedefti. İspanya örneğinde Franco yerele saplanmaya ahdederken, varoluşu gereği evrensel karakterli dini yapılandırmaya çabaladı. Cumhuriyetçilere karşı savaşa katılan, darbecileri kutsayan vaazlar veren ruhban tabakanın Franco’ya bayılmaması, hatta ona mesafe koyması ulus merkezli din tahayyülüne muhalefet hissiyatı barındırıyordu. Direnişçiler din adamlarına uzanan katliamdan sakınsa mesafe kapanmayacak, piskoposluk dahil dini otoriteler darbecilerin çekim alanına girmeyecekti belki. Öyle olmadığı için, “ideolojik hegemonya” hızla kaybedildi. O saatten sonra stratejik yenilgi bir zamanlama meselesinden ibaretti ve sonunda yenilginin yasaları işledi: “Anıtlar, mezarlıklar, kilise duvarları ve sokak isimleri, galiplerin şehitlerinin anısını her yerde yaşatırken, mağluplar, sahipsizler ve marjinalleşmişler olarak bölün”dü. Salazar Franco’dan yedi yıl evvel neredeyse davet üzerine diktatörlüğünü tesis ettiğinde ideolojik hegemonyayı sağlamakta zorlanmamıştı. Siyaset esnafına güvensizlik had safhadayken halk onun gibi sakin bir akademisyene hüsnükabul gösterdi hatta. Franco ise hasımlarının stratejik yanlışlarını kullanarak, durmaksızın teşhir ederek bunu sağlamaya çalıştı.
Franco’nun kutsal savaş göndermeleri, “dinsiz Bolşevizme karşı” Haçlı birliği lafları etmeye başlaması, kendisini Tanrının lütfu olarak sunması, ulusu ve dini birbirine özgülemesi dalga dalga şiddetlendi. Önüne çıkan fırsatı sonuna dek değerlendirmekten ibaretti yaptıkları. Sömürgeci imparatorluğun ihtişamlı geçmişe dönme arzusu sır değildi. Kitlelerdeki arzuyu kışkırtıp yeniden diriliş dinamiği olarak kullandı. İspanya’yı ihtişamlı günlerine döndürmeyi, menzildeki bir hedef olarak sıklıkla tekrarladı. İhtişam, o şartlarda bile dünyayı allak bullak ederek on milyonların ölümüne yol açan yayılmacılık olduğu için gayet kırılgan bir zemine sahipti, temelleri bir kez sorgulanırsa, üzerine bina edilen söylem ve pratiğin yıkılması işten değildi. Franco o tarihi kayıtsız şartsız savunurken anti-komünist duygudaşlığa abandı: “Tarihin en büyük barbarlıkları, İspanyollar eliyle değil, Moskovalı adamların yönettiği bu kızıllarca işlenmiştir. Bir İspanyol’un kalbinde bu denli barbarlığa yer yoktur.” Her halükarda siyasal kontrast yaratma becerisinden yararlanmayı biliyordu. Kendisi mi, her tür melanetin membaı olarak kodladığı komünistler mi; “ulus” hangisini istiyordu? Otuz dokuz yıl süren istibdat boyunca Franco’nun kitle desteği genellikle yüksekti. Salt rakipsizlikten değil ama, “O bizden biri”, duygusunu halka içerebilmesinden. Kitle çizgisi siyasetinin dışına çıkıp avangart veya kafa karıştırıcı işlere meyletmediği gibi ortalamayı işaret eden ana akım olmayı kolladı. Bir adım sonra, ana akımın dışındaki hemen herkes potansiyel düşman sayıldı, bu sayede düşmanlık politikaları geniş bir taraftar kitlesinde karşılık buldu.
