İsrail’in Gazze soykırımı

İsrail asıllı ABD'li  tarihçi Omer Bartov (d. 1954) 2000 yılından bu yana ders verdiği Brown Üniversitesi'nde Holokost ve Soykırım Çalışmaları Kürsüsü'nde profesör. Uzmanlık alanı Holokost olan Bartov, soykırım konusunda dünyada önde gelen otoritelerden biridir.

***


7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırının üzerinden bir ay geçmişti ki, İsrail ordusunun Gazze’ye yönelik karşı saldırısında savaş suçları ve muhtemelen insanlığa karşı suçlar işlediğine dair kanıtlar olduğu görüşüne vardım. Ama İsrail’in en sert eleştirmenlerinin iddialarının aksine, bu kanıtların soykırım suçuna vardığını düşünmedim.

Mayıs 2024’e gelindiğinde, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Gazze Şeridi’nin en güneyinde yer alan ve görece zarar görmeden kalmış son şehir olan Rafah’ta barınan yaklaşık bir milyon Filistinlinin, neredeyse hiç barınağın bulunmadığı Mavasi sahil bölgesine gitmelerini emretti. Ardından ordu, Rafah’ın büyük kısmını yıkmaya başladı ve bu iş büyük ölçüde Ağustos ayına kadar tamamlandı.

Bu noktada, IDF’nin operasyonlarının, Hamas saldırısından sonraki günlerde İsrailli liderler tarafından dile getirilen soykırımı ima eden ifadelerle örtüştüğünü inkâr etmek artık mümkün görünmüyordu. Başbakan Binyamin Netanyahu, düşmanın bu saldırı için “büyük bir bedel” ödeyeceğini ve Hamas’ın faaliyet gösterdiği Gazze’nin bazı bölgelerinin “enkaza” çevrileceğini söylemiş, “Gazze sakinlerine” de “şimdi terk edin çünkü her yerde güçlü şekilde harekete geçeceğiz” çağrısında bulunmuştu.

Netanyahu, vatandaşlarına “Amalek’in size ne yaptığını hatırlayın” demişti. Bu ifade, birçok kişi tarafından, Eski Ahit’te İsrailoğullarına kadınıyla erkeğiyle, süt emen bebeklerle birlikte tüm Amaleklileri öldürmelerini buyuran ayete yapılan bir atıf olarak yorumlandı. Hükümet ve ordu yetkilileri, “insansı hayvanlarla” savaştıklarını söyledi; daha sonra “topyekun yok etme” çağrısında bulundular. Meclis başkan yardımcısı Nissim Vaturi, X’te yaptığı paylaşımda İsrail’in görevinin “Gazze Şeridi’ni yeryüzünden silmek” olduğunu söyledi. İsrail’in eylemleri, Gazze Şeridi’ni Filistin nüfusu için yaşanmaz hale getirme niyetinin hayata geçirilmesi olarak anlaşılabilir. Bana göre hedef, o zaman da buydu, bugün de bu: Ya nüfusu tümüyle Gazze’yi terk etmeye zorlamak ya da —gidecek yerleri olmadığından— bombalamalarla, yiyecek, temiz su, temizlik ve tıbbi yardımdan ciddi ölçüde yoksun bırakmak suretiyle bölgeyi Gazze’deki Filistinlilerin bir topluluk olarak yaşamlarını sürdürmeleri ya da yeniden kurmalarının imkânsız olacağı hale getirmek.

Kaçınılmaz olarak şu sonuca vardım: İsrail, Filistin halkına karşı soykırım suçu işliyor. Siyonist bir evde büyümüş, hayatımın ilk yarısını İsrail’de geçirmiş, İsrail Savunma Kuvvetleri’nde asker ve subay olarak görev yapmış, kariyerimin büyük kısmını savaş suçları ve Holokost üzerine araştırmalar ve yazılarla geçirmiş biri olarak bu sonuca varmak benim için son derece acı vericiydi ve elimden geldiğince direnmeye çalıştım. Ama çeyrek asırdır soykırım üzerine dersler veriyorum. Bir soykırımı gördüğümde tanıyabilirim.

