Bir Siyaset ve Hukuk Aracı Olarak Linç

Devletlerin, tanımları gereği belli bir coğrafya, ulusal sınırlar içerisinde “şiddet kullanma tekelinde” boşluklar bıraktığında, belirli bir hukuk çerçevesinde suçluları etkin bir şekilde yakalayıp, cezalandırmadığında, bu boş kalan hukuksal alanı farklı türde aktörler doldurmaya başlarlar. Bireylerin ve toplulukların kendi adalet kavrayışlarına uygun olarak suçluları kendilerinin belirleyip, cezalarını vermelerine linç denilebilir. Şüpheliyi, olağan yargılama izleklerini beklemeden, kestirmeden cezalandırma yolunu seçen kalabalıklar, “linççiler, ‘suçlunun’ tespitini ve cezalandırmasını bizzat ellerine alır ve hukuku devre dışı bırakırlar.” (Bora 2008: 6)[1] Linç eylemi, toplumsal denilemese bile, topluluklara ait bir eylemdir. Çünkü özellikle yapısal ve işlevselci bir model üzerinden düşünüldüğünde, toplumun kendi varlığının uzantısı kurumların varlığını yadsıyarak, akılcı kurumsal manzumelerin etrafından dolaşarak bir eylem gerçekleştirmeyecekleri varsayılabilir. Dolayısıyla linç eylemini gerçekleştirenlerin, ortak toplumsal iradeye aykırı, keyfi bir davranış sergiledikleri söylenebilir. Tanıl Bora, linçleri toplum olamamanın, kamu vicdanına sahip olmamanın bir sonucu olarak açıklar: Linçlerin neden olduğu “gerçek bir infialin zembereği, hukuk fikrinden, kamusal bir bilinçten, vatandaşlık etiğinden başka bir yerde işler.” (8) Linç eylemini gerçekleştirenler, Bora’nın deyişiyle “insan topluluklarının güruhlaşmasına” karşılık gelirler.

Tanıl Bora, linç eylemini güdüleyen iki karşıt ama aynı eylemde karşılığını bulan sosyolojik motif bulur. Bu eylemin sahibi insan toplulukları, hem güruhlaşmanın bir karşılığı olarak “anonim” bir varlık kazanarak isimsizlikleri ardında kaybolur, “kalabalığın koynuna sığınarak” görünmezleşirler, hem de “etnik şuur” kazanarak kendilerini ayırt edici bir bilinçle donatılmış bulurlar. Bu etnik bilinç aynı zamanda, “toplum olma vasfının kaybı” ya da “medeniyet kaybı” demektir. Bir başka deyişle, linç eyleminde biyosiyasal bir uygulamanın sonucu gibi adsızlaşan, ortak bir bedende birleşen, ayırt edilemez olan biyolojik varlıklarla, diğerlerinden farklarını işaretleyen, ayrılan, ferdiyet kazanan, etnikleşen bir varlık aynı kalabalık içerisinde mevcudiyet kazanır. Zaten Bora da, linç eyleminin tamamen bir başıboşluk, kendiliğinden bir toplumsal cürüm gibi görülemeyeceğini ortaya koyar. Etnik bir varlık kazanan topluluk, karşısında da yine bu toplumsal kimlik kipine karşı başka etnik varlıklar görür. Çevresini kendisiyle benzer aidiyetlere, ödevlere ve haklara sahip yurttaşlar yerine, sözgelimi Kürtleri, Alevileri, Ermenileri, Yahudileri görmeye başlayabilir. Özellikle son on yılda linç girişimlerine maruz kalan çokça Kürt yurttaşı toplumsal linç eylemlerinin güncel nesnesi olurlar. Diğer yandan da, kişisel olarak girişilemeyecek eylemler “kitle psikolojisi” içerisinde, hayat bulabilir. Üstelik Bora’ya göre bu kitle, “kopuklardan müteşekkil kara bir kalabalık” olarak tasavvur edilmemelidir. Linç eylemine dahil olan ve “iyi yurttaş”, “okumuş yazmış” kişilerin varlığı da dile getirilmelidir.

