Her seçimin galibi: Robert Moses Erdoğan
Marshall Berman, bugün bir kaynak kitap mertebesine ulaşmışKatı Olan Her Şey Buharlaşıyor’un ikinci baskısına yazdığı önsöze, şöyle başlıyor: “…modernizmi, modern insanların modernleşmenin nesneleri oldukları kadar özneleri de olmak, modern dünyada sıkıca tutunabilecekleri bir yer bulmak ve kendilerini bu dünyada evde hissetmek için giriştikleri çabalar olarak tanımlıyorum.”[1] Türkiye’deki siyasi ve toplumsal ayrımları ve birlikleri, ülkenin modernleşmesi sürecindeki farklı –Berman’ın kavramsallaştırması ile- “modernizmler” arasındaki uzlaşmalar ve mücadeleler tarihi olarak okumak, Anadolu ve batıdaki şehirler, hatta bazı büyük kentlerin merkez ve çevre yerleşimleri arasında derinleştiğini hissettiğimiz farklılaşmanın sebeplerine ilişkin bize farklı tartışma zeminleri de sunabilir. Tanıl Bora’nın 96 yazında “Hem İstanbul ile diğer şehir merkezleri arasında, hem de büyük şehir merkezleri ile taşralaşan bakiye arasındaki makas açılıyor”[2] diye ifade ettiği uzaklaşma, AKP iktidarında daha da keskinleşerek sürüyor. Peki, iktidar partisi, nasıl bir modernizm vaat etti ve uyguladı ki her sandıktan “halkın teveccühü” ile çıkmayı bildi? Hangi modernizm tasavvuru ve tecrübesi ile başardı bunu? Bu sorunun yanıtını görmek için iktidarın elle tutulur, gündelik yaşam içerisinde deneyimlenir bir biçime büründüğü yoğun habitata, farklı modernizmlerin aralıksız diyalog ve mücadele ettikleri alana; şehre bakmak lazım.

Başbakan’ın iftihar ettiği bütün mega yapı projelerini kullanırken tutturduğu –pek çok meselede olduğu gibi– hayli hırçın ve tartışmaya mahal vermeyen bir diskur var. Yakın geçmişte, epey ses getiren bazı örnekleri sıralamak, sanıyorum bu diskurun tonunu hatırlamamız için yeterli olacaktır. Ankara’da ODTÜ’yü yararak geçen ekspres yol tartışmaları sırasında “Yol uğruna her şey feda edilir, yol medeniyettir. Medeni olmayanlar, bunun değerini anlamazlar. Yolun önünde cami de olsa yıkar, o camiyi başka yere yaparız”[3] demişti. Kuzey Ormanları’nı yıkarak devam eden köprü inşaatına sahip çıkarken yine bu yapılaşmaya karşı çıkanları eleştiriyordu Başbakan: “Marmaray'dan sonra ikinci tüp geçidi yapıyoruz, önümüzdeki yıl da o bitecek. Bunlar birinci köprüye de ikinci köprüye de karşı çıktılar. Şimdi 3. köprüyü yapıyoruz, ona da karşı çıktılar.”[4] Bütün dev projeleri arasında en ürkütücü olanı ise, kendilerinin dahi “çılgın” sıfatıyla pazarladıkları, aynı zamanda İstanbul’un ekolojik felaketi anlamına geleceğine dair de endişelere sebep olan Kanal İstanbul. Başbakan bu kanal “Etrafında kuracağımız yeni şehirlerle İstanbul'a yeni bir kimlik kazandıracağız”[5] sözleriyle müjdeledi. Bu kısa alıntıları üst üste koyduğumuzda dahi, Başbakanın kendinden ne denli emin ve müzakereye kapalı olduğunu hissetmek mümkün. Bu tasarıların gerçekten de bir sıçrama anlamına geldiğine, medeni ve modern olmanın ancak bu iddialı ve dönüştürücü projelerle mümkün olduğuna sahiden inanıyor. Oysa tıpkı nükleer enerji mevzusunda olduğu gibi, artık köhnemiş ve Batı’da vazgeçilmiş veya vazgeçilmekte olan, kamuoyunun aleyhine döndüğü bir modernleşme modelini savunuyor başbakan. Geçmiş pratikleri taramak, bugün iktidarın kentlerimizde yürüttüğü telaşlı yapılaşmaya dayalı modernleşme modelinin ardındaki itkilerin ne olduğunu kavramımıza da yardımcı olacaktır.