Bu yalnızca bana ait bir sonuç değil. Soykırım çalışmaları ve uluslararası hukuk alanındaki giderek artan sayıda uzman da, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin ancak soykırım olarak tanımlanabileceği sonucuna vardı. Batı Şeria ve Gazze için Birleşmiş Milletler özel raportörü Francesca Albanese ve Uluslararası Af Örgütü de aynı sonuca ulaştı. Güney Afrika, İsrail’e karşı Uluslararası Adalet Divanı’nda bir soykırım davası açtı.

Devletlerin, uluslararası kuruluşların ve hukuk ya da akademi dünyasındaki uzmanların bu tanımlamayı hâlâ reddetmesi, yalnızca Gazze ve İsrail halkına değil, Holokost’un dehşet verici mirasının ardından kurulan ve böylesi vahşetlerin bir daha yaşanmasını önlemeyi amaçlayan uluslararası hukuk sistemine de onarılamaz zararlar verecektir. Bu, hepimizin dayandığı ahlaki düzenin temellerine yönelmiş bir tehdittir.

Soykırım suçu, 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun tümünü ya da bir kısmını, sırf o grup olduğu için, yok etmeye yönelik niyet” olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle bir eylemin soykırım sayılabilmesi için hem bu niyetin saptanması hem de bu niyetin eyleme dönüştüğünün gösterilmesi gerekir. İsrail’in durumunda, bu niyet çok sayıda yetkili ve lider tarafından alenen ifade edilmiştir. Ama niyet, sahadaki operasyonların genel örüntüsünden de tespit edilebilir; bu örüntü Mayıs 2024 itibarıyla belirginleşmiş ve o zamandan beri daha da netleşmiştir: IDF, Gazze Şeridi’ni sistematik biçimde yok etmektedir.

Çoğu soykırım araştırmacısı, bu terimi güncel olaylara uygulama konusunda temkinlidir; zira 1944’te Yahudi-Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in bu kavramı ortaya atmasından bu yana, her katliam ya da insanlık dışı eyleme soykırım denmesi gibi bir eğilim oluşmuştur. Hatta bazıları, bu kategorinin tamamen terk edilmesi gerektiğini, çünkü çoğu zaman belirli bir suçu tanımlamaktan çok öfkeyi dile getirmeye yaradığını savunmaktadır.

Ama Lemkin’in de fark ettiği ve daha sonra Birleşmiş Milletler’in de kabul ettiği gibi, belirli bir insan grubunu yok etmeye yönelik girişimlerin uluslararası hukuktaki diğer suçlardan —savaş suçları ya da insanlığa karşı suçlardan— ayrıştırılabilmesi hayati önemdedir. Zira diğer suçlar sivillerin rastgele ya da kasıtlı biçimde bireyler olarak öldürülmesini kapsarken, soykırım bir grubun üyelerinin, bizzat o grubu geri dönülmez şekilde yok etmek amacıyla hedef alınması anlamına gelir. Amaç, o grubun siyasi, toplumsal ya da kültürel bir bütün olarak bir daha kendini yeniden var edemeyecek hale getirilmesidir. Ve uluslararası toplum, bu sözleşmeyi kabul ederek, böyle bir girişimi önlemeyi, gerçekleştiği sırada durdurmak için elinden geleni yapmayı ve ardından bu suçların faillerini —suç egemen bir devletin sınırları içinde işlenmiş olsa dahi— cezalandırmayı tüm imzacı devletlerin yükümlülüğü olarak kabul etmiştir.

Bu tanımın büyük siyasi, hukuki ve ahlaki sonuçları vardır. Soykırım şüphesiyle itham edilen, suçlanan ya da bu suçtan mahkûm edilen ülkeler, siyasetçiler ve askerî yetkililer insanlık dışı kabul edilir ve uluslararası toplumun bir parçası olarak varlıklarını sürdürme haklarını kaybedebilirler. Uluslararası Adalet Divanı’nın, bir devletin soykırım yaptığı sonucuna varması ve bu kararın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından uygulanması, ağır yaptırımlara yol açabilir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından soykırım ya da diğer uluslararası hukuk ihlallerinden suçlanan veya suçlu bulunan siyasetçiler ya da generaller, kendi ülkeleri dışında tutuklanma riskiyle karşı karşıya kalabilirler. Ve yurttaşlarının bireysel tavırlarından bağımsız olarak, soykırımı onaylayan ve ona ortak olan bir toplum, nefretin ve şiddetin ateşi sönse bile, bu “Kabil lekesi”ni çok uzun bir süre üzerinde taşımaya devam edecektir.

