19 Mart’tan bu yana, Türkiye’yi birbirinin zıddı iki ayrı yöne çekiştiren iki süreç, eşzamanlı olarak yürüyor.
Bir siyasi irade, bir yandan, kaynağını Anayasa’dan almayan devlet yetkilerini kullanarak fiilî bir OHAL süreci işletiyor; kendi politik gücünün, rakip gördüğü CHP ile onun Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun politik gücüne yetmeyeceğini değerlendirdiğinden olacak, siyasallaştırdığı yargı organları aracılığıyla şiddet kullanarak onları sindirmeye, demokratik siyaset alanının dışına itmeye çalışıyor.
Aynı siyasi irade, diğer yandan da onlarca yıldır şiddetin ve baskının hüküm sürdüğü Kürt sorunu bağlamında, şiddetin ve baskının yerine politik gücün, hukukun ve demokratik siyasetin hâkim kılınmasını hedefleyen bir olağanlaşma süreci işletiyor.
Birikim Güncel’de geçtiğimiz cuma sabahı yayına giren “Fiili OHAL ve Çözüm Süreci” başlıklı yazımda biri otoriterleşmeye, diğeri demokratikleşmeye doğru yönelen bu iki sürecin eşzamanlı olarak ilerleyemeyeceğini anlatmış ve Kürt siyasal hareketi ile CHP’nin, toplumsal tabanlarının olmasa bile tepe kadrolarının bu iki süreç arasındaki çelişkilere rağmen birbirleriyle dayanışma ferasetini gösterebilmiş olmalarından takdir ve umutla bahsetmiştim.
Bu umudumu hâlâ muhafaza ediyorum.
Ancak yukarıda andığım yazıyı kaleme alırken, Türkiye’yi farklı yönlere çekiştiren bu iki sürecin yolları, henüz İmralı Adası’nda kesişmemiş; CHP ve Kürt siyasal hareketinin legal ve illegal unsurlarının, 19 Mart’tan beri muhafaza etmeye çalıştıkları politik denge bozulmamıştı. Bu aktörler, otoriterlik ile demokrasi arasına gerilmiş, üzerinde birbirlerini düşürmeden birlikte yürümeye çalıştıkları ipten henüz düşeyazmamışlardı.
Daha açık bir deyişle CHP İmralı’ya gitmeme kararını henüz açıklamamış, Kürt siyasal hareketi de tabanından tavanına CHP’yi bu kararından dolayı yaylım ateşine tutup korkaklık, sorumsuzluk ve hatta barış düşmanlığı ile suçlamaya başlamamıştı.
CHP ve Kürt siyasal hareketinin tepe kadrolarının kurduğu ve geçtiğimiz cuma gününe dek de muhafaza ettikleri bu zor dengenin bozulmasında, daha doğrusu bozulayazmasında en büyük sorumluluk hiç şüphesiz otoriterlik ile demokrasi arasındaki gerilimi yaratan ve DEM ile CHP’yi bu iki uç arasına gerdiği ipte cambazlık yapmaya zorlayan siyasi iradenin. Daha doğrusu, bu siyasi iradenin ilişkili olduğu, adına devlet ya da müesses nizam da denen çok bileşenli yapının en önemli bileşenlerinden biri olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile “onun tensipleriyle” hareket eden AKP ve AKP’nin Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP’nin.
Anımsayalım: Olağanlaşma süreci, Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etmesiyle başlamış, “İmralı ziyareti” meselesi ilk olarak Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun kuruluşuyla birlikte temmuz ve ağustos aylarında kamuoyunun gündemine gelmişti. DEM bu talebi komisyon kurulduktan sonra hep gündemde tutmuş, Devlet Bahçeli ise İmralı ziyaretine yeşil ışığı 7 Ekim’de yakmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan bir türlü tensip etmediği için olacak, komisyon bu yönde bir karar almayı hep ertelemek zorunda kalmıştı.
Dolayısıyla insan sormadan edemiyor: Aylardır kamuoyunun gündeminde olan İmralı ziyaretine ilişkin komisyon kararının, CHP’nin olağan kurultayından bir hafta önce, tam Kürt sorununa eşit yurttaşlık, demokratik toplum ve ana dilde eğitim hakkı temelinde bir çözüm vaadini de içeren yeni parti programı lansmanının yapıldığı güne sıkıştırılması tesadüf olabilir mi?
