Türkiye’de yükseköğretim, son on yılda yalnızca kurumsal bir zayıflama değil, kültürel ve etik bir çözülme sürecinden geçiyor. OECD ve Eurostat verilerinin gösterdiği yapısal kriz –genç işsizliğindeki artış, bütçe payındaki düşüş, nitelik kaybı ve araştırma olanaklarının daralması– üniversitenin bir “aidiyet ve güven alanı” olarak da aşınmasına yol açıyor. Bu büyük tablonun içinde danışman-öğrenci ilişkisi, yükseköğretimdeki dönüşümün en görünür ve en kırılgan mikro alanı olarak öne çıkıyor; çünkü bu ilişki, kurum içindeki emek, güven ve etik sorumluluğun en doğrudan deneyimlendiği yerlerden biridir. Dolayısıyla bu metin, devasa bir yapısal sorunu tek bir örneğe indirgemeyi değil; makro düzeyde yaşanan bu erozyonun mikro düzeyde en çok nerede kırıldığını –güven, emek ve etik sorumluluk ekseninde– göstermeyi amaçlıyor. Burada paylaşılan deneyim, kişisel bir hikâyeden çok, Türkiye akademisinde giderek yaygınlaşan bir etik asimetri ve aidiyet kaybının küçük bir kesitidir.
Yakın zaman önce Le Monde’da yayımlanan bir haber, Türkiye’deki yükseköğretimin alarm veren göstergelerini uluslararası kamuoyunun dikkatine taşıyordu. Haberde aktarılan OECD ve Eurostat verileri, 18–24 yaş arasındaki gençlerin üçte birinin ne eğitimde ne istihdamda yer aldığını; genç kadınlarda bu oranın yüzde 42’ye çıktığını gösteriyordu. Üniversite mezunlarında istihdam oranının Avrupa’nın en düşük seviyesine gerilemesi, mezun işsizliğinin genel işsizlik oranını aşması ve kamunun yükseköğretime ayırdığı payın sürekli düşmesi, yalnız ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir çöküşün işaretlerini taşıyor. Çünkü üniversitenin üretim kapasitesi ve düşünme alışkanlıkları yalnızca bütçeyle değil, o bütçenin temsil ettiği kamusal iradeyle de belirleniyor. Bu göstergeler, bireysel deneyimlerin yapısal çerçeveden bağımsız yorumlanamayacağını; aksine her bir mikro ilişkinin bu makro tablo içinde anlam kazandığını düşündürüyor.
Sessizlik ve Kriz Arasında
Bu verilerin işaret ettiği tablo, sayısal gerilemenin ötesinde, akademik kültürün görünmez dokusunda yaşanan bir kırılmanın habercisi. Üniversiteler, bilgi üretiminin yanı sıra kuşaklar arası aktarımın, eleştirel düşünmenin ve etik sorumluluğun da mekânlarıdır. Ancak Türkiye’de son yıllarda tartışmaya açılan “program sadeleştirme”, dört yıllık eğitimin üç yıla indirilmesi ve uygulama odaklı yeniden yapılanma gibi reform önerileri, bu kültürel omurganın giderek daha fazla aşındığını gösteriyor. Öğrenme sürecini hızlandırmayı hedefleyen bu düzenlemeler, düşünmenin ve akademik olgunlaşmanın gerektirdiği sürekliliği zayıflatıyor. Akademik yıl açılışında duyurulan bu dönüşüm planları, ekonomik göstergeler kadar üniversitenin sessizce maruz kaldığı bir değer kaybının da işaretlerini taşıyor. Çünkü kurumların niteliğini belirleyen yalnızca finansal koşullar değil; içeride yaşanan emek, güven ve aidiyet ilişkileridir. Bu kırılgan atmosfer, danışman–öğrenci ilişkisinin neden böylesine belirleyici bir kırılma alanına dönüştüğünü daha görünür kılıyor.
Güvenin Yönü: Danışmanlıkta Etik Denge Üzerine
Nature’ın 2025 tarihli doktora öğrencileri anketi,[1] danışman-öğrenci ilişkisinin akademik memnuniyet üzerindeki belirleyici etkisini açıkça ortaya koyuyor: Düzenli iletişim, birlikte düşünme kültürü ve karşılıklı sorumluluk paylaşımı, öğrencilerin yalnızca akademik değil, duygusal dayanıklılıklarını da güçlendiriyor. Ancak bu veriler, çoğu zaman “iyi danışmanlık” kavramını tek yönlü bir iyilik hâli olarak çerçeveliyor. Oysa güven, doğası gereği tek taraflı bir jest değil; emek, tanınma, sınır bilinci ve etik yükümlülüklerin karşılıklı olarak korunmasıyla var olan bir ilişki biçimi. Bu nedenle danışmanlık, yalnızca rehberlik sunan bir üst–alt ilişkisi değil, ortak bir akademik emeğin nasıl paylaşıldığını belirleyen hassas bir denge alanıdır. Akademik etik literatürünün de işaret ettiği gibi, bu dengenin bozulması çoğu zaman görünmez biçimde gerçekleşir[2]: veri paylaşımının belirsizleşmesi, yayın sorumluluğunun muğlaklaşması, öğrencinin danışmanına karşı hesap verebilirliğinin zayıflaması ya da danışmanın emeğinin görünmezleşmesi gibi alanlarda kırılma yaşandığında güven sessizce aşınır. Dolayısıyla bu metinde ele alınan sorun, kişisel bir hayal kırıklığından çok, Türkiye’de giderek yaygınlaşan ve kurumsal zafiyetlerle beslenen bir etik asimetri biçimidir. Dinç’in (2014) doktora tezlerinden türetilen yayınlardaki güç ilişkilerine dair analizleri de aynı kırılganlığa işaret ediyor[3]: Akademik emek, tanınma ve sorumluluk dengesi bozulduğunda, yalnız bireyler değil, kurumun tüm etik iklimi etkileniyor. Bu nedenle danışmanlık ilişkisi, yükseköğretimdeki yapısal çöküşün en görünür mikro yansımalarından biridir.
