Psikolojik Açıdan Göç

Göç, insanlar (çocuk,kadın,erkek) üzerinde nasıl bir psikolojik/travmatik etkileri oluşturur? Bu etkiler kalıcılaştığında göç eden ve göç edilen yerleşimlerdeki insanlar arasında nasıl sorunlar oluşur?

Göç oldukça karmaşık bir olgudur. Çok sayıda faktör işin içindedir ve göç psikolojisi üzerine konuşmak ancak sosyo-politik ve ekonomik faktörlerin de dikkate alınacağı karmaşık bir matriks bağlamında mümkündür. Bunu akılda tutararak, göç psikolojisi açısından analiz kolaylığı sağlayacağı için üç evreden bahsetmek mümkündür: Göç-öncesi, göç süreci ve göç-sonrası. Psikolojik açıdan göçü incelerken ve göç nedeniyle psikolojik zorluklar yaşayan insanlara yardım ederken, bu üç evredeki olumsuz ve olumlu özellikleri değerlendirmek gerekir. Bu özellikler de göç eden her kişi ve grup için oldukça farklı olabilir. Ancak bu çok sayıda faktörün bileşik etkisi üzerinden kişilerin ve grupların göçten nasıl etkilendiğini anlayabiliriz. Dolayısıyla bu konuda ilk söylememiz gereken şey, göçün psikolojik etkilerinin büyük ölçüde kişiye veya gruba özgü olduğudur. Bunu söylemiş olmak ama göç üzerine konuşurken özellikle dikkat edilmesi gereken bazı faktörler olmadığı anlamına gelmez. Örneğin göç-öncesi dönemden kaynaklanan faktörler arasında göçün nedeni ve de kaybedilecek şeylerin çapı, derinliği çok önemlidir. Zorunlu göç, ‘gönüllü’ göçten haliyle çok daha fazla olumsuzlukla yüklüdür. Hayatını, güvenliğini kurtarmak için bir yerden kaçmak zorunda kalıyorsan, hem buna yol açan tehditlerin ve eziyetlerin yarattığı travmayla hem de aniden, tamamen hazırlıksız bir şekilde yerinden yurdundan kopmanın getirdiği yükle uğraşmak zorundasın. Ek olarak, göç ederken geride bırakılanların, bu anlamda kaybedilenlerin, boyutu da çok önemli. İnsana destek veren, onu koruyan güçlendiren ne kadar çok şey geride bırakılıyorsa, göçün psikolojik etkisi o kadar olumsuz olacaktır. Bunlar da nelerdir? İşte, insanın sevdikleri, yakın çevresi, yani ilişki ağı, dili, kültürü, işi ya da okulu, geliri, hayat standardı, aşina olduğu, içinde yaşamaya alıştığı köyü, kenti ya da yurdu. Bunlardan ne kadar çok fazlası geride bırakılıyorsa o kadar fazla risk faktörü var demektir. Göç sırasında ise bu yolculuğun ne kadar güvenli, tehlikeli ya da meşakkatli olduğu dikkate alınmalıdır. Göç sonrası dönem açısından ise göç edilen yerin özelliklerine bakılmalıdır. Göç edilen yer ne kadar kucaklayıcıysa, ne kadar az dışlayıcı ve ayrımcıysa, kayıpları telafi etmeye ne kadar müsait ise göçün olumsuz etkileri o kadar azalacaktır. Her halükarda ama, her göçte bir şeylerin şu ya da bu düzeyde kaybedilmesi esastır. Bir şeyler geride bırakılmıştır ve yeni baştan başlamak gerekmektedir. Kayıpların büyükse ve yeni gelinen yer sana dostça, destekleyici tarzda davranmıyorsa o zaman çeşitli psikolojik zorlukların gelişmesi için yeterince risk faktörü bir araya gelmiş olabilir. Bu durumlarda en sık görülen psikolojik zorluklar depresyon, anksiyete (bunaltı/endişe) ve ilişki problemleridir. Kadın, erkek, çocuk hiç bir grup bu tür sorunlara karşı bağışık değildir. Herkeste bu zorlukların ortaya çıkma ve bunlarla başetme yolları farklı olabilir. Örneğin göç edilen yerde yeni bir dil öğrenilmesi gerekiyorsa çocuklar, ana babalarına göre daha avantajlıdır. Ama öte yandan ilişki ağlarının sürekliliği çocuklar için daha önemlidir. Sonuç olarak yeni gelinen yerde ekonomik ve kültürel entegrasyon ne kadar çabuk ve iyi olabilirse göçün yarattığı psikolojik risk faktörlerinin etkisi azalacaktır. Örneğin erkek çalışıyor ve kadın evde oturuyorsa ve bunun üstüne kadının sosyal destek sağlayacak bir çevresi yok ise o zaman bu kadının depresif bir ruh haline doğru evrilmesi kolaylaşacaktır. Göçün yarattığı zorluklarla başetmenin en yaygın yollarından biri bildiğimiz gettolaşma eğilimidir. Benzer kökenlerden gelen insanlar, tehlikeli olan ya da tehlikeli addettikleri yeni dış çevreye karşı, normal koşullar altında yakınlaşmayacakları kadar yakınlaşıp kendilerine bir getto kurarlar. Bu getto, mekansal olabileceği gibi, dağınık yerlerde otursalar bile psikolojik/ilişkisel bir getto da olabilir. Getto sonuç olarak bir tür dayanışma ağıdır, göçün neden olduğu kayıpları telafi etme çabasıdır. Eğer abartılmazsa ve iç-dış sınırlarını çok katı bir şekilde çizmezse gettolar, yeni yere entegrasyon sürecinin işlevsel bir ilk aşaması olarak görülebilirler. İnsanlar göç edip, ilk başta içinde kendilerini daha güvenli hissettikleri gettoda yaşamaya başlarlar. Zaman içinde deneye yanıla getto sınırlarının dışına çıkıp tedricen entegre olabilirler. Ama göç edilen yer, göç edenlere karşı düşmanca/ayrımcı bir tavır içindeyse, o zaman göç eden için entegrasyon değil, kendini koruma önplana çıkar ve gettolaşma sürdürülür. Gettolaşma bir süre sonra kendi dinamiğini yaratabilir ve bin türlü müsibete neden olabilir. Bunların başında da göç edenlerle yerleşiklerin birbirlerini sahiden tanımamaları ve önyargılarla yüklü bir şekilde şiddete dek varabilen gerginlikler üretmeleridir. Gettolaşmanın kırılmasında en büyük sorumluluk göç edilen yerdeki yerleşik düzene düşer. Göç eden oraya keyfinden gelmemiştir, bir sürü şeyi geride bırakarak gelmiştir. En başta bunu kabul ederek, anlayarak, çok boyutlu yardım/destek mekanizmaları devreye sokulmalıdır.