***

İsrail, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım iddialarının tümünü reddetti. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), suç iddialarını soruşturduğunu söylüyor; ama bu soruşturmaların sonuçları nadiren kamuoyuyla paylaşıldı ve disiplin veya protokol ihlalleri kabul edildiğinde, genellikle sorumlu personele yalnızca hafif uyarılar verildi. İsrailli askeri ve siyasi yetkililer, IDF’nin yasalara uygun davrandığını, saldırı düzenlenecek alanlarda sivillere önceden haber verildiğini ve Hamas’ın sivilleri canlı kalkan olarak kullandığını tekrar tekrar dile getirdiler.

Oysa Gazze’de yalnızca konutların değil; hükümet binalarının, hastanelerin, üniversitelerin, okulların, camilerin, kültürel miras alanlarının, su arıtma tesislerinin, tarım arazilerinin ve parkların da sistematik biçimde yok edilmesi, bu topraklarda Filistinlilerin tekrar bir hayat kurmasını son derece düşük bir ihtimal haline getirmeyi amaçlayan bir politikanın göstergesidir.

Haaretz’in yakın tarihli bir araştırmasına göre, yaklaşık 174 bin bina yıkıldı ya da hasar gördü; bu da Gazze’deki yapıların %70’ine varan bir kısmına tekabül ediyor. Gazzeli sağlık yetkililerine göre, bugüne dek 58 binden fazla kişi öldürüldü; bunların 17 binden fazlası çocuktu ve bu da toplam can kaybının neredeyse üçte birine denk geliyor. Ölen çocukların 870’ten fazlası bir yaşından küçüktü.

Sağlık yetkililerinin açıkladığına göre, 2 bin den fazla aile tamamen yok oldu. Buna ek olarak, 5.600 ailenin yalnızca bir ferdi hayatta kaldı. En az 10 bin kişinin hâlâ evlerinin enkazı altında gömülü olduğu düşünülüyor. 138 binden fazla kişi yaralandı veya sakat kaldı.

Gazze, şu anda dünyada kişi başına düşen en fazla ampute çocuk sayısına sahip bölge konumunda. Sürekli askeri saldırılara, ebeveyn kaybına ve uzun süreli yetersiz beslenmeye maruz kalan bir çocuk kuşağı, ömür boyu sürecek ağır fiziksel ve ruhsal sonuçlarla yaşayacak. Kronik hastalığı olan binlerce kişinin hastanelere erişimi ya yok denecek kadar az ya da hiç yok.

Gazze’de yaşanan dehşet, hâlâ çoğu gözlemci tarafından “savaş” olarak tanımlanıyor. Ama bu tanım yanıltıcı. Son bir yıldır IDF, örgütlü bir askerî güçle savaşmıyor. 7 Ekim saldırılarını planlayıp uygulayan Hamas yapılanması imha edildi; geriye kalan zayıflamış grup, İsrail güçleriyle savaşmaya devam etse de, yalnızca İsrail ordusunun kontrolünde olmayan bölgelerde sivil nüfus üzerinde hâlâ bir egemenlik sürdürüyor.

Bugün IDF esasen yıkım ve etnik temizlik operasyonu yürütüyor. Eski genelkurmay başkanı ve savunma bakanı olan, sertlik yanlısı Moshe Yaalon bile, Kasım ayında İsrail’in Demokrat TV kanalında ve ardından çıkan yazılar ve röportajlarda, kuzey Gazze’yi nüfustan “arındırma” girişimini bu şekilde tanımladı.

19 Ocak’ta, Donald Trump’ın baskısıyla —ki Trump bir gün sonra yeniden başkanlık görevine dönmeye hazırlanıyordu— bir ateşkes yürürlüğe girdi ve bu sayede Gazze’deki rehineler ile İsrail’deki Filistinli tutuklular değiş tokuş edildi. Ama 18 Mart’ta İsrail’in ateşkesi bozmasının ardından IDF, tüm Gazze nüfusunu bölgenin dörtte birini oluşturan üç bölgeye —Gazze kenti, merkezdeki mülteci kampları ve Gazze’nin güneybatı ucundaki Mavasi sahil hattı— sıkıştırmayı amaçlayan açık bir planı uygulamaya koydu.

