İklim Değişirken Yükselen Ahlakçılık

Sol tandanslı şirketlerin ve kurumların (oksimoronu şimdilik bir kenara bırakırsak) anaparalarını, mal birikimlerini nasıl değerlendirmeleri gerektiği önemli bir konudur. Üniversitelerin, köklü gazetelerin, kooperatiflerin, büyük yayınevlerinin oldukça büyük meblağlara erişebilen mal varlıklarını neye yatırdıkları sadece ekonomik değil, ahlaki de bir karardır. Bu kurumların okurları, takipçileri, çalışanları da bu yatırım hakkında, en azından medeni memleketlerde, söz sahibidir.

The Guardian gazetesi geçtiğimiz haftalarda (2 Nisan 2015) yatırım portfolyosunu, ki 800 milyon sterlinin üzerindeymiş, bundan sonra fosil yakıtlarda değerlendirmeyeceğini açıkladı. Bu kararı ahlaki gerekçelerle aldığını belirtirken, alternatif enerji sektörünün artık kar etmeye başladığının da altını çizdi. Dahası, gazete, tıp ve biyolojik bilimlere en fazla para aktaran iki hayır kuruluşunu (Bill ve Melinda Gates Vakfı ile Wellcome Trust) da bu politikaya davet etti. Keza, Nobel ödüllü alternatif enerji misyoneri Al Gore da kurduğu vakıf aracılığıyla alternatif enerjiyi desteklerken, yatırım şirketi aracılığıyla da yeşil enerji üzerinden çok ciddi kazançlar elde etmekte ve dahası bu geliri de vakfına aktarmaktaymış (The New York Times, 16 Mart 2015). Yeşil enerjinin ve hatta yeşil hayat tarzının giderek artan miktarlarda yatırımı kendine çekmesinin ardında birçok faktör var. Bill Gates başta olmak üzere Silikon Vadisi teknokratlarının sentetik vegan gıdaya yönelik yatırımlarından tutun da, güneş panellerinin maliyetinin azalması, güneş tribünlerine çarpıp ölen kuşların yavaş yavaş göç rotalarını değiştirmeyi öğrenmesine değin birçok neden sıralanabilir bunun için.

1.

İklim değişikliğine karşı mücadele eden, kendini “iklim adaleti hareketi” olarak anlatan mücadelenin en önemli tezlerinden biri fosil yakıtların yer altında kalması gerekliliğidir. Bu yazıda, bu anti-endüstriyalist tezin ahlakçılığa yol açma riskine işaret edeceğim. Bu tezimi de yer yer Naomi Klein’in yeni çalışması “This Changes Everything” (İşte Bu Her Şeyi Değiştirir) üzerinden okuyacağım. Bu kitap, her ne kadar benim için hayal kırıklığı yaratmışsa da, maden kazalarıyla örülü bir endüstriyel tarihi olan bir ülkeden bakıldığında iklim değişikliği karşıtı hareketi anlamak için önemlidir.

İklim karşıtı mücadelenin görünen iki önemli siyaset alanı var. Birincisi iklim değişikliği inkarcılarına karşı girişilen mücadele, ikincisiyse fosil yakıtlar olmadan ekonomik sistemin ayakta tutulabileceğine dair tezler geliştirme. Yazıyı derli toplu tutma adına, şimdilik sadece ikinci mücadele alanına değineceğim. Fosil yakıtlar olmadan ekonomiyi döndürebilme hevesini de özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkeler açısından ele alacağım. Tezim belli: gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğine karşı mücadelesi, ister istemez bir ahlakçılığa yol açar ve böyle bir ahlakçılıktan medet umar. Bu ahlakçılık da siyasi mücadelenin başarı şansını düşürür. Yazıyı, bu sorunu işleyerek sürdüreceğim.

2.

Yeşil kalkınma modeli geliştirme çabalarının iki büyük kusuru var. İlki endüstriyalizmi tek iktisadi kalkınma yöntemi olarak görmeleri, ikincisiyse devlet destekli kapitalizm tarafından kolaylıkla suistimal edilebilmeleri. İlk kusur, yüzde yüz elektrikli, pahalı ama vergisi düşük otomobillere, ikincisiyse mikro-kredilere ve fair-trade çikolatalara yol açıyor. Elbette tüm bu çabaların ekolojik değeri olduğu açık. Az karbondioksit üreten arabalar, işçisini az sömüren kakao tarımı (her ne kadar o işçiler hiç çikolata yememiş olsalar da) hiç yoktan iyidir diye düşünülebilir.