Göç edilen ülke insanlarının “yabancı” diye tanımlayarak göç eden insanları dışlaştırması, tarafları (göç eden ve göç edilen yerleşimdeki insanlar) karşılıklı nereye kadar iter? Bu sürecin sağlıklı çözülmesi kuşkusuz kısa olmayan kültürel dönüşümü içeriyor. Ancak böyle (birbirini reddettiği şiddetin üreyebileceği) durumlarda kısa sürede yapılması gereken somut çözümler neler olabilir?

Evet, dediğiniz gibi meselenin bir uzun dönemli kültürel dönüşüm boyutu var. O da ama kendi kendine olacak, kendi haline bırakılacak bir şey değil. Göçmenlik meselesi üzerine bugünden başlayan ve bunu politik mücadelenin bir bileşeni olarak gündemde tutan bir yaklaşıma ihtiyaç var. Bu mücadeleyi de dünyada şaşırtıcı olmayan bir şekilde hep sol hareketler yapmıştır, yapmaya devam etmektedir. Göç hareketlerinin çeşitli nedenlerle bu kadar arttığı günümüzde solun göçmenlerin sorunları üzerine şimdiye kadar olduğundan daha da fazla eğilmesi gerekiyor. Göçmenlerin, ‘yabancılıklarıyla’ değil, sorunlarıyla ve sahicilikleriyle görünür kılınması ve onlara yönelik hizmetlerin talep edilmesi gerekiyor. Devletten ve belediyelerden talep edilmesi gerekiyor, ama bu taleplerle yetinmek de gerekmiyor. Çünkü göçmenlik durumunu en iyi bilenler göçmenlerin kendileridir. Kendi örgütlerini yaratmaları ve idame ettirmeleri için desteklenmeleri kritik önemdedir. Bunun yanında Batı dünyasında olduğu gibi göçmenlere yönelik ekonomik, hukuki, psikolojik ve sosyal hizmetler veren sivil toplum kuruluşlarının varlığı çok önemli. Bu kuruluşlar, göçmenlerin kendi örgütleriyle koalisyonlar halinde çalıştığında anlamlı başarılar kazanmak mümkün.