Amerika Birleşik Devletleri tarafından sağlanan çok sayıda buldozer ve devasa bombalarla, ordu geriye kalan tüm yapıları yıkmaya ve bölgenin geri kalan dörtte üçünde kontrolü ele geçirmeye çalışıyor gibi görünüyor.

İsrail ordusu, yardım dağıtımını sadece belli noktalarda ve aralıklı olarak sağlayarak insanları güneye yönlendiriyor. Bu yardım noktaları askerler tarafından korunuyor. Yiyecek bulabilmek için bu noktalara akın eden çok sayıda Gazzeli, yaşanan izdiham ve saldırılar sırasında öldürülüyor. Açlık krizi ise her geçen gün daha da ağırlaşıyor. 7 Temmuz’da Savunma Bakanı Israel Katz, IDF’nin Rafah’ın enkazı üzerine bir “insani şehir” kuracağını duyurdu. Bu şehir, Mavasi bölgesinden getirilecek 600 bin Filistinliyi barındıracak ve bu insanlar uluslararası kuruluşların yardımıyla yaşamlarını sürdürecek. Ama şehri terk etmelerine izin verilmeyecek.

***

Bazıları bu süreci soykırımdan ziyade etnik temizlik olarak tanımlayabilir. Ama bu iki suç arasında bir bağ vardır. Bir etnik grup hiçbir yere gidemediğinde, sürekli olarak bir “güvenli bölgeden” diğerine sürüldüğünde, durmaksızın bombalanıp aç bırakıldığında, etnik temizlik zamanla soykırıma dönüşebilir.

Bu durum, 20. yüzyılın bazı bilinen soykırımlarında da böyle olmuştur: 1904’te başlayan ve bugün Namibya sınırları içinde kalan Alman Güneybatı Afrikası’nda Herero ve Nama halklarına yönelik soykırımda; Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere karşı uygulanan tehcir ve katliamda; ve hatta Yahudilere yönelik soykırımda — yani Holokost’ta. Zira Holokost da, önce Yahudileri sürgün etmeye çalışan bir girişim olarak başlamış, sonunda onların topluca katledilmesine varmıştır.

Bugüne dek, Holokost konusunda çalışan az sayıda akademisyen dışında, bu alanda araştırma ve anma faaliyetleri yürüten hiçbir kurum, İsrail’in savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, etnik temizlik ya da soykırım ile suçlanabileceği yönünde bir uyarıda bulunmadı. Bu sessizlik, “Bir daha asla” sloganını alaya alınır hale getirmiştir; bu söz artık nerede olursa olsun insanlık dışı eylemlere karşı direniş çağrısı olmak yerine, geçmişte yaşanan mağduriyeti gerekçe göstererek başkalarına zulmetmenin bahanesi —hatta adeta bir izin belgesi— gibi kullanılmaktadır.

Bu felaketin telafisi imkânsız sayısız bedelinden biri de budur. İsrail, Gazze’deki Filistin varlığını fiilen ortadan kaldırmaya çalışırken ve Batı Şeria’daki Filistinlilere yönelik şiddeti giderek artırırken, şimdiye dek dayandığı ahlaki ve tarihsel meşruiyet kredisini tüketiyor.

Holokost’un ardından, Yahudilere yönelik Nazi soykırımına bir yanıt olarak kurulan İsrail devleti, kendi güvenliğine yönelik herhangi bir tehdidin potansiyel olarak yeni bir Auschwitz’e yol açabileceği şeklinde görülmesi gerektiğinde ısrar etti. Bu bakış açısı, İsrail’in kendisini düşman olarak gördüğü herkesi Nazi olarak tanımlamasına olanak sağladı — bu da İsrail medyası tarafından Hamas’ı ve dolaylı olarak tüm Gazzelileri tanımlamak için tekrar tekrar kullanılan bir ifadedir. Bu söylem, Gazzelilerin hiçbirinin “olaylara karışmamış” sayılmadığı yönündeki yaygın iddiaya dayanıyor; bebekler bile, büyüdüklerinde militan olacakları varsayımıyla bu çerçeveye dahil ediliyor.