Fanatik taraftarları da kabul etmiştir Franco’nun natıkasının sorunlu olduğunu. Karizmatik biri olmadığından, bu imgenin imal edildiğinde ittifak vardır. Başka kaynaklar Salazar’ın da etkileyici olmadığını kaydeder fakat Portekiz’in despotu ağırbaşlı, dingin, ağırbaşlı biri ve mütevazı hayatıyla sorunun üstesinden gelmeyi başarmış. Franco ise nihayet asker ve kanlı bir üne sahip, yeni bir imaj üretmesi hayli zaman almış. Diğer taraftan sesi çok ince, bedeni çelimsiz. Seldel bu detayları verirken cinsel iktidarsızlık iddialarından bahsediyor. Pek öyle soyut iddia sayılmaz gerçi, kanıt sunanlar çıkmış, gerçekte yeğeni olan kızının evlat edinildiğini öne sürenler. Sessiz kalmış çevresi. Maço kültürünün dolaysız etkisi alanındaki bir ülkede iktidarsız bir kıyıya köşeye atılacak, alay edilecek biri olmaktan ileri gidemez. Dip durum sayılan bu insanlık haline karşı Franco’nun devlet sayesinde toplumu inim inim inletmesi arasında bağ kuranlar olmuştur. Franco başından beri mesafeli ve sevgisiz oysa. İktidarsızlıksa 1916’daki bir çatışmada isabet eden bir mermi yüzünden. Franco’nun pisokpatik davranışlarda bulunduğunu, narsistik kişilik bozukluğundan muzdarip olduğun teşhis etmiş bazı psikologlar ama ancak post-Frankizm yıllarında. Yaşarken bunlardan bahsetmek kelleyi koltuğa almak demek. Gerçi bir Kenan Evren durumuna da düşmemiş, ruhu İspanya’nın üzerinde gezinmeyi sürdürdüğü, yaptıklarına bayılan birileri hep olduğu, yerini daha pervasız bir diktatör almadığı için.
Genel olarak faşist-faşizan karakterlerin biyografilerinde patolojik sıkıntılara atıflarda ortak bir problem yok mu acaba? Uzun yıllar Hitler böyle yansıtıldı, hakeza diğerleri. Patolojik problem odaklı yaklaşımın temelinde Avrupa demokrasisinin randımanlı olduğu, o coğrafyadan diktatör çıkmayacağı, ezkaza çıkarsa bunu bir tür hastalıkla izah edilmesi gerektiği inancı yatıyordu sanırım. Diktatörlükler birer istisna haliydi, Avrupa demokrasisi hepsine elimine ederek yoluna devam etmişti, trajedi bir daha tekrarlanamazdı. Bugünün dünyasında, bir miktar uyuşturucu da içeren bu inanç geçerliğini kaybetti. Alternatif sağ, neo-faşist öbeklenmeler, hızla öne çıkan faşist veya sağ popülist karakterler patolojiyle açıklanamayacak bir başka duruma işaret ediyor. İktidar bağımlılığı gibi belirlemeler karakterin kendine has özelliği sayıldığında, iktidar bağımlılığının genel geçer bir eğilim olduğu fikir önemli ölçüde aşınır, dahası toplumu bu gibi yeni örneklere karşı hazırlıksız bırakır. Kaldı ki devletten meslek örgütlerine, sağın ve solun çeşitlerine göz attığımızda, musalla taşına kadar yolu var diyerek iktidarını sürdürme arayışının tipik olduğunu görürüz. Seidel daha sakin bir tonlamayla kaydediyor itirazını: “Psikolojinin diliyle konuşan böylesi yaklaşımlar, tabi belirli bir inandırıcılıktan yoksun değildir; ancak kişilik imgesinin karakteristik olduğu anlaşılan belirli yönlerinin yeniden kurgulanması babında, metodolojik açıdan elbette birtakım sorunlar içerirler.”