Yine de bu iki büyük kusurun ötesinde, belki de bizleri daha da fazla ilgilendiren bir mesele var. Gelişmekte olan ülkeler, ki artık endüstriyel üretimin merkezi bu ülkelerdir, acaba ne kadar yeşil kalabilir? Bu toplumlara, popülizme sarılamadan ekoloji temelli mesajlar, hele hele ekonomik kalkınma temelinde nasıl anlatılır? Yoksa, yeşil ekonomi ve haliyle küresel ısınma karşıtı mücadele ancak post-endüstriyalist toplumlarda mı anlamlıdır? Bu sorular üzerinde düşünürken, sadece Türkiye’yi değil, özellikle Hindistan ve Çin gibi fabrika-ülkeleri anımsamak önemlidir. Benzer şekilde, örneğin Fransız nükleer santralleri sayesinde elektriklenen hızlı trenlerin, daha da önemlisi bu trenlerin sembolize ettiği refah ve kalkınmışlık duygularının artık bir sıradanlık haline geldiği Avrupa’yı da unutmamak gerekir. Haliyle, gelişmişliğin ve refahın enerji bolluğuyla özdeşleştirilmesi, hele hele gelişmekte olan ülkelerden bakıldığında, çok da şaşırtıcı değil.

Yeşil ekonominin bu sorulara verdiği cevaplar ezen-ezilen ilişkisini, sınıfsal çelişkileri ekoloji üzerinden inşa eder. Bir yandan sanayileşmiş ülkeler kadar olmasa da küresel ısınmaya neden olan yoksul ülkeler, bir yandan da küresel ısınmaya neredeyse hiç sebebiyet vermeyen ama iklim krizinden de en çok etkilenen ülkeler, hatta diğer bir yanda da küresel ısınmayı yaratan ama şimdi de bu kusuru kapamak için en çok mücadele eden ülkeler, ekolojik zeminde sınıfsal sınırları ve hiyerarşileri yeniden belirliyor. Ayrıca, yeşil ekonomi, kaçınılmaz olarak, doğu ahlakının ötesinde, zorlayıcı ve deontolojist bir ahlak inşa etmeye çalışıyor. Bu deontoloji, getirebileceği kısa vadeli yüksek faydaya rağmen, fosil yakıtların sadece İngiltere’de veya ABD’de değil, Çin’de de, Hindistan’da da, Türkiye’de de yeraltında bırakılmaları gerektiğini emrediyor. Bu yazıda, işin mühendislik ve teknolojik kısmının değil de, iktisadi kısmının bizi ilgilendirmesinin yegane sebebi budur. Ahlakçı olmadan “bırakın doğal gaz, petrol ve kömür yeraltında kalsın” demenin bir ideolojisi olabilir mi? Yahut, bu ahlakçılık, bilhassa Hindistan’ın yoksulluğu ve sefaleti düşünüldüğünde, gerçekten ahlaklı mıdır?

Kuşkusuz bu soruya yanıt verirken duygusal etmenleri, trajik maden kazalarını, naif siyasetin (en büyük gelir kaynaklarından biri Kuzey Denizi petrolü olan) Norveç’e öykünmesini bir kenara bırakmak gerekiyor. Benzer şekilde, çalkantılı piyasalarda yeşil ekonominin şimdilik sağlayabildiği yüksek getiriyi, bu şirketlerin ve start-up’ların piyasa ve borsa değerlerini de göz ardı etmek gerekiyor, çünkü bu rakamlar da bir ideolojiyi anlamak için güvenilir bir veri, faydalı birer parametre sunmuyor. Dahası, “bırakın uranyum yer altında kalsın” demenin de ötesinde, anti-nükleer tezlerin de ötesinde bir zorluk taşıyor kömür madenleri ve petrol kuyularını kapama hevesi. Malum, uranyumu işlemek, nükleer santral kurmak ciddi teknolojik üstünlük gerektiren, yine de erişilebilir bir mühendisliktir. Oysa, kömür santrali çok daha basittir, kaza riski karşılaştırılamayacak kadar daha düşüktür. Dahası, sadece santrallerde değil, evlerde, okullarda da kömür, doğal gaz yakılır ısınmak için. Bu nedenle fosil yakıtlarla ısınma, hepimizin hayatının nesiller boyu bir parçası olmuştur ki bu da kırılması zor bir aşinalık getirmektedir. Kısacası, epey negatif ve darlaşan bir çerçeveden bu soruyu yanıtlamak durumundayız. Üstüne üstlük bunu, okuru da yazarı da ekolojik zeminde gitgide daha da karamsarlaşan bir ülkenin perspektifinden yapmak zorundayız. ÇED sıfatını takınmış ekolojik kriterlerin hiçbir zaman ciddiye alınmadığı, Bergama altın madeninin çatır çatır (hala) çalıştığı, Hasankeyf’in göz göre göre yok olacağı, Anadolu parsının avlana avlana yok edildiği bir coğrafyadan bakınca, meselenin ne kadar güç olduğu, mücadelenin ne kadar çetrefilleşebileceği görülecektir. Kısacası, bu yazıda, kalkınmacı ve endüstriyalist tezi yeniden ele almadan iklim değişikliğine karşı çıkmanın zorluklarına değineceğim.