Bu, yeni bir olgu değil. Daha 1982’deki Lübnan işgali sırasında, Başbakan Menachem Begin, Beyrut’ta saklanan Yasir Arafat’ı Berlin’deki sığınağında son günlerini geçiren Adolf Hitler’e benzetmişti. Bugün ise bu benzetme, tüm Gazze nüfusunu yerinden etmeyi ve yok etmeyi amaçlayan bir politikanın parçası olarak kullanılıyor.

Gazze’de her gün yaşanan dehşet manzaraları —ki İsrail kamuoyu kendi medyasının oto-sansürü sayesinde bunlardan büyük ölçüde bihaber— İsrail propagandasının “bu bir savunma savaşıdır, düşman Nazi gibidir” yalanını gözler önüne seriyor. İsrailli sözcülerin, utanmazca IDF’nin “dünyanın en ahlaklı ordusu” olduğu yönündeki kof sloganı dile getirdiğini görmek ürpertici.

Fransa, Britanya, Almanya ve Kanada gibi bazı Avrupa ülkeleri, özellikle Mart ayında ateşkesin ihlal edilmesinden sonra, İsrail’in eylemlerine zayıf da olsa itirazlarını dile getirdiler. Ama silah sevkiyatlarını durdurmadılar ya da Netanyahu hükümetini caydırabilecek anlamlı ekonomik ya da siyasi adımlar atmadılar.

Bir süreliğine, ABD hükümeti de Gazze’ye ilgisini yitirmiş gibiydi. Başkan Trump, Şubat ayında yaptığı açıklamayla ABD’nin Gazze’yi “Ortadoğu’nun Rivierası”na dönüştürme vaadiyle ele alacağını duyurdu; ardından Gazze Şeridi’nin yıkımını İsrail’e bırakıp dikkatini İran’a çevirdi. Şu anda tek umut, Trump’ın isteksiz davranan Netanyahu’ya baskı yaparak en azından yeni bir ateşkes sağlaması ve süregiden katliamı durdurmasıdır.

***

İsrail’in, Holokost’un küllerinden doğan tartışılmaz ahlaki üstünlüğünün kaçınılmaz çöküşü, ülkenin geleceğini nasıl etkileyecek?

Bu kararı, İsrail’in siyasi liderliği ve halkı vermek zorunda kalacak. Oysa içeride bu konuda acilen ihtiyaç duyulan paradigma değişimini zorlayacak ciddi bir baskı görünmüyor: Bu çatışmanın çözümünün, iki tarafın da üzerinde uzlaştığı bir çerçeve dahilinde —ister iki devlet, ister tek devlet, ister konfederasyon— toprağı paylaşmak dışında bir yolu olmadığının kabul edilmesi gerekiyor. Ülkenin müttefiklerinden dışarıdan gelecek ciddi bir baskı ihtimali de zayıf görünüyor. İsrail’in bu yıkıcı rotada ilerlemeye devam etmesinden, belki de geri dönülmez biçimde tam teşekküllü bir otoriter apartheid devletine dönüşmesinden derin endişe duyuyorum. Tarihin bize gösterdiği gibi, bu tür devletler uzun ömürlü olmaz.

Bir başka soru da şu: İsrail’in yaşadığı bu ahlaki çöküş, Holokost’un anılması etrafında oluşan kültürü, hafıza siyaseti, eğitim ve akademik araştırmaları nasıl etkileyecek? Bu alanlarda çalışan pek çok entelektüel ve karar verici, şimdiye dek nerede yaşanırsa yaşansın insanlık dışılığa ve soykırıma karşı ses yükseltme sorumluluğuyla yüzleşmeyi reddetti.

Holokost etrafında şekillenmiş küresel anma ve hatırlama kültürünün parçası olan kişiler, şimdi bir vicdan muhasebesiyle yüzleşmek zorunda kalacak. Karşılaştırmalı soykırım çalışmaları yapan ya da insanlık tarihine damga vuran diğer pek çok soykırımdan birine odaklanan soykırım araştırmacılarından oluşan daha geniş topluluk ise, Gazze’deki olayların bir soykırım olarak tanımlanması konusunda giderek pekişen bir fikir birliğine yaklaşıyor.