Yandaşlarının yazdığı biyografilerde her şey tıkır tıkır işler, sıradan detaylara varasıya dek tarih her olayla Frankizmin doğuşunu hazırlar. Hayatına gidilir, rastlanan bazı durumlar birbirine dolaysızca bağlanarak kurgu tamamlanır. Seidel, ex-post diyor hikaye tamamlandıktan sonra dönüp ele alınan hayatı yeniden kurgulamaya. Yalansız biyografi imkânsız. Herkes ile hayatına bir şeyler, tercihen kahramanlık serpintileri katmaya meyillidir ama bunlar hikayeyi “mükemmel”leştirdiği nispette masalsılaştıracağı için gerçek olamayacak kadar mükemmel bir ürün kalır elde. Kurtarıcı motifleriyle dolu örtük bir Mesih anlatısı Frankistlerinki. Ancak tarihin belli bir kavranışıyla ilişkili bu yaklaşım. Adorno, faşizmi Avrupa modernitesinin doğal-zorunlu sonucu görüyordu misal. Bir başkası komünizmi tarihin akışının zorunlu sonucu olarak muştuluyordu. Hegel’in yaklaşımı malum. Marks’ta hem bu çizgiye dahil ifadelere rastlanır hem aksi yöndekilere. Tarihte bir akıl ve olayla arasında öncelik sonralık ilişkisi kurarak sonra geleni öncekinin amacı saymaya, tek tek her olayın bir başka büyük olayı hazırlama gayesiyle meydan geldiğini (getirildiğini) düşünmeye başlarsak, biri de alır bunu Franco, Hitler veya bir başkası için kullanır. Tartışma zemini, öncüller aynı olduğu için, ikna edici sonuçlar üretmekte yetersiz kalır.
Ahım şahım düşünce dünyası veya idealleri olmayan, dengeleri gözeterek hamle yapmak için fırsat kollayan, Fas’taki sömürgeci savaşta verdiği katliam kararları ve zulümle ilerleyen orta ölçekli becerilere çakılıp kaldığı kabul edilen biri. Pratikçilikten geliyor, hiçbir zaman fikir adamı olmamış. Bu özelliğiyle Hitler-Mussolini modelinden uzaklaşarak bugünkü pratikçi, iş bitirici despot lider modeline yakın veya arada bir tür köprü gibi. Fas’ta yurt savunması yapan direnişçilere karşı zehirli gaz kullandığı gibi, günlüklerinde katliam emri verdiğini, katliamcıları teşvik ettiğin gizlemiyor. Karşısındaki direnişçileri insan saymamış zira. Takriben aynı yıllarda Doğu Anadolu’da isyana kalkışan veya merkezi idarenin dayatmalarına itaat etmeyen bazılarına karşı benzer “işlemlerin tatbik edildiğinden” haberdarız. Çağlayangil dersim’de zehirli gaz kullanıldığı ikrar etmişti ama hiç övünmeden, hatta hicap duyarak. Bu gibi uygulamalarla ve hasmı böcekleştirme eğiliminin konjonktür eğrisi olarak revaç bulduğunu düşündürüyor bunlar. Yaratıcı zekâdan nasiplenmediği kabul edilen Franko’nun İspanya İç savaşında uyguladığı strateji Fas’taki “süpürme taktiği”ni kopyalamak olmuş. Daha o yıllarda, tam da bu taktik askeri yetenek sınırlılığına, iyi bir eğitim almamasına bağlanmış. Eleştirinin “general” düzeyindekilerden gelmesi, Franco’nun iç savaş seviyesindeki hareketleri yönetme kapasitesinde mahrum olduğunun vurgulanması, tabur komutanı eylem ve zihin düzeyini aşamadığında ısrar edilmesi asker dünyasının içindeki çekememezliklerden belki. Depremden salgına, ekonomiden siyasete bütün konulardan anlayan bizdeki hır sınıf ve rütbeden askeri uzmanın hayatın tamamını “süpürme taktiği”yle yorumlaması eğitim eksikliğine bağlanabilir mi acaba. Düzleme harekatına maruz bırakılan akademiyle doldurulmaları bundan mütevellit belki.
Fas’ta edindiği tecrübenin şöhretinden iç savaşta yararlanmış Franco. Formel askeri eğitim haricinde ilim irfan sahibi olmadığını şahsi gündelik pratikleri yeterince ortaya koyuyor. Sömürge subaylığındaki zalimliklerinden bahseden kuzeninin tuttuğu günlüğe, yemeklerden şikayet ederek bir subaya tabak fırlatan askeri vurdurduğu bilgisi düşülmüş. Savaş patolojisinin dolaysız etki alanında olduğu anlaşılıyor. Kendi askerine infazı reva görenin düşman saydığı topluluğa merhamet etmesi mümkün değil. Komutanlarının caniliklerine maruz kalan askerin pratiği aşağı yukarı kestirilebilir. Franco’nun tasvir ettiği, “bir askerin, hayatını bağışlasın diye yakaran Mağripliyi öldürmesi, kestiği kulaklarını da ganime payı olarak yanına alması gibi sahneler”, çoğumuza bir yerlerden tanıdık geliyordur. Anlıyoruz ki sömürge subaylarının neredeyse tamamı insan kasaplığına meraklı. Seidel “sömürge subaylarının karakteristik özelliği” ifadesiyle paylaşıyor kanaatini. Tutsakların katli, muhaliflerin sakat bırakılması, kadınların kaçırılıp tecavüze maruz kalması gibi işler o kadar sıradan ki Franco için bunların önünü açtığı reddetmemiş. İşte bu tür tipler çıkıp geliyor İspanya’ya.
