Varoluş Uçurumunun Kenarında: AKP'nin Ölüm Kapitalizminde Neo-Liberal Türkiye

Bir an için olsun, AKP’yi günlük siyasi tartışmalarından sıyırarak yaptıklarına ve projelerine biraz daha uzaktan, “bir adım geri” dediğimiz yerden bakalım. Gerek toplumsal, gerekse siyasi söylemsel alanda dolaşımda olan ve herkesin konuşmaktan büyük keyif aldığı “AKP’nin şeriat getireceği” gibi komplo teorilerini, AKP’yi ne pahasına olursa olsun savunmayı göze alan takıntı derecesinde bağlılığı ve aynı derecede nefreti bir kenara bırakırsak geriye ne kalır? AKP’nin günümüz küresel-yerel bağlamda ortaya koyduğu siyaset, Türkiye’yi nasıl konumlandırmaktadır? Bu soruyu cevaplamaya başlamak ve Türkiye siyaseti içerisinde AKP’nin yerini daha iyi anlamak için atmamız gereken iki adım var. Bunlardan birincisi AKP’nin kim olduğunu, AKP kimliğini glokal bağlamda, yani küreselin yereli nasıl etkilediğini tartışarak ele almak. Daha sonra ise bahsi geçen küresel-yerel konumlandırmanın, toplumun geri kalanı için ne ifade edebileceğini incelemek. Sonuçta ortaya çıkacak olan çarpıcı tablo, bize, ideolojik aygıtların keyfi gücünden rahatsız olanlara, önümüzdeki asır içerisinde ne ile ve nasıl mücadele etmemiz gerektiğinin cevabını verecek.

A/K

AKP’nin kim olduğunu, bahsettiğimiz soyutluk içerisinde, iki katmanda inceleyebiliriz: A ve K. AKP’nin A hali, özellikle Erdoğan’ın söyleminde sıklıkla başvurduğu özgürlük ve eşitlik gibi temalara dayanıyor. Yapmaya çalıştıkları açılımlar A harfinin en önemli örneğini oluşturuyor. Fakat, son yılların giderek kızışan siyasi ve hukuki ortamında, A harfinin verdiği sözlere inanmayanlar için K harfinin söylemi imdada yetişiyor. Her seçim öncesi, Erdoğan’ın hitabet dağarcığında geniş yer tutan “bizden önce yapılandan daha çok duble yol yaptık” gibi ekonomik kalkınmaya ait veriler, istikrar, ilerleme, gelişme ve kentleşme gibi temalardan beslenen bir söyleme sahip, K harfi. Bununla beraber K harfi, A harfinin karmaşıklığı ve günlük siyasetin sunduğu sinir bozucu baş ağrıları ile uğraşmak istemeyenler için, çelişkilerden uzak, sakin ve rahat bir sığınak sunuyor--sadece ülke genelinde yapılan inşaatlara, geliştirilen tesisata bakarak AKP taraftarı olmak için kolay bir kapı gösteriyor. Burada, "istikrarın sabitliğinden gelen huzur," ruh sağlığımıza açılan bir kapının anahtarıymış gibi bizi sakinleştiriyor ve her şeyi AKP'nin güvenilir ellerine bırakmamız için bize sesleniyor.

Fakat, AKP sadece K harfinden oluşmuyor. Alt ve üst yapıları kendi muhafazakar çerçeveleri içinde yoğurmaya çaışırken, önceleri farkına varamadıkları ama daha sonra A ve K’nin varoluşsal tutarsızlığı ortaya çıktıkça daha da agresifleşerek korudukları çelişkisel bir yapının, temsilcilei olmaktan öte, mimarları haline geliyorlar. Bir taraftan kendi kimliklerine sahip çıkmaya çalışırken, diğer taraftan siyasi gücün odağı haline gelmenin "dengesini," ölüm kapitalizmini savunarak ve Türkiye'yi muhafazakar bir neo-liberal ideolojiye mahkum ederek “koruyorlar.”