Kasım ayında, savaşın başlamasından bir yıl sonra, İsrailli soykırım araştırmacısı Shmuel Lederman, İsrail’in Gazze’de soykırım niteliğinde eylemler icra ettiği yönündeki görüşe katıldığını açıkladı. Kanadalı uluslararası hukukçu William Schabas da geçen yıl aynı sonuca varmıştı ve kısa süre önce İsrail’in Gazze’deki askeri kampanyasını kesin bir ifadeyle “soykırım” olarak nitelendirdi.

Soykırım çalışmaları alanındaki diğer uzmanlar da —Uluslararası Soykırım Araştırmaları Derneği başkanı Melanie O’Brien, İngiliz uzman Martin Shaw (ki Hamas’ın saldırısında bir soykırım niyeti tespit etmiştir)— aynı sonuca vardı. Avustralyalı akademisyen A. Dirk Moses (City University of New York), Hollanda’da yayımlanan NRC gazetesinde yaşananları “soykırımsal ve askerî mantığın bir karışımı” olarak tanımladı.  Aynı yazıda, Amsterdam merkezli NIOD Savaş, Holokost ve Soykırım Araştırmaları Enstitüsü’nden Uğur Ümit Üngör, hâlâ bunun soykırım olmadığını düşünen bazı akademisyenler olabileceğini kabul etti; ama ardından şöyle dedi: “Ama ben onlardan hiçbirini tanımıyorum.”

Tanıdığım Holokost akademisyenlerinin çoğu bu görüşü savunmuyor ya da en azından açıkça dile getirmiyor. New Jersey’deki Stockton Üniversitesi’nde Holokost ve soykırım çalışmaları programının yöneticisi olan İsrailli Raz Segal ile Kudüs İbrani Üniversitesi tarihçileri Amos Goldberg ve Daniel Blatman gibi birkaç istisna dışında, Nazi soykırımı tarihiyle ilgilenen akademisyenlerin büyük çoğunluğu çarpıcı bir sessizlik içinde. Hatta bazıları İsrail’in Gazze’deki suçlarını alenen inkâr etti ya da eleştirel meslektaşlarını tahrik edici konuşmalar yapmakla, abartmakla, bilgi kirliliği yaratmakla ve antisemitizmle suçladı.

Aralık ayında, Holokost araştırmacısı Norman J. W. Goda, “Bu tür soykırım suçlamalarının uzun süredir İsrail’in meşruiyetine yönelik daha geniş itirazları örtmek için kullanıldığını” ve bu suçlamaların “soykırım sözcüğünün taşıdığı ağırlığı ucuzlattığını” ifade etti. Dr. Goda, bir makalesinde bu suçlamayı “soykırım iftirası” olarak tanımladı ve bunun, çocukların öldürülmesiyle ilgili suçlamalarla birlikte kullanılması gibi antisemitik motifler içerdiğini öne sürdü. Bahsettiği çocukların görüntüleri, sivil toplum kuruluşlarının, sosyal medyanın ve İsrail’i soykırımla suçlayan diğer platformların paylaşımlarında sıkça yer alıyor.

Başka deyişle, ABD yapımı bombalarla parçalanmış Filistinli çocukların görüntülerini paylaşmak, bu görüşe göre, antisemitik bir eylem sayılıyor.

Son olarak, Dr. Goda ve Avrupa tarihi alanında saygın bir akademisyen olan Jeffrey Herf, The Washington Post’ta kaleme aldıkları yazıda, “İsrail’e yöneltilen soykırım suçlaması, Hıristiyanlık ve İslam’ın radikal yorumlarında görülen derin korku ve nefretlere dayanıyor” dediler. Bu suçlamanın, “Yahudilere yönelen öfkeyi bir dinî ya da etnik gruptan alıp İsrail Devleti’ne yönelttiğini ve onu doğası gereği şeytanlaştırdığını” öne sürdüler.

Soykırım araştırmacılarıyla Holokost tarihçileri arasındaki bu ayrışmanın ne gibi sonuçlara yol açacağı ciddi bir sorudur. Bu, sadece akademi içindeki bir tartışmadan ibaret değil. Son elli-altmış yılda Holokost etrafında oluşan hafıza kültürü, yalnızca Yahudilere yönelik soykırımı hatırlatmakla kalmadı; siyaset, eğitim ve kimlik alanlarında da belirleyici bir rol oynadı.