MOSES'TAN ERDOĞAN'A; KİBİRLİ MODERNİZM

Başbakanın İstanbul’dan mütemadiyen “bir dünya kenti” diye bahsettiğini biliyoruz. Bununla ne kast ettiği tartışabilir elbet. Fakat mevzu kültürel çeşitlilik, iktisadi süreklilik, demografik yoğunluk olsa idi, buna zaten metropol derdik. Ancak başbakanın bahsettiği “dünya kenti “olma iddiası, herhangi bir metropol olmanın ötesinde, ciddi bir uluslararası rekabetçiliği de içeriyor. Raymond Williams’ın, buna yakın bir tanımlaması var: “Etkili Metropol (sözcüğün, yeni kolonyal dönemde uluslararası ilişkileri belirten kökeninin de gösterdiği gibi) artık, teknik yönden ileri ve egemen ekonomileri modern bir biçimde ileten metropoldür”[6]. Erdoğan, İstanbul’u büyük bir içtenlikle seviyor. Şahsen bundan kuşku duymuyorum. Onun İstanbul’u layık gördüğü mertebe de İstanbul’u, sadece egemen ekonomiyi iletmekle kalmayan, bu akışın –en azından bölgesel– bir merkezi, işlek bir durağı haline getirmek. Uluslararası sermayenin kalıcı ve derinlemesine yerleştiği, görkemli binaların yükseldiği, sonsuz otobanların boylu boyunca kat ettiği; borsasıyla, yollarıyla, yüksek yapılarıyla, görkemli organizasyonları ile –elbette kendi yarattığı ve– başkalarının gıpta ettiği yeni bir cazibe merkezi görmek istiyor o. Ne var ki, bu hayal yolunda ödenmesi elzem, ağır bedeller olduğu da aşikâr.

İstanbul, böyle şehvetli hülyaların sahnesi olan ne ilk, ne de son şehir. Sahiden bir “dünya kenti” varsa, herhalde haritada ilk işaretlenmesi gereken yer de Atlantik’in öte kıyısındaki New York’tur. Üstelik New York da, tıpkı Erdoğan gibi, tutkulu bir modernleşmecinin hışmına uğramış. Aradaki –New York’un zaten modern dünyada tasarlanmış ve bu dönemin gözbebeği olması dışında– tek fark, New York için bu yıkıcı dönemin bundan yaklaşık bir asır önce başlamış ve uzun süre önce de sönümlenmiş olması. New York’un “modernleştirilmesi” hikâyesini dinlemek için Marshall Berman’a kulak kabartmanın da, aradaki benzerlikleri saptamak adına faydalı olacağına inanıyorum. Berman’ın New York’u dendiğinde, belki öncelikle ve kısaca Robert Moses’tan bahsetmek gerekiyor. Moses yirminci yüzyıl New York’unun baş mimarı. Bugün pek rahmetle anılmıyor da olsa, 1920lerden 1960ların sonuna değin New York’un planlanmasında başlıca kararları almış veya bu kararların alınması aşamasında önemli etkilerde bulunmuş. Onun New York üzerindeki tesiri, Baron Hausmann’ın Paris’in renovasyonu çalışmalarıyla kıyaslanıyor; öyle kapsamlı, öyle geri döndürülemez. Benzer bir tanımlama da herhalde, İstanbul ve Tayyip Erdoğan idaresi için yapılacak gelecekte.

Brooklyn Dodgers beyzbol takımının maçlarını yaptığı Ebbets Field, kulüp sahipleri ve şehrin patronu Robert Moses’ın planlarda mutabakata varamaması neticesinde, 1960 yılında yıkıldı. Dodgers kulübü Los Angles’a taşınırken, Brooklyn’in gururundan boşalan arsaya dizi dizi yüksek konutlar oturtuldu. Yakın geçmişte yıkılan Ali Sami Yen Stadı’nın yerine dikilen üçüz kuleler ise bugün, o kimlikle dalga geçercesine, “3  Büyükler Ali Sami Yen’de buluşuyor” sloganı ile pazarlanıyor.