Linç eylemi her ne kadar toplumsal, hukuksal ya da siyasal tarafları olan bir boşlukla ilişkili görülebilse de, aynı zamanda Bora’nın ifadeleriyle, bir “idare tekniği”, “bir rıza üretim mekanizması”, “bir siyaset etme yöntemi” de sayılmalıdır. Linç eylemi burada, şiddeti, “hesaplı hale getiren” bir yönetim teknolojisiyle ilişkili sayılmalıdır. Yani bu eylemin olanaklılığını, siyasal ve hukuksal ilişkilerin inkârı üzerinden yürüyen bir siyaset, hukuk icrası gibi görmek olanaklıdır. Bora, bu çelişkili görünen ifadesini, “olağanüstü hal ilan etme ve uygulama yetisini hukukun kurucu unsuru” sayan siyaset kuramcısı Carl Schmitt’e ve “modern iktidarın insanları keyfi bir şekilde hükmedilebilir ‘çıplak hayata’ indirgeyen hukuksuzlaştırılmış mekânlarına” dikkat çeken Giorgio Agamben’e göndermelerle anlaşılır kılar. (7) Yani özellikle hukukun olanaklılığıyla, bazılarının hukuktan istisna edilmesi arasında bir ilişki bulunabilir. Özellikle modern siyasetin ayrılmaz bir yüzü sayılan biyosiyaset, hakların ve hukuksal eşitliğin, böyle bir istisna alanı yaratmak üzere askıya alınmasına dair bir işleyiştir. Biyosiyaset, sözde toplumun ortak faydası adına, bazılarının siyasetin dışına çıkarılarak, çıplak yaşam düzeyine terk edilip, savunmasız ve haklardan yoksun bırakılması anlamını taşır. Linç girişimine maruz kalanların da yaşadığı bu türden bir korumasızlıktır. Bu eylem boyunca, siyasal, hukuksal ya da toplumsal bir savunmadan yoksun bir şekilde orta yerde kalırlar. Onların başına gelecekleri belirleyen etkenler, “kör talih”le açıklanabilir. Tanıl Bora, linç eylemlerinin öncesine ve sonrasına dair arşiv taramalarında, bu eylemlerin hepsinin ardında bir tür kurumsal ihmal ve hatta zaman zaman desteğin de bulunduğunu ortaya çıkarır. Özellikle linç girişimlerini gerekçelendirirken, “toplumsal hassasiyetlerle oynanması”nı dile getiren siyasetçi ve bürokratların söylemi de bu türden bir desteğin açık bir belirtisi sayılabilir. Burada linç yapan güruhun ya da etnik topluluğun, toplumla eş sayılması da ayrıca sınırlı bir topluluğa ait bir etnik refleksle, toplumsal bir davranışı eş saymak anlamını taşır. Oysa linç eylemini yapanların böyle bir söylemin sahibi bir kurumsallığı yok saydığı, bu söylemin ardındaki memuriyetlere rağmen bir eylem içerisine girdiği düşünülürse, bu desteğin, toplumsal kurumların varlığıyla da çelişkili olduğu ortaya çıkar.

Linç eylemlerinin bir başka kurumsal açıklaması, savunusu, bu davranışları toplumsal değil de “münferit bir eylem” saymakla ortaya çıkar. Linç kişisel bir şiddete, kişisel bir sapmanın sonucu bir cürümle açıklanabilir olur. Yani hukuksal bir boşluktan faydalanan ve başıboş kalmış kişilerin, önceden kestirilemeyen girişimleri olarak adlandırılır. Linç eyleminin nedenlerine dönük bir açıklama ruhbilim sözlüğü içerisinde açıklanmaya çalışılır. Bu söylem içerisinde, kitle psikolojisi de kişisel psikolojinin bir uzanımı, kişisel şiddetin büyütülmüş ama biçimsel olarak özdeş bir hali gibi anlatılır.

Bora, linç eylemlerini siyaset için bir “mühendislik aracı”, “olağanüstü hal dinamiğine bir menfez açmak” ve özellikle “şövenizm-ırkçılık vadisine sevk edecek arklar açmak” adına işlevsel bir araç gibi görülmesi gerektiğinde ısrarcıdır. (12, 39, 47) Şiddeti başka aktörlerle paylaşmaya açık boşluklar bırakan bir devlet, şiddeti yeterince “tahkim etmediğinde”, ”özellikle linç eylemlerini bir tür “gayrinizamî asayiş tedbiri” olarak kullanan ve “şiddeti taşeronlaştıran” güvenlik birimleri için, asayiş biraz da kolay yoldan yurttaşların hassasiyetlerine havale edilmiş olur. Ancak bu eksik kalmış asayişi gerçekleştirecek olan yurttaşlar, sivil bir topluluk değil de, kendi etnik farkındalığına, şuuruna sahip, her an hiddetlenmeye açık gizli bir kalabalıktır. Burada yurttaşlara düşen, bir sivil toplumun parçası olarak sorunların kaynağıyla uzlaşma yolunu aramak, gerekirse taviz vermek değildir. Bu çözümün kaynağı, nereye evrileceği belli olmayan ve çoğu zaman “milli refleks” söylemiyle karşılığını bulan, hesapsız ve ölçüsüz bir şiddete yönelik kaygıyı inşa edebilmektir. Toplumsal bir akılın, duyguların yerini, saldırganlığı serbest bırakan refleksler, güdüler alır. Sözgelimi MHP lideri Devlet Bahçeli, sınır ötesi operasyonlara yönelik tezkerenin kabul edilmemesi durumunda, “yükselen milli tepkinin kontrol dışına çıkabileceğini, Türk milleti sorunlarını kendi imkânlarıyla çözme arayışlarına yönelebilirler” türünden bir ifade kullanır. (Milliyet, 17 Ekim 2007) Yani ordunun dolduramadığı bir boşluğu Türk milleti olarak adlandırılan bir iradenin dolduracağına yönelik bir uyarıda bulunur. Burada şiddet kullanımıyla ilgili bir boşluğu dolduran, milliyetçi duygularla hareket eden bir topluluğun keyfiyeti, Türk milletinin toplumsal iradesiyle eş sayılır. Yani linç eylemi çok büyük bir topluluk tarafından yapıldığında bunun adı böyle bir söylem dahilinde milli bir tepki ve irade şeklinde adlandırılır. Bu türden bir siyasi söylem içerisinde, linç girişimleri ya münferit bir eylem sınıfına sokularak, kurumsal bir sorumluluktan uzaklaşma yolu seçilir, ya da toplumsal bir eylem sayılarak, kurumlar üstü bir iradenin keyfiyetine gönderme yapılır. Her iki durumda da eylem, hukuksal olarak tam karşılığını bulamaz. Esasen linç eyleminde hem bir yönetimsel manevranın, uygulamanın, hem de toplumsal ve hukuksal alanda, devlet ya da yurttaşlar tarafından yaratılmış bir boşluğun varlığına aynı anda rastlanabilir: “Örgütlülük ve yönlendirmeyle, gevşeklik ve kendilindenliğin, muğlâk ve gevşek bir bileşimi…” (41)