7 Ekim’den beri, DEM’in bu yöndeki tüm baskılarına rağmen, sabırla Erdoğan’ın tensiplerini bekleyen Devlet Bahçeli’nin sabrının tam da bu lansmanın yapılacağı hafta taşmış olmasını; o günden beri Devlet Bahçeli’yi ısrarla oyalayan Erdoğan ve AKP’nin İmralı ziyaretine gösterdikleri direncin tam da o hafta kırılmış olmasını nasıl okumalıyız? Bu gelişmeyi hayatın “olağan akışı” içindeki bahtsız tesadüflerden biri olarak mı görmek daha makul, yoksa CHP’ye karşı yürütülen fiilî olağanüstü uygulamaları kapsamındaki bir hamle olarak mı?
Açıkçası benim zihnimde ikinci olasılık daha ağır basıyor. Niyet daha en baştan beri bu muydu, bilmek imkânsız tabii. Ama komisyon kararının tam da o cuma gününe sıkıştırılmasının, Kürt kamuoyunda CHP’ye yönelik bir güvensizlik oluşturmak, CHP’nin parti programı lansmanını özellikle de Kürt kamuoyunun gündeminde ikinci sıraya düşürmek ve böylece Kürt siyasal hareketi ile CHP’nin arasında önümüzdeki günlerde onarılması gerekecek bir kırgınlık yaratmak gibi sonuçlar doğurduğu da açık.
Her halükarda CHP-DEM dengesinin bozulmasının sorumluluğunda aslan payı asla birlikte ilerleyemeyecek olağanlaşma ve olağanüstüleşme süreçlerini eşzamanlı olarak işletmeye çalışan siyasi iradenin olsa da, CHP ve Kürt siyasal hareketi de tümüyle günahsız sayılmazlar.
CHP yönetimi, fiilî olağanüstüleşme sürecini yürüten siyasi irade tarafından doğrudan hedef alınmasına ve tam da bu nedenle seçmen tabanından yükselen itirazlara rağmen, büyük bir feraset ve cesaret örneği göstererek meclis komisyonuna katılma kararı almıştı.
Üstelik fiilî olağanüstüleşme süreciyle CHP’yi hedef alan siyasi irade, CHP’yi Türkiye siyasetine dair her şeyden olduğu gibi, Kürt sorunu bağlamında yürüttüğü olağanlaşma sürecinden de dışlamak, süreci AKP, MHP ve DEM olmak üzere üç parti ile yürütmek istiyordu. CHP’nin feraseti ve cesareti de tam olarak bu oyunu görmesinde ve kendisini Türkiye’de yürümekte olan ve demokratikleşme vaadi taşıyan tek olağanlaşma sürecinin içinde bir aktör olarak konumlandırarak bu oyunu bozmasında yatıyordu.
CHP yönetiminin, tabandaki homurdanmalara rağmen komisyona girmesi ve girdikten sonra da orada kalması, elbette kendi arzusu ve iradesiyle olmuştu. Ancak, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, kendisine karşı bir olağanüstüleşme süreci yürüttüğü CHP’yi, Kürt siyasal hareketi ile yürüttüğü olağanlaşma sürecinin dışında tutmak isteyen siyasi iradenin bu direncinin kırılmasında, CHP yönetiminin hamleleriyle birlikte, Abdullah Öcalan’ın CHP’nin bu sürece “mutlaka” dahil edilmesi yönündeki ısrarı da etkili olmuştu. Ayrıca DEM partisinin CHP’nin maruz kaldığı fiilî OHAL uygulamaları karşısında gösterdiği açık dayanışma da CHP yönetiminin bu cesur kararını kendi tabanına anlatırken işini kolaylaştırmıştı.
Aynı şekilde CHP yönetiminin çözüm sürecine destek veren ve CHP’nin Kürt sorunu bağlamındaki geçmiş günahları nedeniyle Kürt seçmenlerden özür dileyen açıklamaları da CHP’yi hedef alan siyasi irade ile olağanlaşma süreci kapsamında yapıcı bir diyalog içinde kalmaya gayret eden DEM’in işini kolaylaştırıyordu.
CHP yönetiminin bu açıklamaları, DEM’in otoriterlik yönünde ilerleyen olağanüstüleşme sürecinin değil, demokratikleşme yönüne işaret eden olağanlaşma sürecinin parçası olduğu algısını pekiştiriyordu.
Velhasıl her iki parti de kendi kulvarlarında, kendi yöntemleriyle, aynı hedefe doğru ilerledikleri izlenimi veriyorlardı: Hedef demokratik toplumdu. Kürt siyasal hareketi bu hedefe Türkiye’de fiilî bir OHAL işleten siyasi irade ile yapıcı bir diyalog kurarak ilerlemeye çalışıyor; kendisine karşı fiilî OHAL işletilen CHP ise bu hedefe her hafta iki defa İstanbul’un bir ilçesinin ve Türkiye’nin bir ilinin meydanlarında toplanan milyonların politik gücünü arkasına alıp, o siyasi irade ile mücadele ederek. CHP yönetimi DEM’in yürüttüğü diyaloğa, Kürt siyasal hareketi de CHP’nin yürüttüğü mücadeleye destek veriyordu.