Marshall Berman bir “Bronx Çocuğu”. Moses’ın tasarladığı Cross-Bronx Ekspresyolu hayata geçene değin, bu mahallede, ailesi ve pek çok farklı kökenden çocukla beraber mutlu seneler geçirmiş. Ne ki bu asrısaadet, yukarıdan bakan; şehri, toplu konut pazarlamalarında kullanılan plastik bir maket gibi gören kudretli bir elin gölgesiyle kararıyor. Moses’ın planları karşısındaki ilk şüpheleri şöyle aktarıyor Berman: “Bronx’un Yahudileri afallayıp kalmıştı: Bir din kardeşimiz sahiden bunu yapmak isteyebilir mi bizlere?”[7]. Bu ifade, bizler için çok tanıdık. Biz de bazen, hiç beklemediğimiz bir yerden, büyük bir kazık yediğimiz hissine kapıldığımız vakit “Müslüman Müslümana bunu yapar mı” diye çaresizce sitem etmez miyiz? İstanbul’daki toplu konut ve yol inşaatlarına; dokusu parçalanan mahallelere bakınca yanıtımız maalesef tereddütsüz; evet yapar, yapıyor da. O halde burada manevi referansları aşan, belirleyici olan başka ve başat bir saikten, kendinden önceki modernleşmelerle temas eden, bütün kültürel bağlamları ezip geçen bir modernleşme tutkusundan söz etmek lazım geliyor. İnsanları değil, yapıları gözeten; sadece eskiyi yıkıp yerine yenisini koymakla tatmin olabilen, kendi icraatına âşık, narsisist bir modernleşme...

Gelişme ve modernleşme düsturları ile elbette kâr hırsından oluşan bir çelik yumruk,  yoksulların yaşadığı tarihi veya yeni yerleşimleri, orman arazilerini, potansiyel park alanı da olan boş kentsel arazileri hızlıca kamulaştırılıp kentlileri; geniş ve uzun otoyolların birbirinden ayırdığı ruhsuz, tarihsiz kule bölgelerine hapsediyor. Bir “dünya kenti” olmak için, insanlar feda edilebilir nesneler haline geliyor. Daha temel sorgulamaları çağrıştıran “neden?” sorusu tedavülde değil. İktidardaki hikmetinden sual olunmaz “projeci” modernizmin pratik aklı, sadece “nasıl?”ın peşinde. İstanbul’da cereyan eden, işte böyle; dizginsiz ve mantığa aykırı bir modernleşme. O halde, nasıl oluyor da, geniş kitleler bu zalim modernleşme tarzını kendi modernizmleri olarak benimseyebiliyorlar?