Linç eyleminin karşılığı olan münferit girişim, topluluklara ait eylemin temeline kişisel bir keyfiyeti, bireysel bir seçimi yerleştirir. Münferit eylem, linç eyleminde, hukuksal, toplumsal ve siyasal bir boşluğun içerisinde bir tür toplumsal eylemin karşılığı sayıldığında, aynı zamanda sosyolojik bir değer kazanır. Yani kişisel bir sorumsuzluğun ya da topluluklara ait bir “şuursuzluğun” şekil verdiği bu eylemde, Bora’nın Schmitt ve Agamben’le ilişkili olarak anlamaya çalıştığı gibi, hukuksal, toplumsal bir taraf da bulunabilir. Özellikle kişisel bir cürüm gibi değil de, etnik bir tarafı olduğunda bu eylemlerin, “milli şuuru inşa etmek” için seferber edildiği de varsayılabilir. (31) Ama “milli birliği” sağlamlaştırmak adına, “toplum olma vasfı”ndan da ödün verilmiş olur. Linç eyleminin bir araya getirdiği topluluk, aynı amaç için bir cürüm ortaya koysa da, temelde toplumlaşma yapılarına ilişkin bir noksanlığı da ortaya çıkarırlar. Yani etnik bir dayanışmayı yaratmak adına, “toplum olma ve insan olma bilincinin erimesi” söz konusudur. Linç eylemleri, yönetimsel uygulamaların ya da idare tekniklerinin bir parçası olduğunda, toplumsal dayanışma arayışı, ‘daha evrensel’, yurttaşlık bilincine, sivil değerlere yaslanan yöntemlerle değil de, bir “içekapanış” yoluyla, yerel ve etnik değerlerin altı çizilerek yaratılmış olur.

Linç eylemleri, bir idare tekniği, hukuksal işleyişin karanlıkta kalan bir parçası, olağanüstü halin ya da Agamben’in ifadesiyle “istisna”nın yaratılması için kullanılan bir araç gibi kavramsal bir zeminde anlaşılabilse de, özellikle gündelik siyasi söylemde, kalabalıkların keyfiyetine, başıboşluğuna havale edilir. En iyi ihtimalle bir “ajitasyonun”, “provokasyonun” peşinden gitmek şeklinde açıklanır. Tanıl Bora 2000 yılından başlayarak dökümünü yaptığı Türkiye’deki linç eylemlerinde, bu söylemi işaretler; “kimliği belirsiz kişiler” bu eylemin sorumluları olurlar çoğunlukla. “Küçük bir yanlış anlama, kimden geldiği bilinmeyen bir emir” kalabalıkların galeyanının arkasındaki neden sayılır. (19) Medyaya yansıyan beyanatların çoğunda, eylemcilerin çoğu isimsizdir, bir sureti yoktur. Ya da eylemciler isimlerinin dışında etnik kimlikleriyle ya da ideolojik taraflarıyla ayırt edilirler: “Kürt kökenli”, “bir grup sol görüşlü”, “sağ görüşlü” gibi. Kalabalıkların hassasiyetlerini yöneten ve amaçları belli bir kalabalık işaretlenir. Her durumda, bu linç eylemiyle doldurulan hukuksal alan, bir istisna gibi ortaya çıkan siyasal alan, yöneticilerin, siyasetçilerin, bürokratların, askerin ve hatta gerçek yurttaşların yer almadığı, sorumluluğuna sahip çıkmadığı, adeta boşluktan çıkan görünmez ellerin yön verdiği bir hukuksal, siyasal cürüm halini alır. . Hatta bizzat linç eyleminin içerisinde yer alanlar bile bu eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmezler. Belki de bu yüzden sonradan kimse yaptığına karşılık gelen bir cezayı bulamaz


[1] Bora, Tanıl (2008). Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yay., İstanbul.