Bu zorluğu değilleyen önemli bir antitez ise, Türkiye’nin güneşli (ve rüzgarlı ve denizli) bir ülke olmasıdır. Bunun, duş alırken kullandığımız güneş enerjili su ısıtma sistemlerinin ötesine geçip, evde televizyon izlerken de kullanılabileceği anlatılagelir hep. Fakat, kitlesel anlamda, yeşil ve geri dönüşebilir enerjiyle işleyen bir köy ya da mahalle bildiğim kadarıyla hala yok. Benzer şekilde güneş panellerini pillere bağlayan da görmedim (ODTÜ - Güneş Kent elbette imrenilesi bir istisnadır).

Bu karamsarlık, yeşil kalkınmanın nasıl paradigma halini alabileceğini düşünmenin öneminin altını tekrar çiziyor. Dahası, Klein’ın “Shock Doctrine” (Şok Doktrini) kitabında çok iyi anlattığı gibi, hele hele bizimki gibi ülkelerde, yaşanan krizlerin egemen politika tarafından nasıl bir siyasi faydaya ve sömürü aracına dönüştürülebileceğini hatırlamak önemlidir. Türkiye’nin elektrik ithal eder hale gelmesinin nükleer santraller için bir tez olarak kullanılabilmesi (halbuki bu yeşil enerji için de bir tezdir), maden kazalarının madenlerin kapatılmasını ve bu endüstrinin lağvedilmesi için değil işin fıtratını pekiştirmek (ve alttan alta mağdurları martirleştirerek kömüre bağlılığımızı körüklemek) için kullanılması başat örnekler olarak sıralanabilir. Küresel ölçekte de, Klein’dan okuyoruz, artan küresel kuraklığın çiftçileri daha da fakirleştirmesi de, GDO’lu tohumlara bağlılık yaratmada kullanılmaktadır (Antalya - Kumluca’dan en son ne zaman geçtiniz?). Keza, Çin’de hava kirliliğinin trajik boyutlara varması da kömür santrallerini kapatmaz, ağız-burun maskesi satışlarını arttırır.

3.

İklim değişikliği karşıtı mücadelenin merkezi amaçlarından biri, iklimi felç eden bir zenginlik yoğunlaşması yaratan sistemin kendisini de değiştirmektir. İklim değişikliği inkarcıları, Klein’ın güzel bir şekilde ortaya koyduğu gibi, “küresel ısınmanın zenginliği yeniden dağıtmak için bir komplo” olduğunu iddia ederken paranoyak değil, tam tersine gerçekçidirler. Doğrudur, örneğin banliyö/otomobil/AVM merkezli bir kent projesinin yarattığı otomobil sanayisi, küresel ısınmanın birincil müsebbibidir. Klein’in kitabında hiç değinmediği ikinci büyük faktörse, hayvancılık endüstrisidir. Artık Birleşmiş Milletler raporlarına girecek kadar aşikarlaşan bu ilişki, yukarıda değindiğim banliyö/otomobil/AVM sacayağın dördüncüsüdür. Banliyöden arabayla AVM’ye gidip sucuklu pide yemek, bu ilişkiyi somutlaştıran bir örnek olarak çoğumuza aşinadır. Hayvancılık sanayisinin saklamaya gayret ettiği, besi hayvanlarının sadece tezekleriyle değil vücut sıcaklıklarıyla da küresel ısınmaya neden olduğu gerçeği artık yaygın medyada bile kendine yer bulan bir tahlil. Yerel bir ekolojik perspektiften bakınca bu da bizi şaşırtmamalı. Büyükbaşların vücut ısılarıyla ya da tezekleriyle ısınan evler/ahırlar hala çok uzak bir geçmişe ait değil. Haliyle paradigmanın yenilenmesinin zorluğu kendini tekrar belli ediyor: “bırakın, kömür/petrol yeraltında kalsın; bırakın, inek/koyun çayırda kalsın”. Bu açıdan bakıldığında Klein’ın vegan siyasete neden değinmediğini anlamak, hele hele iklim adaleti mücadelesini anlatan bir kitap dahilinde, daha da zorlaşıyor.