Meşru Cumhuriyet’e karşı askeri darbede Franco’nun sonradan üretilen şöhretinden fazlasına sahip asker az değil. Askerlerin vahşetini radyoda öven, sosyalizmin yuvası olduğunu söylediği sanayi kentlerini yıkma hayali kuran “Sevilla Kasabı” onlardan biri. Diktatörlük heveslisi çok. Ama şans Franco’ya gülüyor. Türlü nedenlerle diğerleri elendikçe o öne çıkacak, sömürgeci süpürme taktiğini iç savaş bitince bütün diktatörlük yaşamında siyasal strateji olarak kullanacaktır. Kitapta doğal olarak Carl Schmitt’e atıf yapılmış. Sömürgeci tarih, Katoliklik etrafındaki din ve yekpare ulus yüceltiminin alıcı bulması süreklilik arz eden düşmanları zorunlu kılınca Franco bulup çıkarır onları. Güncel komplo kurgulamacılarını kıskandıracak iki sabit tekrarı var. Her taşın altında bulduğu “Komünist ve Mason komplosu.” Ama öncelik komünizmde. Tekrara dayalı konuşma neredeyse bütün müstebitlerin ekmeği suyu. Üstelik tehlike bir türlü geçmiyor ve geçmediğini çeşitli zamanlarda ısrarla vurgulayarak taraftarlarının dikkatini oraya çekiyor Franco. Henüz iç savaşta belirlemiş durmaksızın nereye ateş edeceğini: “Avrupa’yı komünist tehdide karşı savunan bir halkı beka dürtüsüyle harekete geçiren milli ve dini ateştir.” Mutat olan komünistin yanına “Yahudi”nin eklenmesi. Bizde uzunca bir süre birincil tehdit sıfatıyla onore edilen komünizmden dişe dokunur etli butlu bir düşman çıkmayınca, yerine yerel çeşni olarak “bölücülük” ikame edildi ama çeşitli komplikasyonları belirince “İngiliz”e dönüldü. Bir fanile bu sayede her melanetin “İngiliz ve Yahudi” eliyle geldiğini öğrenmeye başladık. Faşistler bayılır genel Yahudi düşmanlığına ama Franco’da o tip ajitasyona rastlamıyoruz. Ondan imtina etmesi ailesinin Yahudi köklerinden değil, Nazi dehşetini yaşamış Avrupa’da bunu diline dolaması halinde ortada kalacağını bilmesinden. Faili meçhullere, toplum mezarlara yol açan “Ulus için” ajitasyonuyla muhalefeti yerle bir eden Franco, mason-komünist düşmanlığında Salazar’la ruh ikizi sayılır. İnsanın aklına takılıyor haliyle, Yahudi soykırımı suçlularına ev sahipliği yaptı mı bu ikili?
