Tanıl Bora ile Söyleşi: Tahrikten Sonsuz Bir Meşruiyet Devşiren Bir Potansiyel, Gürül Gürül Akıyor

Türkiye'de milliyetçi şiddet, inişli-çıkışlı bir seyir izlese de hep var oldu. Türkiye'de milliyetçi-şiddetin beslendiği temel kaynaklar nelerdir? Milliyetçi-şiddetin tarihsel sürecinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Öncelikle, milliyetçi ideolojinin şiddete yapısal olarak yatkınlığını belirtmek gerek. Çünkü milliyetçilik, bir ‘ötekileştirme’ ideolojisidir. Biz-Öteki ayrımını en yalın biçimde koyan bir ideolojidir. İnsanın seçişlerinden, tavırlarından, iradesinden bağımsız, doğuştan gelen, kader gibi alnına yazılı bir kimlik tanımı yapar. Biz ile öteki arasındaki ayrım da, böyle bir kimlik tanımına dayanınca, değiştirilemez bir ayrım haline gelir. Böylesine esastan farklılaştırılmış, ezel-ebed düşmanlaştırılmış özneler arasındaki uzaklığın, kolayca şiddet üretmeye yatkın hale geleceği açık değil mi? Kendinden-olmayanı, ‘yabancı’yı, şu veya bu nedene bağlı olarak değil, ‘özü’ itibarıyla ‘kötü’ -en azından şüpheli- sayan, insan-değil olarak görmeye meyleden bir ideoloji, onunla olan sorununu ancak şiddet yoluyla halledeceğini düşenecektir.

Milliyetçiliğin, “milli duygu”yu doğal bir güdü olarak tasavvur etmesi de besliyor bu potansiyeli. Milliyetçilik fiziki bir refleksmişçesine doğallaştırılınca ve aklın-fikrin-siyasetin de bu “doğal” duyguyla uyum içinde olması gerektiği düşünülünce, “güdü”nün hakimiyetine sokmuş oluyorsunuz insanları. Milliyetçilik, insanın güdüselliğini yüceltmektir ve güdülerine indirgenen insan da şiddete daha yakındır.

Ayrıca unutmamalı ki milliyetçilik, modern kapitalist uygarlıktan bütün devletlerin resmî ideolojisidir. Yeni zamanların dinidir. Devletin ve milletin bekası, ulus-devletlerin kutsalıdır. Resmi ideolojiler, bu kutsal etrafında bir ajitasyon-propaganda yürütürler. Tarihsel tecrübe veya sosyal, ekonomik, Politik konjonktür gereği tehdit algılaması fazla yoğun olmayan ulus-devletlerde, bu şiddete yatkınlık potansiyelinin ‘uyuduğunu’, ılımlılaştırıldığını gözleyebilirsiniz. Ama o potansiyel her daim mevcuttur.

Türkiye, tehdit algılamasının ziyadesiyle yüksek olduğu, hatta tehdit algısını habire okşayarak kendini meşrulaştıran bir ulus-devlet. Sadece ders kitaplarına bakarak, bunu görebilirsiniz. Bu daimi teyakkuz ideolojisi, milliyetçiliğin sözünü ettiğim yapısal dinamiğinin tam gaz çalışmasına olanak veriyor.

Türkiye’de, bu zemin üzerinde bereketli bir biçimde serpilen bir milliyetçi şiddet potansiyeli var. Dahası, bu potansiyelin ‘kendiliğinden’ akışıyla da yetinmeyen bir siyasi irade var. Tarihimiz, resmi ellerce yönlendirilen ‘gayrınizami harp’ operasyonlarıyla dolu ve bu operasyonlarda hem milliyetçi bir ajitasyonun etken olduğunu görüyoruz. Ayrıca, doğrudan doğruya bu potansiyele yaslanan bir siyasi hareket de var: MHP geleneği. Bu gelenek, gerek ana akımı gerek ondan ayrılan kollarıyla, başlıbaşına milliyetçi şiddeti körükleyen bir işlev görüyor. Belirli evrelerde fiziki şiddet eğilimi gerilese veya gemlense bile, diliyle, zihniyetiyle, simgeleriyle, hiç küçümsenmemesi gereken bir sembolik şiddet jeneratörü olarak işliyor.