Kendi akademik yolculuğumda, danışmanlık ilişkilerindeki bu etik dengenin ne kadar hassas olabileceğini hem öğrenci hem danışman tarafında deneyimledim. Öğrenciyken zaman zaman araştırma sorumluluğu, veri yönetimi ve yayın sürecindeki rollerin belirsizleştiği; danışmanın desteği sürerken sorumluluğun tek taraflı biçimde bana yüklendiği anlarla karşılaştım. Bu durum çoğu zaman bir otorite ilişkisi olarak değil, emek ve beklenti dengesinin bulanıklaştığı bir alan olarak ortaya çıkıyordu. Yıllar sonra danışman olduğumda ise bu döngüyü yeniden üretmemek için özellikle çabaladım; öğrencilerimin fikrini ve emeğini korurken, kendi katkımın görünmezleşmesini de istemedim. Fakat tam da bu noktada, akademik bürokrasinin ve güç asimetrilerinin yarattığı kırılgan bir boşlukla karşılaştım: Veri paylaşımı, yayın sorumluluğu ve proje tasarımındaki katkının nasıl tanımlanacağı konusunda muğlaklık ortaya çıktığında, danışman emeği kolayca görünmezleşiyor; ilişki karşılıklılıktan çıkıp tek yönlü bir beklentiye dönüşebiliyor. Benim yaşadığım kırılma da bu yapısal muğlaklığın sonucuydu: katkı sunduğum bir çalışmanın dışında bırakılmak, yalnızca kişisel bir hayal kırıklığı değil, Türkiye’de giderek yaygınlaşan bir sistem sorununun küçük bir örneğiydi. Bu tür kırılmalar, bireysel niyetlerden bağımsız olarak, akademik kültürde emek–aidiyet ilişkisinin nasıl zayıfladığını ve güvenin neden bu kadar kolay aşınabildiğini gösteriyor. Bu tür anlatılar ilk bakışta soyut görünebilir; ancak içerden gelen tanıklıklar, geniş yapısal resmin görünmeyen ayrıntılarını açığa çıkarır. Benzer deneyimlerle birleştiğinde ise başlangıçta soyut olan, zamanla somut ve tekrarlanan bir örüntüye dönüşür.
Karşılaştırmanın Gölgesi
Zamanla fark ettim ki danışmanlık ilişkilerinde karşılaştırma refleksi yalnız bireysel bir tutum değil; akademik kültüre yerleşmiş daha geniş bir zihinsel kalıbın parçası. Yurt dışındaki deneyimler çoğu zaman bir ideal olarak değil, daha kurumsallaşmış ve belirsizlikleri azaltan bir çerçeve olarak öne çıkıyor. Ancak bu durum, oradaki ilişkilerin sorunsuz ya da örnek olduğu anlamına gelmiyor; nitekim Nature’ın 2025 küresel doktora anketi de danışman–öğrenci ilişkilerindeki güç asimetrilerinin, emek paylaşımı çatışmalarının ve etik belirsizliklerin dünyanın birçok akademisinde benzer biçimlerde yaşandığını açıkça ortaya koyuyor. Fark çoğu zaman kültürel değil, kurumsal düzenlemelerin açıklığı, hesap verebilirlik mekanizmalarının işlerliği ve emek–sorumluluk paylaşımının daha net tanımlanmış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de bu mekanizmaların eksikliği, danışmanlık ilişkisini daha kırılgan hâle getiriyor ve karşılaştırma refleksini besleyen bir zemin oluşturuyor. Böyle olunca, yurt dışındaki deneyimler bir “ideal örnek” olarak değil, yerelde eksik kalan yapısal bileşenlerin daha görünür hâle geldiği bir ayna olarak işlev görüyor. Sorun, kültürler arasındaki farktan çok, emek ve güven ilişkisinin her iki yerde de benzer asimetrilere açık olması; fakat Türkiye’de bu asimetrilerin kurumsal düzeyde daha az telafi edilebilmesi. Bu nedenle mesele, coğrafi bir karşılaştırmadan çok, akademik ekosistemin etik ve kurumsal dayanıklılığıyla ilgili daha geniş bir tartışmayı gerektiriyor.