Altlığını sömürgeci tarihin oluşturduğu din destekli ulusçu devlet modeli antiemperyalist laflar etmeyi gerektiriyordu. NATO’ya kabul edilmediğinde hayal kırıklığı yaşadığı halde Franco da atıp tuttu. Bir taraftan gizlice ABD’yle anlamanın imkanlarını yoklarken halka şu gibi ifadelerle hitaptan kaçınmadı. “Bize karşı yürütülen tüm faaliyetler CIA’dan fon alan ve benden sonraki dönemde İspanya’da, ABD’yi örnek alan bir siyasi sistem kurma amacını güden grupların eliyle örgütleniyor.” Bunları söyleyen diktatör ABD ile üs anlaşmaları yaptığını saklamıştır. Ama dı kaynaklı musibet ajitasyonu, içerideki demokratik muhalefeti dahi yekünen beşinci kol faaliyeti cenderesine alma imkanı vermişti. Franco’nun kendi özel şartlarını Batı’ya dayatmaktan vazgeçmemesi, merkezkaç eğilimlerin önünü açarak kitle konsolidasyonunu zaafa uğratacak demokrasi illetinden uzak durarak, bizi despotluğumuzla kabul edin, diye diretmesi, diriliğini koruyacaktır. Franco’nun eliyle “Otoriter yapı ‘İspanyol mizacının bazı özellikleri’ ve tarihsel deneyimler ışığında bir gereklilik olarak meşrulaştırıldı: İspanya’nın sert ama adil bir babaya ihtiyacı vardı.” Dünyevi iktidarı ilahi düzenle iç içe geçerek sundu durdu. Kıtlık mı var, dönüp yetersizliklerini sorgulamak yerine kıtlığı ruhani arınma vesilesi ve lütuf saydı. Ele geçirdiği komünist tutsakları öldürmüyorsa yoğun Katolik propagandayla ıslah edip topluma kazandırmaya çalışmaya heveslenen biri için abartılacak tutumlar değil. İdeolojik gerekçelerle kişilerin malvarlığına el koymuş, yakınların ağır vergi salmış biriydi sonuçta. Hiçbir zaman toprak reformu yapmadı ama kışkırttığı korkular ve halkla arasında kurduğu kültürel ortaklık aracılığıyla kitlelerle özdeşleşmeyi başardığı ölçüde şahsına yönelik muhalefeti devlete, millete, İspanya’ya düşmanlık olarak göstermeyi başardı. Muhalefete karşı müsamahasız bu kişi fedakar bir kurtarıcı, karanlık güçlerin tehditlerine aldırmayan ulusun refahının koruyucu ve toplamda ulusunun bedenleşmiş haline dönüşmüş sayıyordu kendisini: “(B)enden farklı olarak sizlerin zaman zaman dinlenmeye hakkı var. Nöbetini asla devretmeyecek olan bekçi benim; kötü haberleri bana verirler ve sorunların çözümünü ben dikte ederim. Ben herkes uyurken nöbet bekleyenim.”
Franco’nun devlet başkanlığına atanmasına direnen generalin sözleri kehanet gibi: “(O)nu benim kadar iyi tanımıyorsunuz. Komutam altındaki Afrika ordusunda bir tümenin başındaydı… İspanya’nın tamamı şimdi ona emanet edilirse, ülkenin bütününün kendisine ait olduğuna inanacak, o zaman ne savaş sırasında ne de sonrasında, başka birinin kendi yerine geçmesine müsaade edecektir. Ömrünün sonuna dek iktidarda kalacaktır.” Onu devlet başkanı tayin eden cunta kararından pişman olmakla kaldı. Devasa bir organizma oluşturup tek-mutlak karar verici sıfatıyla başına geçti, bütün kurumları aradan çıkarıp doğrudan halkla konuştu, içerlinden biri olduğu duygusunu içlerine yerleştirdi. Zayıf insanlarla çalıştı, bilhassa zaaflarından faydalandı, liyakati değil sadakati esas aldı. Bakanları o kadar silikti ki bir kuryenin uzattığı evraktan öğreniyorlardı görevden alındıklarını. Dengeleri kolladı, farklı güç odaklarını birbirine karşı kullanırken sözümona tarafsız konumunu korudu. Nepotizmin yanı sıra parti üyelerini hoşnut etmek için yolsuzlukları görmezden geldi. Her halükarda iktidarda kalmayı bir varoluş sebebi haline getirdi. Yaşadığı dönem boyunca bunlar yargılama konusu olmadı zaten ama öldükten sonar da çıkarılan afla hukuk ve kanun dışı işlerin failleri yarıdan muaf tutuldu. Şöyle bir baktığımızda sayıp durduğumuz ibretlik hallerin Franco’ya özgü olmadığını, hangi müstebitin kapı önünü eşelesek daha fazlasını bulacağımıza bahse girebiliriz. Daha fenası, bütün bunları, biyografilerde anılmaya değer görülmeyecek kadar olağanlaştıran genel eğilim.
