“Aydınların İhaneti”: İktidar-Entelijansiya İlişkisi

Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin başlattığı imza kampanyası, muhtemelen imzacıların dahi beklemediği bir biçimde ilgi odağı oldu. IŞİD’le bağlantılı Sultanahmet katliamının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, saldırıyla ilgisiz bir şekilde imzacıları hedef alması, YÖK’ün durumdan anında vazife çıkarması, hükümet yanlısı basın-yayın kuruluşlarının, sosyal medyanın ve bir kısım akademisyenin imzacıları hain ilan etmesi, imzacılara karşı yargı sürecinin işletilmesi, buna karşı ilk imzacılara destek veren yeni imza kampanyalarının başlatılması, son bir hafta içinde imzanın konusu olan çatışma sürecini bile gölgede bırakan bir “imza” tartışması başlattı. Dahası, Türkiye’nin bitmek bilmeyen kavgalarından biri olan aydın, “entel”, entelektüel, akademisyen kavramlarını bir kez daha gündeme taşıdı.

Şu anda gözlemlediğimiz süreç, sadece bir imza kampanyasına milliyetçi saiklerle tepki gösterilmesi değil, akademide örgütlü olan muhaliflerin zayıflatılması amacıyla başlatılan bir cadı avı. Savcılar metinde suç unsuru bulmayı başaramadı henüz, ama soruşturmalar, uzaklaştırmalar derken imzacıların bir kısmı yerinden edilmeye başlandı bile. Aslında Türkiye’de ve dünyada akademinin hızla dönüştüğü, bilgi üretiminin giderek uzmanlaştığı, hakemli dergilerin topluma açık bilgi üretimini teşvik etmediği, akademisyenlerin büyük çoğunluğunun güvenceli bir iş bulmakta bile zorlandığı bir dönemde akademi-toplum ilişkisini sorgulamak, akademisyenlerin kamuyu aydınlatma işlevini ne ölçüde yerine getirebildiğini geniş ölçekte tartışmak gerek. Ama görünen o ki, akademi gibi sınırlı bir alanda dahi her ne yapılmışsa muktedirler nezdinde ciddi bir rahatsızlık yaratmayı başarmış; bu yüzden muhalif akademisyenlerin ayağını kaydırmanın yolları aranmakta.

Her şeyden önce iğneyi akademiye batıralım: Akademik unvanların, hele hele “aydın” kavramının, siyasal veya sosyal bir tartışmada öncelikli meşruiyet dayanağı olarak kullanılması oldukça sorunlu. Her akademisyenin uzman olduğu, hayatının önemli bir kısmını adadığı, araştırma yaptığı bir ya da birkaç konu vardır; bunun yanında meslekî ve kişisel ilgileri dolayısıyla hakkında düşündüğü, okuduğu, yazdığı/çizdiği birçok konu da olabilir. Kısacası ideal akademisyen, uzmanlık alanında yetkin, genel kültürü dolayısıyla uzmanlık alanı dışında da söyleyecek sözü olan, ama her şeyi bilme iddiası olmadığı gibi görüşleri yanlışlanabilecek kişidir. “Aydın” (ya da Fransızcadan dilimize geçen “entelektüel”) sıfatı ise olumlu çağrışımları nedeniyle pek rağbet görse de kişiye ne kendisinin, ne yakın çevresinin bahşetmemesi gereken, özellikle Türkiye gibi aşırı kullanıldığı için neredeyse anlamını yitirdiği bir ülkede hiç kullanılmaması daha hayırlı olabilecek bir unvan. Akademisyen ya da aydın olmanın göklerden yere indirilmesi, kamusal tartışmayı demokratikleştireceği, herkesi, unvanların arkasına sığınmadan tezini savunmaya teşvik edeceği için gerekli.