İşte CHP’nin geçtiğimiz cuma günü aldığı “İmralı’ya gitmeme” kararıyla bozulan denge buydu.
İmralı’ya gitme meselesi, kendisinden gelen itirazlara rağmen, parti yöneticilerinin feraseti ve cesareti ile komisyona giren ve orada kalan CHP’nin seçmen ve örgüt tabanının yutabileceğinden büyük bir lokmaydı.
Evet, Kürt sorunu bağlamında yürütülen “olağanlaşma” sürecinin fitilini ateşleyen, ateşledikten sonra da cesur adımlarla ilerleten iki aktörden biri Devlet Bahçeli ise, ikincisi de Abdullah Öcalan’dı ve meclis komisyonunun Öcalan’ı dinlemesi, sırf bu nedenle bile, mümkün olmanın ötesinde gerekliydi de. Gelgelelim CHP’nin komisyona girmeye ve orada kalmaya zar zor razı olmuş seçmen ve örgüt tabanının ezici bir çoğunluğu “İmralı’ya gitmeyi” bardağı taşıracak son damla olarak görüyordu.
CHP tabanında hâkim olan bu hissiyat, haklı mıydı, haksız mıydı apayrı bir tartışma. Ben, haklı veya haksız olmanın ötesinde, bu hissiyatın gerçekçi olmadığını düşünenlerdenim. Ama bu hissiyatın, hiç şüphesiz, on yıllardır süren bir çatışma sürecinin CHP tabanını oluşturan vatandaşlarda yarattığı duygusal harabiyetle de ilişkisi var; bugün Kürt siyasal hareketi ile bir olağanlaşma süreci yürüten siyasi iradenin, tüm bu çatışma yılları boyunca sürdürdüğü olağanüstü Kürt karşıtı kara propaganda ile de. Dolayısıyla her ne kadar bu hissiyatı gerçekçi bulmasam da onun varlığını, CHP tabanındaki yaygınlığını reddedemem.
Kaldı ki dünyadaki örnekler gösteriyor ki “olağan” bir olağanlaşma sürecinde ilk yapılması gereken şeylerden biri toplumsal tabandaki bu tür duygusal harabiyetlerin onarılmasına yönelik girişimlerde bulunmak. Evet, PKK’nin kendini fesih kararı, sembolik silah yakma töreni ve silahlı unsurlarını çatışma riski olan bölgelerden geri çekme gibi kamuoyuna yansıyan güven artırıcı hamleleri bu yönde önemli bir mesafe kaydetmiş durumda. Ama güven artırmaya dönük bu tür “sert” hamlelerin, tek başlarına, tabandaki duygusal harabiyeti onarması mümkün değil. Bunların geçtiğimiz günlerde Selahattin Demirtaş’ın önerdiği türden “naif” yöntemlerle, on yıllardır birbirlerine husumet beslemeye alışmış veya alıştırılmış kitleleri birbirlerine ısındıracak “yumuşak” adımlarla da tamamlanması gerekiyor.
Şimdi, CHP’li tabanın Kürt tabana ve onların meşru liderleri olarak gördüğü Öcalan’a, Kürt tabanın ise bugün CHP’nin maruz bırakıldığı OHAL uygulamalarıyla geçmişte kendilerini hedef almış siyasi irade ile kendileri hedef alınırken, zaman zaman o siyasi iradenin yanında saf tutmuş CHP’ye beslediği güvensizlikleri aşmak için bu tür “naif” adımların hiçbirinin atılmadığı, dolayısıyla “barışın toplumsal/duygusal zemininin” kurulmadığı bir ortamda, CHP’li yöneticilerden, üstelik de olağan kurultaylarından bir hafta evvel, kendi tabanlarının bardağı taşıracak son hamle olarak gördüğü bir kararı almalarını beklemek, sizce de haksızlık değil miydi? Üstelik de bu tabandan gelen politik güç, CHP’nin maruz bırakıldığı fiilî OHAL uygulamalarına karşı koymak için kullanabileceği tek mücadele aracıyken?
CHP’nin tepe kadrolarını almak istemedikleri bu zor kararı almak zorunda bırakacak bir zamanlamaya sıkıştırmanın, onları siyaset sahnesinin dışına itmeye çalışan bir iradenin neden işine geldiği izaha muhtaç değil. Peki Öcalan’ın CHP’yi ısrarla sürecin içinde tutma arzusuna rağmen, DEM bu hataya neden ortak olmuş olabilir?