Özellikle son dönemde milliyetçi-şiddette bir tırmanma eğilimi göze çarpıyor? Bu durumun nedenleri hakkında neler söylenebilir? 2000'li yılların özgünlüğü nedir?

2000’lerden önce, 1990’lara bakmalıyız. 1980’lerin sonundaki göreli iyimserliğin ardından, 1990’larda Türkiye’nin ‘milli’ siyasi ortamına çok kuvvetli bir tehdit algısı hakim oldu: Kürt meselesi, uluslar arası politikadaki çalkantılar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki çatışmalar… 2000’lere girerken bunlara eklenen ek faktörler oldu: Irak’ta tüm Ortadoğu’yu içine alan bir şiddet sarmalının harekete geçmesi… bence ondan da önemlisi, Öcalan’ın yakalanmasının ardından Kürt sorununun çözülmüs sayılması, 15 yıllık silahlı çatışma döneminin muhasebesinin hiç yapılmaması; böylece yaraların pansuman yapılmadan enfeksiyona uğraması… Türk milliyetçiliği söyleminin etkisi altında olanların, bitirildiğini düşündükleri PKK ile birlikte zımnen Kürtlerin de kendi etno-kültürel kimlikleriyle ‘yok’ olmasını bekledikleri bu ortamda, çatışmaların mevzii de olsa yeniden başlaması,. Muazzam bir hınç duygusunu ortaya çıkardı ve açıkça ırkçı bir nefret gelişti, gelişiyor.

Bütün bunları, 1990’lar/2000’ler dönümündeki ekonomik krizin darbesiyle birlikte düşünmeliyiz. Neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların üzerine tüy diken üstelik ‘azmasına’ vesile olan bu ekonomik kriz, özellikle ‘kaybedecek bir şeyi olanların’, orta sınıfların tutunumsuzlaşmasını, reaksiyoner bir hissiyata girmesini tetikledi. Kendi sınıfsal-toplumsal gelecek perspektiflerindeki kararmanın yol açtığı çaresizlik duygusu, milliyetçi zihniyeti yeniden üreten komplo teorilerine düşkün kıldı onları. Emperyalizmin, katipalist sistemin ta kendisi olarak değil de müdahale edilemeyen muazzam “dış” güçler olarak tanımlanması ve “öteki” konumuna oturtulan herkesin bir biçimde “dış güçler”in işbirlikçisi olarak kodlanması, bilhassa bu kesimlerin üç cümleden ibaret “dünya görüşü” haline geldi. Bu reaksiyoner dalgaya kapılan şehirli, tahsilli aydınlar ve yarı-aydınlar, milliyetçi atmosferin sadece nicel yönden yayılmasına değil, genişleyen bir zeminde meşrulaşmasına muazzam katkıda bulundular. Misal, bu dalganın sol muhitlere de sirayet etmesine önemli ölçüde etki eden Cumhuriyet gazetesinin ve Yalçın Küçük’ün, bu değirmene su taşır hale gelmelerinin “katkısı” ve vebali, nicel ölçüyle sınırlı değildir.

Trabzon'da TAYAD'lılara yönelik linç girişimi, çeşitli illerde Kürlere yönelik linç-saldırı olayları, üniversitelerdeki "ülkücü" saldırılar, Trabzon'da papaz cinayeti ve son olarak da Hrant Dink'in öldürülmesi... Bu olaylar birbirinden kopuk, münferit olaylar mıdır? Bu olayların ardındaki güç odakları hakkında neler söylenebilir?

Her şey tıkır tıkır onların planlarına göre gelişmese bile, böylesi provokasyonları azmettiren birtakım odaklar olduğu kesin. Bana öyle geliyor ki, kapitalist ekonomik sistemin “çağdaş” rejimindeki değişim, “bu işlere” de yansıyor. Planlayanlar, azmettirenler, failleri devşirenler ve failler arasındaki halkalar, Soğuk Savaş ve “Fordist” üretim döneminde olduğundan daha esnek gibi görünüyor; artan oranda taşeron ve “fason” ilişkilere yayılıyor bu zincir.