Yabancılaşma Refleksi ve Aidiyetin Aşınması
Danışmanlık ilişkilerindeki bu kırılganlık, yalnızca bireylerin tercihleriyle açıklanamaz; daha derinde, akademik kültürün son yıllarda geçirdiği sessiz dönüşümün izleri var. Türkiye’de genç araştırmacılar, özellikle yurt dışında bir deneyim yaşamışlarsa, çoğu zaman iki farklı akademik iklim arasında salınmak zorunda kalıyor. Bu durum, farkında olmadan bir yabancılaşma refleksine dönüşebiliyor: Yerelden öğrendiklerini yetersiz, uzaktan gördüklerini ise ölçüt olarak konumlandırmak. Böyle bir zihinsel çerçeve, danışman-öğrenci ilişkisindeki karşılıklılık zeminini zayıflatıyor; öğrenciyi kimi zaman erken bir özerklik beklentisine, danışmanı ise görünmez bir savunma hâline itiyor. Aidiyetin aşındığı nokta tam da burası. Çünkü akademik kültür, maddi koşullar kadar, birlikte düşünme, tanınma ve emeğin paylaşılması üzerine kurulur. Bu dengeler bozulduğunda ilişki, ya otoriter bir koruma refleksine ya da tamamen sessizleşen bir kopukluğa evrilebiliyor. Son yıllarda giderek yaygınlaşan bu sessiz kırılma, yalnızca bireylerin tutumlarından değil, kurumsal güvencelerin zayıflığından ve akademik emeğin tanınma biçimlerinin belirsizliğinden besleniyor. Böylece danışmanlık, akademinin genelindeki yapısal çözülmenin hem taşıyıcısı hem de aynası hâline geliyor.
Kuşak Kaybı ile Etik Kaybı Arasında
Bugünün Türkiye akademisine dair veriler ile burada ele alınan deneyim kesiştiğinde, ortaya yalnızca bir kuşağın değil; aynı zamanda bir etik rejimin sessizce çözülüşü çıkıyor. Reform adıyla sunulan düzenlemeler öğrenme süresini kısaltmayı hedeflerken, akademik olgunlaşmanın gerektirdiği düşünsel sürekliliği ve karşılıklı sorumluluk mekanizmalarını zayıflatıyor. Oysa danışman-öğrenci ilişkisindeki kırılma, bireysel bir uyumsuzluktan çok daha fazlasını işaret eder: Emek paylaşımının belirsizleşmesi, tanınmanın muğlaklaşması ve hesap verebilirliğin zayıflaması, bilgi üretiminin meşruiyetini de aşındırır. Bu nedenle “kuşak kaybı” yalnızca gençlerin sistem dışına itilmesi değil; akademik kültürün omurgasını oluşturan güven ilişkilerinin de kopmasıdır. Akademik ekosistemin dayanıklılığı, program sürelerinin ayarlanmasından ya da teknik düzenlemelerden önce, bu etik bağların ve aidiyet alanlarının yeniden inşasına dayanır. Çünkü üniversite, ancak güven üzerine kurulduğunda bir toplumsal vicdan işlevi görebilir; aksi hâlde sessizlik, hız ve temsil baskısı içinde kendi hafızasını yitirir.
Akademik hayatın özü, hiyerarşinin değil, paylaşılan emeğin bilgeliğinde saklıdır. Belki de bugün ihtiyaç duyduğumuz tek gerçek reform, güveni yeniden hatırlamak: Çünkü güven, bir tarafa verilen bir hak değil; ancak birlikte taşındığında anlam kazanan bir emek biçimidir.
Teşekkür
Metnin daha açık ve dengeli bir yapıya kavuşmasında sundukları değerli katkılar için Birikim dergisinin editöryal ekibine içtenlikle teşekkür ederim. İlk versiyonun dikkatli okunması ve samimi geri bildirimleriyle metne değer katan Banu Şebnem Önder ve Senem Çetinkaya’ya ayrıca müteşekkirim.
[1] Nature Editöryal Ekibi (2025). “What makes PhD students happy? Good supervision.” Nature, 646: 1013–1015, 23 October 2025.
[2] Aydın, Erdem. “Tez, Tez Danışmanlığı ve Yayında Etik.” Sağlık Bilimlerinde Süreli Yayıncılık, Türk Tıp Dizini, 2006, s. 112–114. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Deontoloji, Tıp Etiği ve Tarihi Anabilim Dalı.
[3] Dinç, L. (2014). “Authorship dispute of a doctoral thesis publication.” Nursing Ethics, 21(3), 265–266. Makalede, doktora tezlerinden üretilen yayınlarda danışman–öğrenci arasındaki güç dengesizliklerinin ve kurumların veri sahipliği iddialarının etik güveni nasıl zedelediği tartışılır.