AKP’NİN ÖLÜM KAPİTALİZMİ

Ölüm-Kapitalizmi (necrocapitalism) kavramını ortaya atan Banerjee[i], onu böyle tanımlıyor: “günümüz kapitalizminin hayatı boyun eğdiren ve zapteden uygulamaları ... öyle ki günümüz siyasi-ekonomisinde, ölüm, hayatın koşullarını belirliyor.” Banerjee’nin cevaplamaya çalıştığı basit bir soru: “günümüz kapitalist uygulamaları, belli toplulukların ölümüne, kontrol altına alınmasına, zaptedilmesine ve marjinalleştirilmesine sebep oluyorsa, günlük hayatın mücadelesini yapan toplumlar için ne tür direniş yolları var?”[ii] Banerjee’nin sorguladığı, özellikle gelişen toplumlarda oluşan ekonominin nasıl savaş ve şiddet için kullanıldığı. Türkiye’nin, AKP’nin K hali sayesinde, gelişen bir ekonomiye sahip olduğu konuşulan bir algı. Fakat gelişen ekonomi, arttığı söylenen iş gücü ve ilerleyen kentleşme, kendisini toplumsal karmaşaya bırakıyor. Artan şiddet, tırmanan kutuplaşma, kadınlara karşı şiddet, farklı olanlara karşı linç kampanyaları, AKP’nin bakış açısı ile berlirlenen “normal” dışında kalan her insanın ya ölüm, ya da tutsaklık fermanına çarptırılması, kalkınan ekonominin neye yaradığı veya nereye kullanıldığı gibi bir soru ile bizi baş başa bırakıyor. Çünkü, AKP’nin de büyük bir iştahla uyguladığı günümüz kapitalist geleneğinde ortaya çıkan yeni toplumsal özne “bireysel özgürlüğün, kişisel çıkarlara eşdeğer tutulduğu ve ... vatandaşların tüketici ve müşteri olarak yeniden tanımlandığı”[iii] bir düzen.

AKP, vatandaşını bir müşteri ve tüketici olarak konumlandıran düzeni alarak yeni bir boyuta taşıyor. AKP öncesi Türkiye vatandaşından beklenen, iyi ve uslu bir tüketici olmasından öte, devletin çizdiği söylemsel sınırların dışına çıkmayan ve böylelikle devletin tanımlarını kabul eden bir profil çizmesiydi. Yani, devletin dayattığı bilince sahip, bilinçli bir tüketici olmasıydı. AKP ise bu tanıma bir de ahlaki bir boyut ekliyor. Vatandaştan, devletin söylemsel olarak dayattığı kimlik tanımından dışarı çıkması bir yana, ahlaki ve düşünsel olarak da çizdiği sınırları zorladığı zaman yaptırıma maruz kaldığını bilen bir tüketici olması isteniyor. AKP’nin ideal müşteri/tüketicisi, hayatı boyunca en az üç tane daha müşteri/tüketici dünyaya getiren, sadece belli kitle iletişimi tüketen ve sadece belirli markalara sadakat göstermesi beklenen bir profil çiziyor.

Bu yüzden, AKP, Banerjee’nin ölüm-kapitalizmi kavramına sığmıyor, ve onu geliştiriyor. AKP’nin 10 yılda ustalaştırdığı yapı içerisinde tüketici olarak konumlandırılan vatandaş, uygulamaların bir parçası olarak sadece ve sadece ezinlenlerin daha da ezilmesine veya yasadışı ilan edilenlerin öldürülmesine yardımcı olmakla kalmıyor. AKP’nin ölüm-kapitalizminde tüketici ve müşteri olarak konumlandırılan vatandaş, kapitalist katılımın bir parçası olarak aynı zamanda kendisi etrafında söylemle çizilen ahlaki ve kimliksel sınırın inşasına da katkıda bulunuyor. Diğer bir değişle, AKP, parçası olduğu küresel yapıyı içselleştirmekle kalmıyor. Onu yerel bağlamın sunduğu güç fırsatı ile birleştirerek, kendisini siyaset ve ahlak CEO’su olarak konumlandırıyor.

İSTİKRARLI VAROLUŞ

AKP’nin bahsi geçen konumlandırması, kendisini büyük bir ölçüde 10 yıldır süregelen iktidara ve bu uzun süreçle ilişkilendirilen--AKP’nin de sıklıkla tekrarladığı--istikrar, sabitlik ve güven gibi söylemlere dayandırıyor. Fakat içinde bulunduğumuz küresel yapının tek gereği, AKP’nin mükemmelleştirdiği ölüm-kapitalizmi değil. İşin diğer yüzü, küreselleşen ve gittikçe hızlanan iletişim, kontrol altına alınamayan toplumsal örgütlenme, bilgiye erişimin kolaylığı ve bunların getirdiği bir karmaşa. AKP’nin söyleminin ve 10 yıldır iktidarda olmalarının bize söylemek istediğinin aksine, gittikçe artan gösteriler, azalan liberal desteği ve sonuç olarak yükselişte olan toplumsal şüphe, herşeyin aslında o kadar da istikrarlı ve sabit olmadığını gösteriyor.