Amansız karşıtları dahil Franco’nun muhalifleri, iktidarının devrilmeyeceğini ve yetkilerini devretmeyeceğini kabullenerek doğal ölümünü beklemiştir. “Ulusun bekçisi” 1960’ların ortasında Parkinsona yakalanınca unutkanlıkları, uyuklamaları başladığında iktidardan çekilmeye yanaşmadı. “Otuz yıldır devlet gemisinin dümenindeyim, milletimi günümüz dünyasının fırtınalarından koruyorum… Hayatımın geri kalanını da sizlerin hizmetine sunuyorum.” Hastalığı ölümünden bir yıl öncesin kadar halktan gizlendi. Gençlik eylemleri, Eta’nın zaman zaman Frankizme aşı yapmaya dönen sivil katliamları, bir başka koldan ilerleyen ama sonuç alamadığı için yorgunluk yaratan işçi protestoları veya dağınık düzen diğer itirazlar kararlılığını gevşetmeye yetmedi. Gerçeklerin farkında olmasına karşın ülkede iç barış olduğu tekrarını dilinden düşürmedi.” Toplumu parçalayan bu unsurlarla mücadele tavizsiz sertlik şarttır. Ya onlarla başa çıkacağız ya da bizi yok edecekler”, dediğinde yıl 1974’tür, ölmesine bir yıl vardır ve o hâlâ iç savaş ortamının diliyle iş görme heveslisidir. Ömrünün son günlerinde siyasal idamları onaması nefret dolu olmasıyla ilgili kuşkusuz.
Uzun diktatörlük yıllarında her tür reform talebinin gerisinde komplo sezdiği için reformlara inatla direnen Franco’nun ölümü, çok ah aldığından belki, epey acılı. O son nefesini verirken İspanya rahat bir nefes alamadı. Geçiş dönemi sırasında bir darbe girişimi yaşandı. Türkiye’deki 1980, oradaki 1981 Şubat; ikisini de gerisinde ABD olduğu rahatlıkla söylenebiliyor. Uzun illegalite ardından seçimli dönemde yasallaşan İspanya Komünist Partisi, iddia ettiğinin aksine, beklediği kitle desteğini bulamaması üzerinde durmak gerek. Türkiye’deki TBKP deneyimi çöküşe rastladığı için olumlu sonuç vermesi neredeyse imkansızdı, başarısızlığı salt kadro düzeyindeki yetersizlik üzerinden ele almak haksızlık olur dolayısıyla. İspanya bir ölçüde farklı. Komünist Parti’nin hem iyi hem berbat şöhreti İç savaş mahreçli. Uzun yıllar, aşağı yukarı aynı temel kadrolarla varlıklarını sürdürmüştü bu parti. Ülke isimleriyle anılan diğer KP’leri izleyerek Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler geliştirip onların siyasetlerine tabi olurken mali ve teknik konularda varlık yokluk sorunu çekmemişlerdi.