Bugün “aydınların ihaneti” sloganıyla yeri göğü inleten anti-entelektüel hareket akademiyi demokratikleştirme iddiasında olsaydı, elbette ki hak ettiği desteği sadece akademi dışından değil, içinden de görürdü. Ancak AK Parti iktidarlarında yargıdan eğitime, askeriyeden diyanete her alanda gördüğümüz eğilim, akademik ve kültürel üretim alanında da kendini gösterdi: Amaç, eşitsiz güç ilişkilerini dönüştürerek demokratikleştirmek değil, kurumları ele geçirmek ve yaratılan rantı mevcut siyasal iktidara bağlı bir zümreye dağıtmak. Son on yılda ne YÖK, ne HSYK, ne Diyanet İşleri Başkanlığı, ne RTÜK daha demokratik, eskiden var olduğu iddia edilen vesayeti ortadan kaldıran kurumlara dönüşmedi; sadece yeni bir zümrenin eline geçti. Dahası, siyaset alanında geçerli kılınan tek eylem biçimi, iktidarı ele geçirmeye ve başka grupların iktidarı ele geçirme ihtimalini ortadan kaldırmaya dönüştüğü için AK Parti iktidarları hukuk, akademi gibi alanlarda kadrolaşma dışında yeni bir değer üretemedi. Bir örnek vermek gerekirse: HSYK içinde 2010’dan beri dönen mücadelelerin sonunda adalet sisteminde iktidarı önce AK Parti ve Gülen cemaati koalisyonu, sonra Gülencilerle bağını inkar ederek Erdoğan safına geçenler ele geçirdi; bu arada Türkiye daha adil bir yere dönüşmedi, sadece kötü işleyen hukuk sistemi hiç işlemez hale geldi.

Akademi, sanat gibi alanlarda da iktidarı ele geçirme ihtirasına kapılan, siyasi iktidarla işbirliği yaparsa ve başkalarının ayağını kaydırırsa çabuk yükseleceğine inanan bir zümre var ve imzacılara yönelik linçi bir ölçüde bunlar örgütlüyor. Ancak bu alanların kendine özgü dinamikleri işi biraz zorlaştırıyor. Burada Fransız sosyolog Bourdieu’ye atıfta bulunmakta yarar var: Hukuk, kültür gibi toplumsal alanlar, temel parametrelerini belirleyen yapısal iktidar ilişkilerinden (kapitalizm, devlet, vs.) soyutlanamaz, ama bu alanlarda yükselmek için o alanın kendi kuralları, normları ve kurumları içinde hareket etmek de gereklidir. Hukukçu olmak için hukuk normlarını bilmek, hukuk dilinin içinde konuşmak, hukukçularla sosyalleşiyor olmak gerekir örneğin. Sanatsal beğeni sadece doğuştan gelen bir yetenek ya da zengin olunca otomatik olarak oluşan bir ayrıcalık değil, belirli bir sınıfsal ayrıcalığın eğitim, aile terbiyesi, vs. gibi sosyalleşme mekanizmaları yoluyla aktarılmasıyla edinilir. Başta akademi olmak üzere eğitim temelli bir meritokrasiyi yücelten alanlar dahi, eğitimin, toplumsal sınıflar arası ayrımları kapatsa bile çoğu zaman keskinleştiren de bir mekanizma olduğunu gösterir bize.

Peki tüm bunların Türkiye’de olup bitenle ne alakası var? Mevcut siyasal iktidar ve ondan beklenti içinde olan bir zümre, mevcut akademiyi ve kültür alanını yok ederek kendisine bağlı yeni kadrolar açarsa, kendi entelijansiyasını yaratacağını sanıyor. Ancak akademi, sanat gibi alanların mantığı gereği, birtakım pozisyonları ele geçirmek yetmiyor; eninde sonunda bir şeyler üretmek, üretileni mevcut uzmanların beğenisine sunmak, eğer bu uzmanlara güvenilmiyorsa alternatif doktrinler, avangard yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor. Yani ya mevcut alanın kurallarıyla oynamak, ya da yeni alanlar kuracak yaratıcılığa ve birikime sahip olmak gerekiyor.