Ong[iv]’a göre, içinde bulunduğumuz bu küresel sabitsizlik geç modernitenin belirtileri. ABD’de üretilen Toyota; Türkiye’de köfte, Japonya’da yeşil çaylı dondurma yapan McDonalds; New York’ta satılan Mavi jeans; ve dünyanın dört bir köşesindeki kültürü kendi içinde asimile eden Starbucks gibi kurumlar, toplumsal üretimin artık fabrikalardan çıkıp, küresel bir döngü içinde yer aldığının-- dış tedarik ile beraber--en önemli göstergeleri. Bu geçiş, aynı zamanda, düzenden, öngörüden ve matematiksel stratejiden, akışkanlığa, bilinmezliğe ve karışıklığa dair bir geçiş. Küreselin yerel ile birleştirilmesinin de büyük rol oynadığı geç modernitede, tekdüze olan mantık, görsel veya düşüsel yapılar, şimdi kendilerini çok katmanlı, renkli ve belirsiz oluşumlara bırakıyorlar. Ong, bu belirsizliği “varoluşsal uçurumun kenarı[v] olarak tanımlıyor. Bu kenardan ne aşağı düşüyoruz, ne de ayaklarımız tamamen yere basıyor. Sürekli hale gelen şüphe ve belirsizliğin metaforu haline gelen “kenarda durmak” geride bıraktığımızı iyi bir şekilde ifade etsede, nereye gideceğimiz konusunda bizi çok da aydınlatmıyor.

AKP’nin, K harfi ile propagandası yapılan başarı--tabii, küresel ölüm-kapitalizminin içselleştirilerek daha da kötüye kullanılmasını “başarı” olarak tanımladığımız sürece--bu yüzden A harfindeki karmaşıklarla ihanete uğruyor. Batının büyük bir kısmı ile beraber, AKP’nin yönetime uygulamaya çalıştığı Newton’un mekanik fiziği, geç modernite şartları altında arıza yapmaya başlıyor.

NEO-LİBERAL TÜRKİYE

AKP, bütün bu değişen şartların altında A ve K’yi birleştirerek “ölüm-kapitalizmi içerisinde yeni-muhafazakar bir yapı” yerleştirmeye çalışınca, Türkiye dayatılan bu neo-liberal çerçevenin içerisinde sıkışıyor. Bir taraftan açılımlar başlatıp, bir taraftan nefret söylemi yaymak ve katledilen vatandaşlar için orduya teşekkür etmek. Bir taraftan ülkeninin bilişim alt yapısı gelişirken, diğer taraftan interneti sınırlamaya çalışmak. Bir taraftan güçsüzü savunan bir söyleme sahip olmak, diğer taraftan kendi sınırları içinde var olmak istemeyenleri marjinalleştirmek. Değişen koşullar altında, AKP’nin kendi yeni muhafazakar söylemine bu kadar sıkı sıkıya bağlı kalmasının ama bir taraftan da yukarıdaki tanımı ile başarılı bir kapitalist olmak istemesinin sonucu: günümüz hali ile neo-liberal Türkiye.

ÇIKIŞ

AKP’nin CEO’su olduğu siyaset ve ahlak ile bezenmiş ölüm-kapitalizminin, tüketimimizle giderek daralmasına yardımcı olduğumuz sınırlarından kurtulmak için ne yapmamız lazım? Diğer bir değişle, Banerjee’nin yukarıda sorduğu soruya kendi bağlamımızda nasıl bir cevap verebiliriz?

Pêcheux’ya göre[vi], egemen söylemle ve ideolojik aygıtların insanı adeta boğan çokluğuna, çeşitliliğine cevap vermenin üç yolu var: kabul etmek, reddetmek veya kimliksizleşmek.

Kabul etmek, toplumsal nesnenin baskıyı onaylaması ve varlığı ile yaşatması anlamına gelirken, reddetmek, baskı unsurlarının tamamen ortadan kaldırılmasına ve feshetmesine işaret ediyor. Arap Baharı’nda yaşandığı gibi bir feshetmenin bizim topraklarımızda yaşamasını beklemek, içselleştirilen müşteri/tüketici algısınının getirdiği rahatlık yüzünden, hayli gerçek dışı. Fakat Pêcheux’nun sunduğu üçüncü yol olan kimliksizleşmek, bahsi geçen algıyı içselleştirmiş olsak da, veremeyeceğimiz bir tepki değil.

