Doğu'ya Doğu'dan Bakmak

Kürt siyasi hareketi ve etrafındaki gelişmelere hiçbir zaman yakından ve yerinde bakma ihtiyacı hissetmeyen Türk entelektüel aklı bu civarda seyreden yeni gelişmeleri ya hiç anlamlandıramıyor ya da üzerinden çok zaman geçtikten sonra o da lütfen bir anlama sürecine giriyor. Bu, Kürt siyaseti ve reflekslerini rasyonalize etme çabasında da, Kürt sosyolojisini bir şekle büründürme arayışında da kendini belli ediyor. Analiz her zaman için onu yapan öznenin kafasındaki mevcut materyalle vücut buluyor, analize konu olan öznenin kafasına danışma ihtiyacı duyulmuyor. Bu tabii yalnızca masum bir bilmemezlik, farkında olmamazlık halinden kaynaklanmıyor. Başta milliyetçilik, devletçilik, popülizm gibi sebepler olmak üzere çok sayıda faktör Türk entelektüel aklının Kürt meselesinde adilane bir bakış geliştirmesini engelliyor. Kürtler bu açıdan reddeden devlet yaklaşımı kadar bu yanlış anlayan, yanlış yorumlayan entelektüel çevrenin de mağduru olmaya devam ediyor. Medya, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürt siyasetlerine yönelik sürdürdüğü yanlı yayıncılığını bugün de tonunda dahi bir değişiklik yapmadan sürdürüyor. Bu durumun artık karikatürleşmiş örneklerini hemen her gün gazetelerin köşelerinden okumak, televizyonların tartışma programlarından dinlemek mümkün. Ötesi, tüm medya-gazetecilik atmosferi zaten bu dil ve bakışla çevrelenmiş durumda, bunun dışındaki her öğe marjinallik etiketinin dezavantajlarıyla yaşamak zorunda.

Kürt-Türk herkesin kanıksadığı, artık böyle kabul ettiği medyacılığın son zamanlarda bu yöndeki bariz örneklerini Demokratik Toplum Kongresi’nin ilan ettiği ‘Demokratik Özerklik’ projesine verilen tepkilerde gördük. Projeye Kürt meselesine dair yazılar kaleme alan çoğu kişi geleneksel Türk devlet aklının ötesine geçecek bir mana veremedi. Kimi yersiz bir provokasyon, kimi ‘çılgın proje’ kabul edip geçiştirdi. Dolayısıyla söz konusu olan, çoktandır alışığı olduğumuz bir itibarsızlaştırma egzersizinden başka bir şey olmadı. Ancak hem bu projenin kendisinin, hem Kürt siyasi hareketinin reflekslerinin anlamlandırılabilmesi için Kürt kentlerindeki hissiyatın ve bu hissiyatı siyasete kanalize eden mekanizmanın yerinde görülmesi, onun kendine has dinamikleriyle anlaşılması gerekiyordu. Eğer bu yapılmıyorsa da karşılarındaki unsurun kendine has bir devinimi, siyaseti ve aklı olan bir özne olduğu teslim edilmeliydi. Oysa bizim maruz kaldığımız analiz güç ve iktidardan uzak olan tarafa bu dikkati fazla gören, onu ayrıca bir özveriye değer görmeyen bir psikolojinin ürünü.

Bunun ötesine giden de, Kürt siyasetini olgunlaşmamış, akli melekeleri gelişmemiş veya ‘dünyayı okuyacak’ yetkinlikten uzak bir amatör olarak değerlendirdiğinden bu aktöre fener tutma ihtiyacı duyuyor. Bu fenerden de ışık almıyorsa, o zaman Ankara’nın Heron’lu, F16’lı yumrukları müstehak oluyor. Eğer böyle olmasaydı, Kürt siyasetinin öznelerinin projeleri veya yönelimlerini irrasyonel gören akıl Kürtlerle vatandaşı oldukları devlet arasındaki psikolojik kopukluğun boyutlarını fark ederek bu projelerin en azından ülkenin doğusunda neden rasyonel durduğunu görecek ve daha fazla bir anlama çabasına girecekti.

GÖNÜLSÜZ İLİŞKİNİN ÇATIRDAMASI

Oysa dünyada Kürt meselesi kadar yerinde araştırma-gözlem yapılmadan tartışılan az sorun vardır. Son 27 yılını siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel her anlamda etkileyen bir sorun hakkında bir düzineyi aşacak akademik çalışmanın dahi bulunmadığı tek muasır medeniyet de Türkiye olsa gerek.

Bu görmeyen, görmek istemeyen yaklaşımın çok daha katısı ve esas irrasyonelini ise sivil entelektüel aklı da önemli ölçüde şekillendiregelmiş devlet aklında görüyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne Kürt vatandaşıyla göz teması kurmamak için kendini kötü mimari projelerin ürünü binalara ve kurşun geçirmez demir yığını panzerlere tıkmış, vatandaşa ancak buradan bakan devlet de zemindeki sorunla ancak bu şekilde geliştirdiği perspektif üzerinden mücadele edebiliyor. Böyle olduğu için de 2011 yılındaki Kürt yuttaş-devlet teması Türkiye tarihinde olmadığı ölçüde zayıflamış bir raddeye varmış oluyor.