Değindiğim yeni-paradigmanın ilk aşamada kendini belli etmeyen birkaç zorluğu var. Birincisi, yeni-paradigmanın bir denge hali oluşu. Diğer bir deyişle, fosil yakıttan vazgeçen ülkeler, vazgeçmeyen ülkeler azımsanamayacak bir sayıda oldukları sürece, bu fedakarlıklarının karşılığını alamayacaklardır. Türkiye fosil yakıttan tamamen vazgeçse bile, Hindistan’ın, Rusya’nın, Çin’in pusu ve dumanı yine bize gelecektir, nasıl nükleerimiz olmadığı halde Çernobil’den etkilendiysek. Haliyle, topyekün bir küresel mücadelenin gerektiği birincil konulardan biridir iklim mücadelesi. Denge hali de, ancak ve ancak ezici çoğunluğun aynı hamleleri yapmasıyla kurulacaktır. Bu tür bir “sath-ı mücadele” de malum zorluklara gebedir, ki çoğu okura enternasyonalist literatürden aşina olmalıdır bu.

Tüm bu zorluklar, ivedi ve acil çözümleri birey-merkezli olmaya zorluyor. Dahası, sözü edilen bu bireyler, yani bu çözümleri hayatlarına devşirebilecek insanlar, şanslı azınlıktır. Haliyle, maaşından zar zor biriktirdiği parayla, ailesini gezdirmek için ikinci el araba alan bir emekçiye, bilmem kaç kat daha fazla para verdirip Pirius aldırtmak manasız bir çabadır, hatta ahlaksızlıktır. Ahlakçılığın, iklim adaleti zemininde geri tepme ihtimalinin en büyük olduğu nokta da budur. Hemen her ahlakçı tespit gibi, haddini aşarak, sadece “gerçekten ahlaksızları” değil, farklı motivasyonla ahlaksız eyleme iştirak eden, etmek zorunda bırakılan çoğunluğu da suçlamaktadır. Bu da ideolojik bir sapmaya neden olmaktadır.

Bu nokta, sorumluluğun çoğunu bireye yükleyip, bireye de bu sorumluluklarını yerine getirmeyince kızma noktası, belki fazla Parizyen, fazla Kantçıdır, farkındayım. Fakat, baştan beri değindiğim gibi, bu ahlakçılık, küresel ısınmayla mücadeleyi gelişmekte olan ülkelere taşıyınca elde kalan tek çözüm olarak beliriyor. İkinci zorluk da budur: ahlakçı mücadele, iklim adaleti meselesinde, bir stratejik seçim değil, eldeki tek seçenektir.

Bu ikinci zorluğu arttıran diğer bir mesele de ahlakçı vurdumduymazlıktır. Yeşil siyaseti bir kenara bırakın, zaten halihazırda ahlakçılığın bir muhalefet formu olarak ortaya çıktığı sayısız kapitalist günahla birlikte yaşıyoruz. Şımarık tüketim kültüründen tutun da, Amerikanvari bir “her şeyi hak ediyorum” vahşiliğine, karnizme dek türlü türlü saha tespit etmek mümkün bu ahlakçılığı uygulamak için. Dolayısıyla, elimizde gani gani malzeme var. Tüm bunlara, sanki insanlık tarihinde ahlakçı siyasetin ivme kazanması için en ideal devirde yaşıyor olmamıza rağmen, ahlakçı tez hala yeterli kuvvette bir ivme yaratamıyor. Demek ki, ahlakçı siyasetin başarı şansı, nedeni ne olursa olsun, düşükmüş.