Kimliksizleşmek, Pêcheux’nun anlatımında, göründüğünden farklı bir anlam taşıyor. Tamamen bir feshetme yerine, hem toplumsal nesneyi, hem de gücün doğasını yeniden tanımlamaya çalışmak ve en nihayetinde bir yeniden düzenlemeye kavuşmak. Ağır ve zahmetli gibi görünen bu yolun mimarı, tabii ki, Althusser’in[vii] baskıcı devlet ideolojisine karşı, nesnellikten uzak--Fairclough’un[viii] değimi ile “değerlendirmeci”--bir bilim birikimi oluşturulması fikri.

Hem Banerjee’nin sorusunu cevaplamak, hem de giriş paragrafında bahsettiğimiz rahatsızlığımıza karşı mücadele alanları açmak için yolun bilimden geçtiğini söylemek, ilk bakışta, çok klişe geliyor olabilir. Fakat, bahsi geçen bilim, insanlıktan uzak, mekaniğin ve matematiksel öngörülebilirliğin yükünde kaybolmuş bir bilim değil.

Neo-liberal ideolojinin savunduğu, imtiyaz sahibi yaptığı ve kendi amaçlarına hizmet ettirdiği bilim anlayışının sabip olduğu tarafsızlık ve objektivite takıntısı, Althusser’in bilim anlayışında kendini göstermiyor. Tarafsız bilim efsanesi, herşeyin ölçülebilir “doğruluğunu” arayan ve ölçülemeyenleri yok sayan modernist ve yapısal söylemlerin başka bir kendini ifade ediş biçimi. Bu söylem içerisinde, bilim tarafından ölçülebilen “doğru,” aynı zamanda egemen ideolojik söylem tarafından “yasal” olarak konumlandırılıyor ve geri kalan, bahsi geçen tanım içerisine girmeyenler marjinalleştirilerek, istenmeyen veya öteki sınıfına alınıyorlar. Evrensel doğrular bulmaya adanmış böyle bir bilimin mimarları, egemen ideolojiye ettikleri hizmetlerden dolayı, Pêcheux’nun deyimi ile “uyumlu vatandaş” olarak tanımlanıyorlar.

Fakat, değerlendirmeci, eleştirel, aktivist, toplumsal sorunlarla mücadele eden bir bilim birikimi, tarafsız olma, veya evrensel doğruları “keşfetme” maceralarına çıkmıyor. Eleştirel bilimin en temel varsayımlarından olan ‘tüm doğruların toplumsal etkileşim ve iletişim yolu ile inşa edildiği’ fikri, tüm olası tarafsızlık çabalarını ve onunla gelen güç ve imtiyaz ilişkilerini gözler önüne seriyor. Toplumsal eleştiri temeline sahip olan bilim birikimleri ve bu birikimlerin alternatif ideolojiler ve söylemlerle desteklenmesi, sözünü ettiğimiz uzun soluklu mücadelede en önemli mühimmat olacaktır.


[i] S. B. Banerjee, “Necrocapitalism”, Organization Studies, (2008), 29:12, s. 1541-1563

[ii] S. B. Banerjee, “This is necrocapitalism”, IG Kultur Österreich, erişim tarihi: 26. 01. 2012, http://igkultur.at/lingua/english/this-is-necrocapitalism

[iii] H. Leitner & E. S. Sheppard & K. Sziarto & A. Maringanti, “Contesting urban futures: decentering neoliberalism”, Contesting Neoliberalism: Urban Frontiers (H. Leitner, J. Peck, E. S. Sheppard editörler), (Guliford Yayınları, New York, 2007), 3

[iv] A. Ong, As Exception: Mutation in Citizenship and Sovereignty, (Duke Üniversitesi Yayınları, 2006), 3

[v] İbid., 3

[vi] M. Pêcheux, Language Semantics and Ideology, (St. Martin’s Yayınları, New York, 2006), 155-170

[vii] L. Althusser, “Ideology and Ideological State Apparatuses: Notes Towards and Investigation”, Lenin, Philosophy and Other Essays (Monthly Review Yayınları, 1971), 173-174

[viii] N. Fairclough, “Critical Discourse Analysis”, The Routledge Handbook of Discourse Analysis (J. P. Gee & M. Handford editörler) (Routledge Yayınları, 2011), 10-16