Göç eden insanları kültürel kimliklerine sıkıca sarılmasının, göç edilen ülke insanlarının da bu insanları yabancı diyerek dışlamalarını kültürel/psikolojik olarak nelerden beslenir? Karşılıklı kültürlerde bu durumun sorunsuz aşılması konusundaki yaklaşımınızı öğrenebilir miyiz?

Şimdi bu sorunun cevabı aslında bu röportaja sığmaz, oldukça çetrefil bir konu bu. Ama şu kadarını söyleyeyim burada. Göç, göç eden için de göç edilen yerde daha önce yaşayanlar için de yeni bir durum yaratır. Eski, alışıldık düzen bozulmuştur, ortaya yeni bir durum çıkmıştır. Daha önce birbirini sahiden tanımayan insanlar, hayat tarzları, adetler, diller, kültürler temas haline geçmiştir. Katı bir şekilde kurulmuş ben/biz şemaları için bu farklı olan öteki, o zamana kadar içselleştirdiğimiz ‘ben/biz’in aslında mümkün bir sürü ihtimalden yalnızca biri olduğunu gösterir. Yani ‘biz’in mutlaklığını sarsar, görecelileştirir. O anlamda da katı ben/biz şemaları için öteki, bir zenginlik değil bir tehdit unsurudur. Dünyanın en iyi, en bilmemne kimliğinin bizim kimlik olduğuna inanmışşak ve başka bir ihtimal olabileceğini hiç aklımıza bile getirmemişsek, karşımıza birdenbire başka kimlikler çıktığında ilk yapabileceğimiz şey o başka kimliklere karşı kendi kimliğimizin üstünlüğünü her mümkün yolu deneyerek yeniden tesis etmektir, edemediğimiz durumlarda da şiddet gündeme gelebilir. Üstelik çoğu durumda farklı kimliklerin karşılaşması, bir sıfır noktasından başlamaz, o karşılaşma anına kadar edinilmiş ciddi önyargılar da söz konusu olabilir. Örneğin, hayatında hiç bir gerçek Kürt, Ermeni ya da Afrikalı bir insanla teması olmamış bir Türk ya da hiç gerçek bir Diyarbakırlı tanımamış bir Afyonlu, yine de bu kimliklere sahip insanlara dair bir sürü şey duymuş, öğrenmiş olabilir. Karşılaşma anında bu tür önyargıların da büyük bir rolü vardır. Sorunuzun ikinci kısmına gelirsem, bu farklı kültürlerin karşılaşmalarının sorunsuz aşılması gibi bir durum ancak bizim ütopyamız olabilir. Ütopya, yani asla varamayacağımız, ama yaklaşmak için elimizden geleni yapabileceğimiz bir hedef. Farklı kimliklerin karşılaşması durumunda her zaman sorun olabilir, sorunsuzluk gibi bir şey beklemememiz lazım. Ama tabii sorun var sorun var. Farklı kimliklerin katliam vb. yöntemlerle yokedilmesi de, ayrımcılık da birer sorun, yanlış anlamalar, iletişim zorlukları vb. şeyler de. Geniş bir sorun yelpazesi var potansiyel olarak. ‘En az sorunla’ ya da ‘ötekini örselemeden nasıl aşarız?’ diye sorarsak, verebileceğim en kestirme cevap, katı ben/biz şemalarına karşı her düzeyde mücadele şeklinde olur herhalde. Tekçi ve mutlak kimlik kurgularına karşı, çoğul, melez, esnek ve geçişken kimlik kurguları. Bu, küçük çocukların yetiştirilmesinden başlıyor, eğitim sistemiyle devam ediyor ve nihayet politik kurumlara dek uzanıyor. Bizim kimliğimizin –ki bu aile yapımız olabilir, dinimiz olabilir, etnik/ulusal aidiyetimiz olabilir, cinsiyetimiz, cinsel yönelimimiz olabilir- eşdeğer mümkün kimlikler arasında göreli bir kimlik olduğunu kabul edip ona göre yetiştirmeliyiz çocuklarımızı, ona göre düzenlemeliyiz kurumlarımızı. Bu, dediğim gibi bugünden başlayacak, uzun vadeli ve hiç bitmeyecek bir politik mücadele konusu. Milliyetçilik ve ırkçılıkla mücedele bu bahsettiğim genel mücadelenin önemli bir parçası, ama yalnızca bir parçası. Çünkü bu mesele çok daha geniş ve köklü.