Holokost’a adanmış müzeler, dünya genelindeki diğer soykırımların anlatımında da birer örnek olarak kullanıldı. Holokost’tan çıkarılması gereken derslerin; hoşgörü, çeşitlilik, ırkçılık karşıtlığı, göçmen ve mültecilere destek, insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk gibi değerleri savunmayı gerektirdiği yönündeki görüş, bu suçun Batı uygarlığının merkezinde ve modernitenin zirvesinde işlenmiş olmasının evrensel anlamının kavranmasına dayanır.

Gazze’deki soykırımı dile getiren soykırım araştırmacılarını antisemitizmle suçlamak, bu alanın temelini oluşturan ilkelere —yani soykırımı tanımlama, önleme, cezalandırma ve tarihini yeniden yazma görevine— zarar vermektedir. Bu çabanın kötü niyetli amaçlarla ya da Holokost’un doğrudan temelinde yer alan nefret ve önyargıyla yönlendirildiğini ima etmek yalnızca ahlaki açıdan skandal değildir, aynı zamanda inkâr ve cezasızlık siyasetinin de önünü açmaktadır.

Aynı şekilde, kariyerlerini Holokost’u öğretmeye ve anmaya adamış kişilerin, Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği soykırımsal eylemleri görmezden gelmeleri ya da inkâr etmeleri, Holokost araştırmaları ve anma kültürünün son on yıllarda temsil ettiği her şeyi tehdit etmektedir: Yani, her insanın onuruna saygı gösterilmesi, hukukun üstünlüğünün korunması ve güvenlik ya da ulusal çıkar gibi gerekçelerle insanlık dışı eylemlerin meşrulaştırılmasına asla izin verilmemesi gerektiği ilkesini.

Korkum şu ki Gazze’de yaşanan soykırımın ardından Holokost artık eskisi gibi öğretilemeyecek ve araştırılamayacak. Çünkü Holokost, İsrail devleti ve destekçileri tarafından, IDF’nin işlediği suçları örtbas etmek amacıyla o kadar ısrarla ve sistemli bir biçimde kullanıldı ki, bu anma ve araştırma faaliyetleri, evrensel adaleti savunduğu iddiasını sürdürmez hale gelebilir.  Böylece Holokost, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki konumuna geri dönerek, marjinalleştirilmiş bir halkın kalıntılarının sahiplendiği, yalnızca etnik bir mesele olarak görülen dar bir çerçeveye hapsedilebilir. Oysa bu anlayış, ancak on yıllar süren bir çabayla aşılmış ve Holokost, tüm insanlık için evrensel bir ders ve uyarı olarak kabul görmeye başlamıştır.

Aynı derecede endişe verici bir başka ihtimal de şudur: Soykırım çalışmaları bütünüyle antisemitizm suçlamalarıyla boğularak yok olabilir. Bu da, 20. yüzyılda geliştirilen akademik, kültürel ve siyasi çabaların merkezinde yer alan değerlere —hoşgörüye, ırkçılık karşıtlığına, insan haklarına— karşı bugün yükselen hoşgörüsüzlük, ırkçı nefret, popülizm ve otoriterliğe karşı durabilecek bilimsel ve hukuki topluluğun ortadan kalkması anlamına gelir.

Belki de bu karanlık tünelin ucundaki tek umut ışığı, İsrail’de yeni bir kuşağın geleceğe Holokost’un gölgesine sığınmadan bakmak zorunda kalmasıdır. Ama bu kuşak, kendi adlarına işlenmiş Gazze soykırımının utancını da taşımak zorunda kalacaktır. İsrail, artık insanlık dışı eylemleri meşrulaştırmak için Holokost’a sığınmadan yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak. Bugün tanık olduğumuz tüm korkunç acılara rağmen, bu durum uzun vadede İsrail’in geleceğe daha sağlıklı, daha akılcı, daha az korkuyla ve daha az şiddetle bakmasına yardımcı olabilir.

Elbette bu, Filistinlilerin yaşadığı büyük kayıpları ve acıları telafi etmez. Ama Holokost’un ezici yükünden kurtulmuş bir İsrail, belki en sonunda, İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan yedi milyon Filistinliyle birlikte, yedi milyon Yahudi yurttaşının da bu toprakları barış, eşitlik ve onur içinde paylaşması gerektiği gerçeğiyle yüzleşebilir. Gerçek adalet, ancak bu şekilde olabilir.