,

Güneydoğu’nun birçok kentinde Kürtler başta şiddet ortamının çözümsüz bir şekilde kalarak devam etmesi, bu süreçte zaten anlaşılmayacakları kanısı ve aidiyet duygusunun da yitimi nedeniyle de-facto olarak kafalarında bir özerklik kurmuş durumda. Bu kopukluk 90’lardaki yoğun göçün ardından yeni bir demografinin oluştuğu batı kentlerindeki Kürt mahallelerinde de açık bir şekilde kendini gösteriyor. Devletin ancak mecburi bürokratik-ekonomik işlerin halledildiği, kimi zaman faydalanılan kimi zaman mağduriyeti görülen ve bir tür kaçak ilişkinin yaşandığı bir kurum olarak görüldüğü atmosfer bu. Onun ötesinde duygusal ve fiziki herhangi bir temas bir yana bu temasın mümkün mertebe uzak olmasını isteyen bir ruh hali hakim.

Bugün Hakkari ve Şırnak’ta artık keskin bir şekilde görülebilen bu durum diğer Kürt kentlerinde beraberinde büyüyen özgüvenle birlikte gelişerek ilerliyor. Zaten tarafların gönülsüzlüğü üzerine şekillenmiş bir ilişki bu dönemde artık tamamen çatırdamaya başlıyor, taraflar birbirlerine gerçek hislerini işte şimdi bildiriyor. Tamamen bir kıyım ve insanlık suçunun ötesinde bir anlamı olmayan Sri Lanka vahşetinin model olarak tartışılıyor olması da bu ‘ya benimsin ya toprağın’ anlayışından çıkıyor. Ne asimile edebildiği ne de başedebildiği bir aktörü gözü dönmüş bir şekilde yok etme hissi bu her iki durumu kabul edememe halinden kaynaklanıyor.

UZUN KOPUKLUK HALİ

Kürtlerin devleti temsil eden mekanizmalardan psikolojik olarak kopmalarını ifade eden atmosfer birdenbire ortaya çıkan sosyolojik bir durum olmadı elbette. Önce giderek silikleşmeye yüz tutmuş Kürt kimliğinin şiddetle beraber şekillenen bir siyasetle canlanması, Kürtlerin kimlik vurgulu bir çetin sürecin ardından bir tür bastırılanın geri dönüşü halini yaşaması, ardından da şiddetten uzak sivil siyasetin bu kimlik ve siyasetini kent caddelerinde canlandırması yeni bir zihin dünyası yarattı. Cumhuriyet ise tarihi boyunca sağlamlaştırmaya çalıştığı paradigmaya inat ve sabırla karşı koyan bir itiraz karşısında en azından misak-ı milli sınırlarının doğu kısmında moral açıdan yenildi. Cumhuriyet’in telaşla 100’üncü yılına yetiştirmeye çalıştığı ‘makbul vatandaş’ın algısı dahi yavaş da olsa değişmeye başladı.

1980 ve 90’lı yıllarda umutsuz bir isyan hareketi olarak görülen Kürt meselesi, 90’ların sonu ve 2000’li yıllarda sivil siyaset kanallarında kazanımlar elde etmeye başlayan, yerel ölçekteki iktidar dengelerini değiştiren bir dinamiğe dönüştü. Belediye başkanlıkları ve milletvekilliklerinin Cumhuriyet tarihi boyunca Ankara’yla ittifak halindeki ağaların elinden çıkması, bu yerlere Kürt kimliğini görünür kılmaya çalışan, Ankara’yla da ihtilaf halindeki ‘sıradan’ insanların gelmesi Kürtlerde kendi kendilerini idare edebilecekleri hissiyatı yarattı. BDP’nin 99 belediyeyi kazandığı 2009 yerel seçimlerinden hemen sonra can havliyle Kürt siyasetçileri ve belediye yöneticilerinin içeriye alınması bu güvenin daha da büyüyeceği korkusunun bir işaretiydi. O tarihten bugüne sürat kesmeden devam eden KCK davasındaki ana tutuklamaların belediye başkanları ve yöneticileri etrafında ilerlemesi, birçok il, ilçe ve beldenin belediye başkansız bırakılması bu kaygıyı kuvvetlendiren veriler. Kürtlerin 2007’den itibaren TBMM’de grup kurabilen bir toplumsal grup olmaları da gelişmekte olan güven psikolojisini iyice pekiştiren, bu arada Ankara’nın korkularını büyüten yeni bir siyasi durum yarattı. Bu aşamadan itibaren Kürtler için sözkonusu olan ise Cumhuriyet tarihi boyunca zaten ne merkezi ne de yerel otoriteyle kendi kimlikleriyle diyalog içine girememiş olmaları nedeniyle eşit bir iletişim halinde olabilecekleri kendi yerel yönetim mekanizmalarını inşa etmekti.

Türkiye’deki analiz dili, ülkenin en büyük tabusu olmaya devam eden Kürt meselesini halen cesaretle çözümlemeye yanaşmıyor. Sorunu ve semptomlarını gerçekleri üzerinden konuşmak ne eski devlet dinamiğinin ne de yeni AKP iktidarının siyasi amaçlarıyla örtüşüyor. Kürt meselesinde genel vasatın ötesinde bir ifade alanında yer almak eskiden olduğu gibi şimdi de siyasi olduğu kadar ekonomik riskler barındıran bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla halen herkesin Kürt meselesi sözkonusu olduğunda birbirinin gözünün içine bakarak yalan söylediği bir kamu alanında yaşıyoruz. Ancak ne Kürtlerin yıllardır yürüttükleri mücadele ve beraberinde yaşadığı mağduriyetin boyutları ne de devletin tamamen yok etmeye dönük siyasetinin ciddiyeti bu sözleşilmiş kandırmacayı daha fazla kaldırabilecek durumda.

* Hamza Aktan, gazeteci, http://hamzaaktan.blogspot.com/