Yakın geçmişte yaşanan koşullardan ötürü önemli bir nüfus oranı, zorunlu göçe tabi tutulmuştu, zorunlu göçün insanın ruh sağlığı üzerine etkileri nelerdir? Bu etkiler giderilmesi konusundaki sizn yaklaşımınız nedir?

Zorunlu göçe tabi tutulan Kürt nüfus Türkiye’nin en önemli sosyal sorunlarından biridir ve maalesef bu konuda şimdiye dek ciddi bir şey yapılmış olduğu söylenemez. Zorla boşaltılan ve bir kısmı yakılan köy sayısına baktığımızda doğrudan ya da dolaylı (yani zorunlu göç emri almasa da tehditler, baskılar ve şiddet nedeniyle göç etmek zorunda kalanlar) olarak göçe tabi tutulan nüfusun 1-2 milyon civarında olduğu görülür. Bu insanların devasa sosyo-ekonomik problemleri vardır. İlk sorunuza verdiğim cevaptaki çerçeve üzerinden bakarsak, psikolojik zorluklar açısından oldukça elverişsiz risk faktörlerinden bahsedebiliriz. Bir kere savaş ortamından gelmişlerdir, bir kısmı doğrudan şiddete maruz kalmıştır, bir çoğunun ölü, yaralı, sakat şeklinde yakınları vardır. Doğrudan tehlike, tehdit yaşamışlardır. Göç etmek zorunda kalmışlardır, sosyo-ekonomik kayıpları büyüktür. Kürt illeri dışındaki yerlere göç edenler için hiç de dostça olmayan bir çevre sözkonusudur. En ufak olaylar linç girişimlerine yol açabilmektedir. Türkiye’de Kürtlere yönelik ayımcılığın dozu son yıllarda giderek artmıştır. Öte yandan, devlet bu göç mağdurlarının yaralarının sarılması için ciddiye alınabilecek herhangi bir önlem almamıştır. Depresyon, anksiyete ve travma sonrası stres bozukluğu gibi psikolojik tabloların bu nüfusta yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Göç edilen yerdeki ayrımcı/düşmanca ortam, göçmen Kürtlerin gettolaşma eğilimini güçlendirmiştir. Daha önemlisi, göçten beri 10 ila 20 yıl geçmiştir, göç edilen yerde yeni bir kuşak yetişmiştir. Sanmıyorum ki bu yeni kuşak mümkün olsa bile ailesinin kaçmak zorunda kaldığı köyüne/kasabasına geri dönmek istesin. Bütün olumsuz koşullara rağmen onların hayatı bu yeni yerde kurulmuştur ve bazı açılardan (okul, iş vb) yeni yer eskisine göre daha tercih edilebilir durumdadır. Dolayısıyla bu yeni kuşağın çoğu ekonomik nedenlerle ve haklı olarak yeni yerinde kalmak isteyecek, ama bu sorun, yani genel olarak Kürt sorunu ve özel olarak göçmenlerin sorunları, çözümlenmedikçe, bu yeni kuşak kendisinin ve kendisinden önceki kuşağın yaşadığı meşakkatlerin, zulmün psiko-politik bedelini bütün topluma ödetmek isteyebilecektir. Burada çok ciddi bir yabancılaştırma ve nefret/kin döngüsünden bahsediyorum. Şunu bile söylemek mümkün: Yarın şu ya da bu şekilde PKK diye bir şey kalmasa bile, üç beş on yıl sonra bu bahsettiğim yeni kuşağın en azından bir kısmı şimdikine göre çok daha kıyıcı eylemlere girişebilecektir. Bu kuşağın çocukluğundan beri yaşadığı travmatik sarsıntıyla başedebilmesinin yolu, devletin sandığı ya da umduğu gibi Kürt kimliğinden vazgeçmesi değil, tam aksine Kürt kimliğine, milliyetçilik dozu daha da artan biçimde daha çok sarılmasıyla olmaktadır. Bu tür travmatik durumlarda, psikolojik sorunlardan sakınabilmenin en elverişli yollarından biri politizasyon düzeyinin, radikalleşmenin artması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Böyle bakınca yapılması gerekenler açıktır: Kürt sorununun demokratikleşme ekseninde politik bir çözüme kavuşturulması ve savaş artı göç travması yaşayanlara yönelik çok boyutlu destek/yardım programları – ki bunların tazminat ve rehabilitasyon boyutları da olmalıdır.