Bu haklı bir soru çünkü CHP geçtiğimiz cuma gününe dek, evet İmralı’ya gideceğini açıklamamıştı, ama gitmeyeceğini de açıklamıyordu, ısrarla. CHP’yi almak istemediği bir kararı almaya zorlamanın ve bu yüzden CHP ile DEM arasındaki ilişkileri örselemenin, Kürt siyasal hareketine ne faydası vardı, barış sürecine ne faydası olacaktı ki?
Kaldı ki CHP’li yöneticiler, İmralı’ya gitmeme kararını açıklamak zorunda bırakıldıkları gün dahi, Öcalan ile görüşmeyiz demiyor, buna kapıyı kapatmıyorlardı —hâlâ da kapatmıyorlar. Öcalan’ın önce, komisyona temsilci veren başka partilerin yanı sıra, CHP’nin de önerdiği gibi dijital telekonferans yöntemleriyle dinlenmesinin, fizikî ziyaretin de toplumsal tabanlardaki duygusal harabiyeti gideren “yumuşak” adımlarla gerekli zeminin oluşturulmasından sonraya bırakılmasının kime ne zararı olabilirdi? Bu şekilde yavaş fakat emin adımlarla ilerlemenin barış sürecine vereceği olası duygusal hasar, geçtiğimiz cuma günü yaşanan kırılmadan daha mı büyük olurdu sizce?
Bir daha soralım: Neydi bu acele? AKP ve MHP’nin acelesinin ne olduğu belli de DEM’in acelesi neydi?
Sebep AKP ve MHP’nin zamanlama konusundaki baskılarına direnememiş olmaksa, ki pekâlâ olabilir, CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararının ardından CHP’nin ve CHP tabanının bu kadar kırıcı ve sert bir dille eleştirilmesinin sebebi neydi? Örneğin CHP’nin bu kararından üzüntü duyulduğunu ancak anlayışla karşılandığını, adaya ileride yapılabilecek başka ziyaretlere CHP’li üyelerin de katılmalarının umulduğunu belirten daha suhuletli bir söylem tutturamaz mıydı DEM yöneticileri? Erdoğan’ın tensipleriyle hareket eden AKP’nin kaprislerine, isteksizliğine, ipe un serme çabalarına gösterdikleri anlayışı ve sabrı, CHP’ye ve CHP tabanına da gösteremezler miydi?
Öcalan’ın CHP’yi sürece dahil etme ısrarı doğru ve gerçekçi bir ısrardı, kanımca. CHP’nin komisyonda yer alması da öyle. Doğru, çünkü Türkiye, üzerine çöken fiilî OHAL karanlığından çıkacak, olağanlaşma yönündeki umut ışığına doğru ilerleyecekse, bu ancak Kürt siyasal hareketi ile CHP’nin, otoriterlik ve demokrasi arasına gerilmiş ipte el ele, birbirlerini tökezletmeden, demokrasiye doğru birlikte yürümesiyle mümkün olacaktır.
Bu noktada, kendisini Türkiye’de işletilen fiilî OHAL sürecinin doğrudan hedefi olarak gören sıradan Türkiye vatandaşlarından biri olarak, CHP’nin de DEM’in de tepe kadrolarından beklentilerim var.
CHP’li yöneticilerden beklentim kendi tabanlarındaki Kürt karşıtı hissiyatı giderebilecek ve almak zorunda bırakıldıkları “İmralı’ya gitmeme” kararının Kürt kamuoyunda yarattığı kırgınlığı onarabilecek “yumuşak” toplumsallaştırma faaliyetlerini olağan kurultayın hemen ardından (tabii fiilî OHAL kapsamında maruz kaldıkları saldırılardan başlarını kaldırabildikleri ölçüde) başlatmaları.
DEM’li yöneticilerden ve Kürt dostlarımdan beklentim de içinde CHP ve CHP tabanının olmadığı bir süreçten barışın da demokrasinin de hasıl olamayacağını hatırlamaları ve CHP’nin vermek veya açıklamak zorunda bırakıldığı İmralı’ya gitmeme kararının kendilerinde yarattığı düş kırıklığını daha ölçülü bir dille ifade etmeleri.
Ve son olarak, her iki partiden de beklentim “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganının hakkını verecek, birbirlerini sendeletecek değil, birlikte yol yürümeyi mümkün kılacak adımlar atmaları.
Bilmiyorum, çok şey mi bekliyorum?