Buna rağmen vasat bir pratikten ötesini sergileyemediler. Seidel, diktatörlük sonrası dönemde, geçmişin üzerine sünger çekildiğini söylüyor. Aynı tutum Almanya’da katı biçimde göstermişti. Primo Levi gibi isimlerin tanıklığı İtalya’da bir on yıl kadar geçmişin konuşulmadığını haber verir. Tuhaf bir hakikat kaybı ortaya çıkmıştır. Faşizm-Nazizm döneminde “kitleler” gerçeklerden önemli oranda habersiz, tek yanlı bilgi bombardımanı altındadır. Nazizm-Faşizm sonrasında bu kez geçmiş unutturulmaya çalışınca aslında ne oldu, nasıl oldu gibi sorular ve bütün bunlara el veren düşünsel-duygusal toplumsal örgütlenme konuşulamaz. İspanya’da da adı konulmamış söz konusu anlaşma var. Fakat bu yetmemiş on yılların derdini kederini unutturmaya. Toplumun kültürünü, bilinçaltını, hatıralarını idari kararlarla kesintiye uğratmak kolay değil zira. Unutturma-konuşmama-anmama tutumu solun da aleyhine olmuş görünüyor. Sola meyilli nüfusun ağırlıklı bir bölümünün gözünde komünist parti iç savaştaki sorun yumağının bir tarafı. Uzlaşmadan kaçınması hasebiyle de diktatörlüğe yol açan olay örgüsüne dahil, hatta sürecin müsebbibi (O hisse aşinayız. 12 Eylül askeri darbesi ardından en genel anlamda devrimciler-sosyalistler toplamına karşı benzer duygular gelişti buralarda. Bazı bakımlardan “anın”-dönemin basıncından kaynaklanmakla birlikte gerçeklere de yaslanıyordu o duygular). 1940’larda Komünistlerin ve gerillacı grupların sonuç alamayan eylemleri Franco’nun iktidarını sağlamlaştırmaya da yaramıştı. Marks daha 1840’larda “ayaklanmayla oynamaya gelmez” derken bu tür gruplar ateşle oynamış, sonuç alamayacaklarını bildikleri halde bunu 1940’larda sürdürüp zayıflaya zayıflaya toplumun dışına düşmüştü.
Franco gücünü muhalifler arası bölük pörçüklüğü artıran sekreterlikten aldı. Muhaliflerin hasımlaşması diktatörlüğün ekmeği suyuydu. Literatürdeki ifadesiyle, parçalanmışlık diktatörlüğün “dolaylı yedeği” oldu. Antifaşist cepheleşme girişimleri niyet beyanından öteye taşmadı. 1930’ların sonundan 1960’lara dek Frankizm toplumu ezmiş, temel insani itirazları cezalandırmış, hapishaneleri işkence merkezlerine dönüşmüştü. Yurtdışında birilerinin “diaspora radikalizmi” konformizmine yaslanarak direniş çağrıları yapması, başka pek çok örnekte görüldüğü gibi içeride karşılık üretmemesinin yanı sıra saygınlık kaybına yol açtı. Mültecileşen komünistlerin içeride örgütlü faaliyeti kalmadığı, daha önemlisi halk onlara güvenmediği için, literatürdeki tanımıyla “burjuva demokrasisi” arayışı etrafındaki yurtdışı merkezli antifaşist ittifaklar söz düzeyinde kaldı. Bizde de benzer bir girişim ve akıbet, 12 Eylül sonrasında yine mültecilik koşullarında denenen Faşizme Karşı Birleşik Cephe ile tekrarlandı ama bahse konu girişim herhangi bir anlamlı faaliyet üretemeden dağıldı. Bu gibi durumlarda diasporada yaşayan failler, derin bir saygınlık kaybı yaşadıklarını, kaçarcasına uzaklaştıkları ülkenin emniyet, adliye ve hapishanelerinde yoldaşları zulme maruz kalırken onları yüzüstü bıraktıkları gibi kanaatlere muhatap olduklarını unutmak gibi müşterek bir anlayamama hali gelişiyor anlaşılan.
Sovyet dış politikası türlü nedenlerle değiştiğinde komünist partilerin dışlayıcı kendini beğenmişlikleri yerini kapsayıcılık taktiğine terk etti. 1962’de İspanya’daki faşizmin mağduru monarşistlerden Hıristiyan demokratlara kadar pek çok kesimle komünistler Münih’te görüşmüş örneğin. Bunun üzerine İspanya’da alarm zilleri çalıyor. Franco’nun verdiği histerik tepki, komünist-mason komplosunu tekrarlamak olmuş. “İç savaştan bu yana ilk kez (…) bir araya gelerek beraberce liberal ve demokratik bir devlet düzenine doğru barışçıl bir değişimi savunmuşlardı. Kabul edilemez bulunan, utanç buluşması olarak damgalanan ve İspanya’dan gitmiş birçok katılımcısının tutuklanmasıyla, tasfiyesiyle ya da zorunlu sürgüne gönderilmesiyle sonuçlanan bu etkinliğin yol açtığı infal; her şeyden önce Franco için, eskiden birbirine düşman kampların uzlaşması gibi bir şeyin söz konusu olmadığını bir kez daha gösteriyordu.” Diktatör işgal ettiği alanlardan milim geriye çekilmedi. İki yurtdışı gezisi var, ikisi de Salazarla görüşmek için. Ama Portekiz’de “Karanfil devrimi”, faşizmin çözülmesi-başkalaşımı eksenli yürüyen tartışmalar İspanya sınırlarından içeri sokulamadı.