LAFA DEĞİL İCRAATA BAKAN MODERNİZM

Burada iki farklı gerekçeden söz etmek mümkün ve bunlardan ilki, Erdoğan modernizminin, tıpkı ruh ikizi Moses modernizmi gibi, ikna ediciliğiyle ilgili. “Moses’in kişisel güç ve üslubu hakkında söylenecek şeylerin sonu gelmez. Ama bunları vurgulamak onun muazzam otoritesinin belli başlı kaynaklarından birini gözden kaçırır: Kamuoyunu, kendi kişiselliğimin ötesindeki dünya-tarihsel güçlerin vasıtası, modernliğin devingen ruhu olduğuna inandırma yeteneği. Modernlik tasavvurunu kırk yıl boyunca bu argümanla sürdürebildi. Onun köprülerine, tünellerine, ekspresyollarına, konut geliştirme projelerine, barajlarına, statlarına, kültür merkezlerine karşı çıkmak bizzat tarihe, ilerlemeye, modernliğe karşı çıkmak demekti – ya da öyle görünüyordu”[8] diyor Berman. Tarihsel olarak “geri kalmış” ve önündekini yakalamak telaşındaki “gelişmekte olan ülkeler” kategorisi için –bugünün ekolojik kriz koşullarında yıkıcı sonuçları dahi olsa– Batı’nın atlattığı her safha; başta da çılgınca bir endüstriyelleşme hamlesi, birebir taklit edilmelidir. Köprü, baraj, otoyol inşaatlarının itiraz kabul etmez olmasının, bunların toplumsal düzeyde de genel kabul görmesinin asıl sebebi de burada; başka türlü bir modernizmin olmadığı inancının iktidar eliyle üretilmesinde yatıyor. Bugün gelişmiş olan, geçmişte ancak böyle gelişebilmişti. Kelimenin Marxçı anlamı ile (egemen) ideoloji, işte bu bilincin aralıksız üretilip sürdürülebilir olmasını sağlıyor. Başka türlü modernleşme iddialarının Türkiye’de kolaylıkla marjinalleştirilebilir olmasının kaynağı da, iktidarın kendi modernleşmesini –elbette dinleyicisini çocuklaştırarak– Batıdaki bu tecrübelere referansla, mutlaklaştırabilmesindedir. Bunların yanında, iyi zamanlarındaki Moses gibi, Erdoğan’ın çevresinde de onu halen ikna edici kılan, yoğun bir kudret aurası olduğunu görmeliyiz.

Bu ideolojik pozisyona eşlik eden kentsel peyzaj dönüşümü, ilerlemenin görünür olması etrafındaki göstergeler bütünü de, ikinci ve politik gerekçeyi oluşturur. Kentsel ufkunuzda, kaçınamayacağınız bir dönüşüm yaşanıyor. Sokağınızın bir ucunda yükselen gökdelen inşaatına başınızı çevirseniz, öte tarafı toza bulamış bir altgeçit çalışması görüyorsunuz. Uzun erimli neticeleri son derece tehlikeli de olsa, bu kesintisiz şantiye hali, iktidarı bütün eleştirilerden sıyıran, yaygın bir mazereti üretmeye de yarıyor. Üstelik, bütün tartışmaları bıçak gibi kesmeye muktedir olan bu mazereti sadece bir fiil ile ifade etmek mümkün: “çalışıyorlar”. Bütün derelere barajlar, boğaza köprüler, taşra şehirlerine modern stadyumlar, her köşeye AVMler, devasa toplu konut projeleri yapıyor ve şehirlerin görünümlerini, belki de geri dönülmez biçimde değiştiriyorlar. Bu değişim biçimini sorgulamak ise “projesizlik” addediliyor. Birinci köprüye karşı çıkanlardan, bugün Kanal İstanbul’a karşı