Göçmenlerin göç etme psikolojilerini de düşünerek, göç ettikleri ülkede ihtiyaçları neler olabilir? Öncelikle nasıl bir psikolojik destek almaları gerekir? Bugün bu desteği sağlayan kurumsallaşan yapılar mevcut mudur?

Yine çok kısaca söylersek, göçmenlerin çok çeşitli ihtiyaçları söz konusudur. Duruma göre, temel biyolojik ihtiyaçlardan (yemek ve barınma) başlayarak, ekonomik, hukuki (yasal statü sorunları), psikolojik ve sosyal (dil, okul, kültürel uyum vb.) ihtiyaçlara kadar uzanır yelpaze. Göçmenlerin bir alt kategorisi olan mültecilerin daha da özel durumları vardır mesela. Önemli olan bunları bütünlüklü bir şekilde ve birbirleriyle etkileşimleri içinde ele alabilen bir yaklaşım geliştirmek ve bu yönde çalışan kurumlar oluşturabilmek. Psikolojik destek de diğer destek alanları olmadan çok fazla işe yarayamaz, etkisi kısıtlı kalır. Göçmenlerle çalışırken psikolojik destek hizmetlerinin kültürel farklılıklara meraklı ve duyarlı olması, dil problemlerini dikkate alması, ‘hasta’ anlayışına dayanan hakim tıbbi paradigmadan uzak durması ve güçlendirme (empowerment) hedefli yürütülmesi gerekmekte. Türkiye’de iç göçmenlere yönelik cılız sayılabilecek bazı faaliyetler var, ülke dışından gelenlere yönelik dişe dokunur bir faaliyetin olduğu söylenemez. Türkiye’den başka en iyi, uzun yıllar yaşadığım ABD’yi biliyorum. Oradaki durum da çok parlak değil ama kurumsallaşma anlamında Türkiye’den çok daha ileri olduğu söylenebilir. Avrupa keza öyle. Kanada ve Avustralya’nın göçmenlere yardım/destek anlamında en ileri ülkeler olduğunu, buralarda görece ciddi kamu kaynaklarının bu meseleye ayrıldığını biliyorum. Türkiye’de ise iç göçmenlerimize (örneğin Kürtlere) yönelik herhangi bir destek programı olmadığı gibi, dışarıdan gelen göçmenlere yönelik de herhangi bir şey yok. Örneğin Türkiye, utanılası bir şekilde yalnızca Batısından gelenleri mülteci olarak kabul edebileceğini, BM mülteciler sözleşmesine şerh olarak düşebilmiş bir ülke. Oysa burada Doğu’dan ve Güney’den gelmiş ve mülteci statüsü alması gereken onbinlerce (belki yüzbinlerce) insan var. Bu insanların bir çoğu savaş, işkence vb nedenlerle kendi ülkelerinde barınamamış kişiler. Burada hiç bir yasal statüleri yok. Sonuç olarak kendi vatandaşına doğru dürüst muamele etme konusunda sicili hiç de parlak olmayan bir Türkiye’de göçmenlere nasıl muamele edildiği de yine bir demokrasi meselesi olarak önümüzde duruyor.

Birgün Pazar Eki, 6 Kasım 2005'te yayımlanmıştır