Komünistlerin ülke içindeki nüfus arasında, sürekliliği sağlanmış bir ittifak veya örgütlenme faaliyetinin yokluğu, Franco’nun ölümünden sonra dönüp kaldıkları yerden mücadeleyi sürdürüp haklı kazanma beklentilerini boşa çıkardı. Arzuladıkları şartlarda örgütlenmeleri halinde de kayda değer başarı elde etmeleri zordu. “Geç Frankizm” yıllarında sahada görünmüşlerdi. Onlara kızan, ayrılan, eleştiren, aksiyoner dar eylem gruplarının eylemleri sonuç vermediği gibi “radikal” soldan beklentileri kırdı. Dünyanın hemen her yerindeki KP’lerin bu gibi tavırlarıyla onlara öfkelenen sol grupların silahlı eylemciliğinin doğuşundaki benzerlik, başlı başına ele alınmayı hak ediyor. Franco sonrası fetişleştirilen “Uzlaşma” uyarınca af yasası geçmişi konuşulmaz kılarken diktatörlük dönemi suçluları yargı denetiminden kurtarıldı. Dünyanın hemen her yerinde legalleşme arayışına giren ve aynı zamanda SB tarafından muhatap alınan komünist partilerden biri olan İspanya KP, sosyal demokrasiye yakın sosyalistler güç kazanırken, “cezalandırıldı.” Sonraki yıllarda bir parça toparlandılar ama sadece o kadar. Pek çok ülkede, dünyaya bir örgütün gözleriyle bakmanın ötesine geçemeyen, genişlemeye-etkileşime mani kısıtları aşamayan komünist iddialı parti ve örgüt sayısının çokluğu İspanya’daki kendini tekrar sıkıntısının beynelmilel bir mesele olduğunu düşündürür.
Diğer taraftan sosyalistler, hükümete geldikleri dönemde, GAL örgütlenmesi ile irtibatlı Kontrgerilla tartışmaları esnasında suçlandı ki bu da genel olarak sola prestij kaybı yaşattı. Frankizmin devralıp güçlendirdiği devlet geleneğinin bir kalemde değişmesinin mümkün olmadığını, asgari demokratik kabullere oryantasyonun zorluğunu anlatan böylesi gerilimler dinmedi ama komünist seçeneğin popülerleşmesine de kapı aralamadı. Halkın neden onlara teveccüh etmediğini düşünürken şu bilgiden yararlanabiliriz: Birkaç kuşağın kabusu diktatör ölmüş ama çıkıp gelen komünist kadroların bazısı ta iç savaş yıllarında çekişmelerin tarafı olan, problemli strateji ve taktikler üreten, dolayısıyla bütün o kabusa yol açmış kimselerdi. Ne gibi bir tarih yüküne yol açtıklarının farkına varmayan komünistlerle sempatizanları bakımından geçmişe sadakat, mücadele sürekliliği gibi halelerle çerçevelenen, gerçeklerden kopuk, mistikleştirilmiş tablonun kitlelerdeki karşılığı zombilerin dönüşünden duyulan ürküntü oldu. Onlarca yıl sonra sahaya yeni isimler çıkmadığı gibi hikâyesi başarısızlıkla dolu eski figürler yeni dönemin öncüsü olmaya çalışıyordu. İstibdatta tek adam-mutlak tek otorite sıkıntısı yeterince tecrübe edilmişken bir de bunun doğal kadro transformasyonu yerine eski karakterlerin veya tayin ettikleri munis naiplerin iş gördüğü komünist versiyonuyla ömürlerin heder edilmesi beklenemezdi. Franco’ya uzun yıllar boyun büken nüfus eskinin komünist sembollerine iltifat edecek kadar saf değildi. Geçmişi, onun bileşenlerinden biri olan komünistleri de içine katarak sildi dolayısıyla. Epey tanıdık bir hikâye.