çıkanlara kadar uzanan gelenek, esasen başka bir modernleşme projeksiyonu önermiş olsa da, tıpkı Moses’in projesine karşı çıkmak nasıl tarihe karşı çıkmak olarak algılandıysa, bizde de benzer bir refleksle, çalışanın, iş yapanın karşısına çıkmak olarak algılanıyorlar. Oysa muhalifler ta başından beri, otomobil merkezli bir modernleşmenin –kulağa halen distopik gelse dahi- en nihayetinde Boğaz’ın üzerini betonla örtmek, ormanları tamamen yıkmak ve buna mukabil boş olan her yeri otoyol ve park yeri yapmakla dahi çözülemeyeceğini öngören, farklı bir kent plancılığı öneriyor(du)lar. Bu farklı modernitenin henüz toplumsal kabul görmemiş olmaması her şeyden önce moral bozucu. Sevdiğimiz, aidiyet hissimizin oluştuğu kentsel dokuları yitiriyoruz. Öte tarafta, başka birileri için –faydası asgari düzeyde dahi kalsa– bu devasa dönüşümün olumlu bir artikülasyonu olduğunu, sandıkta verilen destekten anlıyoruz. Bu desteği veren çoğunlukla yoksul kitleler, bugüne kadar süregelen Türk modernleşme geleneğinin mağdurları elbette. Yabancı oldukları, nimetlerinden istifade edemedikleri modernleşmelerden, varoşlarına itildikleri kentlerden intikamını alıyorlar. Siyasi geçmişi ve diskuru kendileriyle örtüşen Erdoğan ile özdeşleşmelerinin başlıca sebebi şüphesiz bu “bastırılmış olanın dönüşü” hissi. Yazının başında yaptığım ilk alıntıya ithafla söyleyecek olursak; Erdoğan’ın önerdiği modernleşmenin, kendilerini merkeze taşıdığına, özneleştiklerine, AKP idaresindeki şehirde, artık evlerinde olduklarına inanıyorlar (bu inandırma işinin ideolojik marifet olduğuna, daha yukarıda değinmiştim). Örneğin Kanal İstanbul, başbakanın öne sürdüğü gibi, şehre gerçekten de yeni bir kimlik kazandıracak. Daha doğrusu, uzun bir yeniden kimliklendirme çalışmasının en muazzam etabı olacak bu görgüsüz, çirkin ve ölçüsüz proje. Şehrin geçmişle zaten zayıflamış olan bağı, bir daha onarılmamak üzere yitecek. Kanal İstanbul çevresinde, Dubai benzeri, sentetikliğin ve müsrifliğin kibriyle ışıldayan yeni ve şüphesiz sürdürülebilir olmayan bir kent daha kurulacak. AKP’ye yığınlarla destek sunan yoksullar, elbette Kanal İstanbul rantından da nasiplenemeyecekler. “Kupon arsalar”ın yoksullara yar olmayacağını bilmek için kâhin olmaya lüzum yok. İktidarın bütün yolsuzluk, yozlaşma ve otoriterleşme belirtilerine karşın, iktidara desteğini henüz çekmeyen yoksullar için hayati olanın bu dönüştürücü, artık fetiş raddesindeki projeci ve kendinden önce yürürlükte olan elitist modernleşmeyi yıpratan bir modernizm olduğunu anlamalıyız. Son derece hızlı ve sahiden de dönüştürücülük iddiasında muvaffak; gücünü cumhuriyet modernleşmesinin ürktüğü ve köşeye ittiği kesimlerin enerjisinden üreten bir modernizm. Yoksulların AKP modernizminden maddi çıkar değil, fakat en azından manevi haz sağladığını ve kendilerini daha güvende hissettiklerini reddedemeyiz.