Öte yandan, bu negativist, dışlayıcı ahlakçılığa tersten bakmak da mümkün. Örneğin, yüzeyselce ele alırsak, bankalar eğer insanları soyan, onlar üzerinden para kazanan şer kuruluşlarıysa, neden biz “iyi insanlar”, “iyi bankalar” kurmuyoruz? Bunun halihazırda gani gani örneği elbette var. Türlü türlü “sandıklar”, “döner sermayeler”, “kooperatifler”, esnaf loncaları, “kredi birlikleri” aslında çoğumuzun aşina olduğu sistemlerdir. Fakat yine de, para piyasalarına giren, siyaseten doğru olmaya mümkün mertebe dikkat eden, devletsiz, kooperatifleşmiş bir bankamız, emekli sandığımız, sigorta şirketimiz yok. Sadece ahlakçılığın zorlukları ve apolitikliğiyle açıklamak mümkün değil bunu. Bunun en önemli sebebi, ahlakçılığı yine yardımımıza çağırırsak, belki tembellik, belki de piyasayı “çakallara bırakma” gevşekliğidir. Yoksa, ucuza güneş panelleri yapmaya çalışan girişimcilere, bunları pillere depolayabilecek bilim adamlarına, bunu elektrik olarak arabalara ve evlere satabilecek holdinglere mi ihtiyacımız var? Bu ihtimali acele ederek dışlamanın iklime ihanet olduğunu düşünüyorum. Eğer günü kurtarmak için verilecek ilk taviz buysa, buna hazır olmalıyız.

4.

Yeşil hareketin, küresel ısınma karşıtı hareket zemininde, gelişmekte olan ülkelerde nasıl işlenebileceğine dair birkaç gerçekçi analizi Klein’ın yeni çalışmasında okumak mümkün. Örneğin, en çok kirliliği gelişmiş endüstriyel ülkeler yaratırken, bundan en büyük zararı gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerin gördüğü gerçeği meselenin sınıfsal analizinde önemli bir kriterdir. Diğer bir kriter de, zaten endüstrisini Uzakdoğu Asya’ya kaydırmış batının fosil yakıtlardan vazgeçmesinin, gelişmekte olan ülkelere nazaran daha kolay ve çabuk olabileceğidir. Bu zeminde kaya gazı (fracking) da yeni bir fosil yakıt olarak batının gündemine giderek daha da artan bir ivmeyle giriyor, fosil yakıtın çok daha yakında olduğunu insanlara anımsatıyor.

Yeşil hareketin yeşil-korkuya (green-scare) dönüştürülmeye çalışılması, ekolojik mücadelenin “radikalleştirilerek” kamuoyu nezdinde tu-kaka edilmesi meselenin biricik sınıfsal boyutu değil. Bununla birlikte yalancı-yeşil yakıtlar da gitgide daha popülerleştiriliyor. Biyodizelden tutun da kaya gazına dek yeni yakıtlar, iklim değişikliğine olan katkılarından söz edilmeden yeni ve yeşil yakıtlar olarak sunuluyor. Tüm bu yeni yakıtların “yakma” üzerinden işliyor oluşu ve bu nedenle halihazırdaki teknolojilere uyumunun nispeten kolay oluşu, gerçek yeşil yakıtların şansını daha da zorlaştırıyor. Böylece çünkü, yeşil yakıtlara ulaşana dek aşılması gereken yakıt çeşiti, atlanması gereken hendek sayısı gitgide artıyor. Bunu ‘su uyur düşman uyumaz’ olarak okumak da pekala mümkün. Güneş pillerinin hafiflemesi ve ucuzlaması ağır aksak aşamalar kaydederken, büyük petrol şirketleri biyodizele, kaya gazına, kutup petrollerine yüksek yatırımlar yapageliyor. Bu da yetmezmiş gibi küresel sermaye hareketleri de petrol zengini körfez ülkelerinin, Asyalı işçi sömürüleri ayyuka çıksa dahi, finansal manada çok akıllandığını gösteriyor. Paris’in en pahalı evinin de, en pahalı otelinin de, futbol takımının da Katarlılara ait olması artık şaşırtıcı değil. Bu gidişle körfez ülkelerinin güneş enerjisinde öne geçmesi bile şaşırtıcı olmayacak.