Şuraya gelmek istiyorum: bu saldırı ve cinayetler arasında somut bir bağ olmadığını varsaysak bile, asıl önemlisi, bunların mümkün olmasına elverişli bir toplumsal iklimin varlığıdır. Gizli ya da yarı-gizli odakları bir kenara bıraksak bile, böylesi eylemleri azmettiren çevreler, ilişki ağları, açık seçik görünüyor. “Tahrik olmaya” amâde olan ve bu tahrikten sonsuz bir meşruiyet devşiren bir potansiyel, gürül gürül akıyor. Asıl mesele budur.

"Duyarlı vatandaşların tepkisi" tarzındaki söylemler ve şiddetin aktörlerinin çoğu zaman cezalandırılmamasının milliyetçi-şiddeti meşrulaştırdığı söylenebilir mi?

Tabii, ben de bunu vurgulamaya çalışıyorum. En başta söylediğim şeyle de bağlantılı bu: İnsanların, “reflekslerine” indirgenmesi ve “reflekslerin”, akan suları durduran bir meşruiyet gerekçesi olarak konması. Lincin olağanlaştırılması, derin bir medeniyet kaybının uç noktasıdır. Zira medeniyet, insanın “doğal” sayılan yanlarını, güdülerini, reflekslerini falan aşmasıdır, onlara hakim olması, onların üstüne çıkmasıdır. “Başka” insanları gözeterek, vicdanını ve aklını yoklayarak davranması, yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşımasıdır. Linç nedir? Vurmanın, öldürmenin serbest olması, kimsenin bundan ötürü sorumluluk taşımamasıdır. Medeniyet kaybının doruğu.

Medeniyet kaybı dediğim süreç, kuşkusuz salt milliyetçilikten beslenmeyen, eğitim sistemimizle, sosyal devletin aşınmasıyla, insanların yoksullaşması ve yalnızlaşmasıyla, “vahşi kapitalizm” denen şeyle, -aslında bizzat kapitalizmin vahşi oluşuyla- ilgili derin bir süreç. Fakat bundan şevkle nemalanan ve nemalanmakla beraber onu çoğaltan akım, milliyetçiliktir. Milliyetçi şiddetin, herhangi bir ideolojik gayrete de girmeden, herhangi bir “işlemden” geçirmeye lüzum görmeden doğrudan doğruya lümpen ortamından beslenebilmesinin nedeni de budur.

Milliyetçi-şiddetin faillerine bakıldığında (Hrant Dink cinayetinde de olduğu gibi) gençlerin yoğunlukta olduğu göze çarpıyor. Bunun nedeni nedir? Trabzon'un öne çıkmasının ardında neler yatmaktadır?

Gençlik, bu sözünü ettiğim toplumsal ortamda, bu medeniyet kaybı vasatında, bir türlü sona ermeyen, aşılamayan, hatta belki ebedileştirilen bir ergenlik hali anlamına geliyor. Ergen, nasıl biridir? Empati kuramaz, feci derecede egosantriktir, bununla beraber feci derecede güvensizdir; “doğal” arzuları, güdüleri çok şiddetlidir ama beri yandan bunları tatmin etmeyi “doğallaştıran”, böylece onu rahatlatan çözümler bulamamıştır. Savrulmalara, fanatik coşkulara kapılmaya yatkındır. Bu ergenlik halinin sündürülmesinin, Türkiye’de gençlerin yapısal krizi olduğunu düşünüyorum; dahasıb unun Türkiye’nin bir türlü reşit hale gelemeyen toplumsal-siyasal kültürü için bir metafor olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Her neyse, konumuz açısından önemli olan; ergenliği aşamayan gençlik potansiyelinin, faşizan tahrikler için müsait bir tarla olduğu ortada.

Trabzon’un öne çıkmasının bir nedeni, “delikanlılık”, bıçkınlık… adı altında, sözünü ettiğimiz ergen halinin iyice uçlarda yaşandığı bir memleket köşesi olması olabilir. Ama başka nedenlere de bakmalıyız. Kentin sosyo-ekonomik gerilemesi gibi. Tahrikçi faşizan odakların burada özel surette “çalışmış” olduğuna dair işaretler de var.

Hrant Dink cinayetinin ardından ilk defa milliyetçi-şiddet bu kadar geniş tabanlı eleştiri ve tepkiye maruz kaldı. Dink cinayeti bir dönüm noktası olabilir mi?

Öyle olmasını umalım. Asıl önemlisi, bunun için çalışmak gerekir.

Evrensel, 28.1.2007