İSTANBUL NERE? 

Modernist şehir planlamasının babalarından, pek çok stilize monolitin mimarı Le Corbusier, 1911’in “mistik” İstanbul’u ve daha o zamandan “dünya kenti” olmuş New York’u şöyle mukayese etmişti: “New York’u İstanbul’la karşılaştıracak olursak diyebiliriz ki birisi bir felaket, ötekiyse yeryüzü cennetidir. New York heyecan ve keder vericidir. Alpler de öyle; bir fırtına da, bir muharebe de. New York güzel değildir; pratik etkinliklerimizi harekete geçiriyor olsa bile mutluluk hissimizi zedeler…”[9] Peki değişen, bir asır içerisinde mistik-oryantal güzellikten dünya şehirliğine geçen İstanbul, New York mu oldu veya ileride dünyanın yeni merkezi mi olacak? Hayır, tıpkı kendisi gibi geç ve taklitle gelişen diğer üçüncü dünya metropolleri gibi keşmekeşin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü, göz alabildiğine uzayan bir felaket mahali olmak yolunda. Şimdilerde Kolombiya Yeşiller Partisi üyesi, başkent Bogota’nın eski belediye başkanı Enrique Penasola, Urbanized adlı zihin açıcı belgeselde şöyle konuşuyor: “Belediye başkanı olmadan önce, Bogota kadar kendinden nefret eden bir şehir görmemiştim”. Bugün İstanbul, kader arkadaşı “gelişmekte olan ülke” metropollerinden Bogota gibi; uzamın ve zamanın kontrolden çıktığı ve yaşamın her geçen gün güçleştiği, İstanbulluların şehre karşı duydukları aşk ve nefret hislerinin birbirine karıştığı, kaba, öğütücü ve bunaltıcı bir gayya kuyusu. Tekrar başa dönmek, önsözden yaptığım alıntıyı göz önene alarak bir muhasebe yapmak da gerekir sanırım. “biz” farklı ve daha çağdaş olduğuna inandığımız bir moderniteyi savunuyor olabiliriz. Bence burada bir sorun yok. Esas mesele, AKP iktidarının hanesine eksi yazdığımız; hak ihlallerinden yolsuzluk iddialarına, çirkin kentleşmeden uluslararası yalnızlaşmaya kadar pek çok meselenin, Başbakanın politik pozisyonunda ete kemiğe bürünen ihtiraslı bir modernite iddiasının karşısında “ayrıntı” durumuna düşüyor olması. AKP’nin önerdiği modernleşme, Türk modernleşme tarihi boyunca çevreye itilmiş ve dışarıda tutulmuş kitlelere bir öznelik hissi sunmayı ve aidiyet kurmadıkları bir modernleşme geleneğini yıkıp yerine kendilerine ait bir ev kurduğu inancını yaymayı başardığı sürece, alternatif modernleşmelerinin bu hegemonya mücadelesi içerisinde ağırlık kazanması, daha kalıcı mevziler kazanması hayli güç. Öte yandan, başka bir kent, başka bir modernleşme arzusu ise zaten 2013 Haziran’ında muazzam bir ses verdi. Enseyi karartmaya meylettiğimiz her an anımsayıp umudumuzu tazeleyebileceğimiz bir tecrübeler yığınağı var artık. İstanbul’un göbeğindeki bir park alanı, eşi benzeri görülmemiş bir sokak hareketliliği ile savunularak, AKP’nin yapay nostaljici estetiğiyle dikilecek bir AVM’den, kötü bir Topçu Kışlası imitasyonundan kurtarıldı. Elbette mesele sadece “birkaç ağaç” değildi fakat her şeyden önce de o birkaç ağaç ve o ağaçları savunmanın temsil ettikleriydi işte. Bir park alanı kurtarıldı ve birkaç hafta boyunca, iktidardaki kibirli modernizmin tahammülü tükenene kadar, o parkta dayanışmacı, üretken, özgürleştirici; kısaca başka ve bu ülkenin tecrübe ettiği egemen modernizmleri aşan ve çöpe atan başka bir modernizm pratiği yaşandı. Bu defa, AKP modernizminin Ötekisi konumuna itilenler, kendi arzuladıkları modernizm(ler)den fragmanlar sundular. Ne var ki bazen eski hastalıklar nüksetti ve orta sınıfların cumhuriyet modernizmiyle gizil bağı, kendini perifere; mütedeyyin kesimlere karşı “hüloğ” veya “g.. kılı” gibi alıntılar aracılığıyla, sosyal medya mecralarında yeniden gösterdi. Bu istisnai ifadeler Gezi’nin çığır açıcı, samimi, davetkâr modernizmini gölgelemez. Fakat bunlar şüphesiz, cumhuriyet modernleşmesinin mağdurlarıyla araya mesafeye koyan ve onları tekrar AKP modernizmine doğru iten tavırlar. Oysa Gezi, başlı başına bir başka modernizm tecrübesi veya yeni, kapsayıcı ve güncel bir modernizmin işaret fişeği olarak anılmayı hak ediyor.  Geçmişin seçkinci modernizmini ve onun yerini alan “Kupon arsalar” modernizmini aşan, kent mekânlarını yurttaşların, kenti deneyimleyenlerin kullanımına ve idaresine açan bir modernizmin olanaklı olduğunu, Gezi sayesinde pekâlâ biliyoruz artık.

 
[1] P 112
[2] Tanıl Bora Taşralaşan ve taşrasını kaybeden Türkiye, Birikim 86-87  Haziran-Temmuz 1996 sayfa 102
[3] http://t24.com.tr/haber/erdogan-yol-medeniyettir-cami-yikilacaksa-yikilir-baska-yere-yapilir-o-yol-gecer/242375
[4] http://siyaset.milliyet.com.tr/-pilotlar-da-ekmek-almaya/siyaset/detay/1857651/default.htm
[5] http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/131324.aspx
[6] Raymond Williams, Metropol Algıları ve Modernizmin Doğuşu, Birikim Mart 1992, sayı 35.
[7] P 388
[8] P 391Katı Olan her Şey buharlaşıyor
[9] P 395 ibid