“Aydın olmak muhalif olmayı gerektirir” gibi büyük ve iddialı söylemlerin ardına saklanmaya gerek yok; bir iktidar odağına yakın durarak da akademik, sanatsal, edebi, vs. eserler üretilebilir. Ama eninde sonunda üretmek gerekir! Türkiye’de iktidara yakın olan cenah ise (istisnai birkaç kişiyi tenzih ederim elbette) uzun süredir bir şeyleri ele geçirerek rant yaratmak dışında değer, bilgi, eser üretmiyor. Tanzimat’tan Jön Türklere, Kemalistlerden İslâmcılara, hatta Türkçülere kadar yakın tarihte ortaya çıkmış her siyasal hareket, kendi entelektüellerini yetiştirme, yeni fikirleri kamuya açma, yeni edebiyat akımları, sanat zevkleri sunma iddiasında olmuştur. Bir rejimin veya dünya görüşünün bayraktarlığını yapan kişiler dahi, fikirlerin ve estetiğin gündelik siyasal kavgalara indirgenemeyeceğini hiç unutmadan, kendilerini kalıcı eserler vermekle yükümlü hissetmişlerdir. Bu yüzden de Yakup Kadri’nin, Mehmet Akif’in, Nâzım Hikmet’in, Peyami Safa’nın eserleri hâlâ okunur. Bu eserler elbette ki bir yönüyle ideolojiktir, o günün siyasal güç ilişkilerini yansıtır ama sadece siyasete, ideolojiye indirgenemeyecek bir aşkınlıkları da vardır.

Bugün ise muktedirler kanadında, muhalif olana yönelik yoğun bir anti-entelektüel bir öfkeden başka elle tutulacak hiçbir şey yok. Kamusal alanda görünürlüğü olan tek kaygı, bir şekilde mevcut siyasi iktidarın devamını sağlamak, o gün cumhurbaşkanı veya başbakan ne demişse onu haklı çıkarmaya çalışmak. Çok değil dokuz ay önce devletin resmî görüşü olan fikirler bugün ihanet sayılırken, kendisini yazar/çizer sayan yandaş kanadın öne süreceği bir argüman, bir farklı yaklaşım yok. Biraz çizgiyi aşmak isteyenler, üç gün sonra değişen siyasal konjonktürde hain ilan edilebileceklerini biliyorlar, o yüzden günü kurtarmak yetiyor. Günü kurtarmanın yolu da sürekli olarak “düşman” bellenen ve kim oldukları da muallakta kalan muhaliflerin aynı anda hem solcu hem kapitalist, hem içine kapanık ulusalcı hem dış güçlerin maşası, hem elitist hem çapulcu olarak karikatürize edilmesi. Şarkıcı, futbolcu, diyetisyen, biraz ünlü kim varsa Beştepe’ye el öpmeye götürülmesinin nedeni, bu entelektüel yokluğun içini meşhurlarla dostluklar kurarak doldurmak.

Ülkenin yerleşik entelijansiyasına güvenmeyen ama onsuz da bir şey üretemeyen bir muktedir zihniyeti var ortada. Osmanlı mirasının bu denli yüceltildiği bir dönemde, restorasyon adı altında Osmanlı eserlerine görülmemiş ölçüde zarar verilmesinin; iktidarın ateş püskürdüğü diziler uluslararası ölçekte popüler kültür başarısı olarak yüceltilirken bu dizilerin devlet televizyonu tarafından üretilen kopyalarının ucuz propagandayı aşamamasının; resmî akademi yaratmak adına kurdurulan bunca araştırma enstitüsüne, üniversiteye, hakemli dergiye rağmen ülkeyi ilgilendiren konularda hakim söylemin “ihanet”, “faiz lobisi” seviyesini geçememesinin başka açıklaması var mı?

Özetlemek gerekirse: Entelektüel olmanın seçkinci bir duruşla sunulması, Türkiye’de müthiş bir öfke yaratıyor ki bu bir ölçüde haklı bir serzeniş. Mevcut entelijansiyadan memnun olmayanlar için çıkış yolu var olanı yok etmek değil, onu aşacak fikirler, doktrinler, eserler üretmekten geçiyor. Elbette üniversite ve medya kadrolaşmasını tamamlayarak entelektüel üretimi tamamen ele geçirmek de bir yol ki iktidar ve yandaşları belli ki bu yolu tercih etmekteler. Bunun sonucu yeni ve başarılı bir entelijansiya oluşturulması değil, bir, hatta birkaç neslin kaybedilmesi olur.