Bu minvalde, yeşil yakıtın diğer bir sınıfsal kusuru da gelişmiş ve endüstriyel toplumları “öncü” olarak kodlamasıdır. Kuşkusuz bu rol müspet ve pratik gerekçelerle ortaya çıkmıştır, bunda şaşıracak bir şey yok. Fakat, siyaseten problematik olan noktaysa, meselenin ‘devrim ithalatına’ dönüşme riskidir - bu riskleri burada tekrarlamayayım. Dolayısıyla, yerele dayalı yeşil enerjinin teşviki ve desteklenmesinin ötesine atılan her adım ihtiyatla atılmalıdır.

Öte yandan, yeşil teknoloji ithalatının, nostaljik bir pastorelliği kendine argüman olarak seçtiğini de unutmamak lazımdır. Zira bu nokta kriz doktrini için bir kaldıraç noktasıdır. “Madem nükleer istemiyorsunuz, kömür santrali kuralım, kaya gazı çıkaralım” argümanı, devleti de arkasına alarak giderek egemen olabilmektedir. Kitlelere temiz ve yeşil olarak sunulan nükleer ütopyası da budur.

Son olarak, kısaca değinmek gerekir ki, yeşil enerji denkleminin artık giderek dikkat çeken diğer bir noktası da, “zengin ve gelişmiş batıya” bağımlılığı, milliyetçi hezeyanlarla, azaltagelmesidir. İran-Hindistan hattındaki nükleer gelişmeler “batının” teknolojik üstünlüğün artık pek de gerçekçi bir tez olmadığını hatırlatıyor. Yeşil enerji açısından da durum net: nükleer santral ve nükleer füze yapabiliyorsun da, güneş ve rüzgar santralleri mi zor geliyor?

5.

Klein’ın son kitabını okumak, gelişmekte olan ekonomileri eleştirmekte gerçekçi bir katkı sağlayamıyor. Yeşil enerji hareketinin, ahlakçı bir tasarrufçuluk ya da anti-endüstriyalist pastoralist argümanlarla başarı şansının nasıl arttırabileceğine, “köylülükten kurtulmaya çalışan” bizimki gibi bir toplumda bu argümanları yerele ne kadar seslendiğine Klein dikkat çekmiyor. Bu yazıda dikkat çektiğim dört zorluk bu nedenle anlamlıdır. Bir, ahlakçı tez haddini aşarak sadece “gerçek ahlaksızları” değil, ezilenleri de suçlayabilmektedir. İki, ahlakçı mücadele, ne kadar iyimserleşirsek iyimserleşelim, gelişmekte olan demokratik ekonomilerde tek gerçekçi seçenek olarak belirmektedir ve bu da meseleye siyasi ve iktisadi parametrelerin eklemlenmesini zorlaştırmaktadır. Üç, gelişmekte olan ekonomilerin teknolojik yetersizlikleri bir mühendislik handikapından ziyade siyasal bir sorundur. Kim bilir, belki de güneş enerjisini ucuzca pillere depolayabilecek teknolojiyi üretecek bilim adamlarımız olsaydı Ören Termik Santrali zarar eder ve kapanır, Milas kömür yatağında da kimse çalışmazdı. Benzer şekilde, İran da nükleere ve fosile alternatif arardı. Bu hayalin gerçekleşmemesinin nedeni memlekette mühendis ve fabrika olmaması değil, yeşil siyasetin zayıflığıdır. Dört, zengin batı ve kuzeyle, yoksul doğu ve güney arasındaki sınıfsal ve sosyo-ekonomik ayrımı tekrar tekrar anımsatması nedeniyle belki de, yeşil enerjinin kendini eşitlikçi ve adil bir siyaset üzerinden kodlaması zorlaşmaktadır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, meselenin kuramsal ve meta-politik analizi aslında çok daha ciddi ve temel bir soruna dikkat çekiyor. Bireysel sorumlulukların kitlesel sorumluluklara siyaset aracılığıyla dönüştürülmesi, tümevarımın temel problemlerine benzer bir form taşıyor. Bu da sorunu daha da karmaşıklaştırıyor.

Bu kısa yazıda, bu kadar büyük bir soruna çözüm üretmek imkansız. Fakat, bu çözümsüzlüğün analizi de, çözüm üretme çabaları kadar anlamlıdır. Klein’ın çalışması her iki boyutta da bize katkı sunuyor. Ancak, problemin yereldeki çözümünü ise, mecburen, bizlere bırakıyor. Dolayısıyla, yerel mücadele de gerek asli bir siyaset zemini olarak gerekse yeşil mücadele için bir kaldıraç noktası olarak kendini bize yeniden hatırlatıyor.