15 Temmuz Darbe Girişimi ve Çözüm Süreci Üzerine Soru ve Sonuçlar

Bütün tarihî olaylarda olduğu üzere, başarısız 15 Temmuz darbe girişimi de geçmişi yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Askerî müdahalelerin günümüz dünyasında yeri olmadığını düşünen ve bu nedenle de bu olayın arka planını anlamaya, buradan hareketle de geleceğe yönelik önlemler, kurucu hamleler öngörmeye çalışan bir aklın yapması gereken tam olarak bu.

Darbe girişimi öncesi Türkiye’de askerî müdahale zemininin oluştuğuna dair  bir dizi yazı yayımlandı. Bu analizleri mümkün kılan şüphesiz ki tırmanan ve nasıl aşılabileceğine dair bir ipucu görünmeyen siyasi istikrarsızlık ortamıydı. Söz konusu siyasi istikrarsızlığın arka planına baktığımızda ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir toplumsal uzlaşma aramaksızın rejim değişikliği gerçekleştirme iradesi ile Çözüm Süreci’nin fiilen bitmesi ve savaşın tırmanmasının ön plana çıktığını görüyoruz. Erdoğan’ın bir yandan büyük müttefiki ve devleti ele geçirme gailesindeki operasyonel gücü Gülen Cemaati ile ayrı düşmesi ve bir varoluş mücadelesine girmesi, öte yandan da karşısındaki geniş milliyetçi dalga ve meclis çoğunluğunu yitirmesiyle Çözüm Süreci’ni askıya alma gereği duyması askere olan bağımlılığını artırmış, orduya siyasete müdahale alanı açmıştı.

Kamuoyu, 15 Temmuz darbe girişimine değin ordunun bu imkânı kullandığına tanıklık etmedi. Her ne kadar savaş koşulları ana haber bültenlerindeki militarizmin dozunu artırsa ve Hulusi Akar önceki yıllara göre daha görünür bir Genelkurmay Başkanı olsa da, kamuoyu nezdinde, siyasete müdahale eder konuma asla gelmedi. Ancak bu süreçte ordunun siyasete, kamuoyuna açık biçimde müdahalesine dair bir örnek bulunuyor ve bu örnek 15 Temmuz darbe girişimini buzdolabındaki Çözüm Süreci’yle birlikte düşünmek için verimli bir izlek sunuyor.

Hürriyet gazetesinin 19 Eylül 2015 tarihli “Talep 290, izin 8” başlıklı Uğur Ergan imzalı haberi doğrudan askerî kaynaklara dayanıyordu. Yani kastettiğim müdahale anonim askerî kaynakların basına bilgi ve görüş vermesinden ibaret. Bu haberin yayımlanmasının iki seçim arası dönemde savaşın başlamasından yaklaşık iki ay sonraya denk geldiğini, hükümet ve Erdoğan’ın bu sırada Gülen Cemaati ile savaş ve Doğan Grubu ile gerginlik yaşadığını hatırlayalım. Aynı zamanda bu haberin ardından AKP ve Erdoğan’ın Çözüm Süreci üzerinden kriminalize edilmesine yönelik bir dalganın yükseldiğini, bu dalgada Gülen Cemaati, MHP, CHP, Doğan Grubu ve Sözcü gazetesinin de bir şekilde yer aldığını aklımızda tutalım.

Bütün bu süreci alevlendirense Erdoğan’ın 16 Eylül akşamı katıldığı TRT 1, TRT Haber ortak yayınında şu ifadeleri kullanmasıydı: “Çözüm Süreci içerisinde valilerimiz kendilerine verdiğimiz talimatlar gereği ciddi manada bu terör örgütlerine karşı şu andaki operasyonlara girmiyorlardı.” Ordunun Hürriyet haberi üzerinden gerçekleştirdiği siyasi müdahale ise buna ve öncesinde Fikri Işık’ın askerî çatışmadan kaçınmakla itham ettiği kimi ifadelerine bir yanıt gibiydi.

İlginç bir biçimde Hürriyet’te haberden bir gün önce, 18 Eylül 2015’te yayımlanan üç köşe yazısı konuya ilişkindi. Taha Akyol, “Çözüm süreci?” başlıklı yazısında yaşanan savaşı Çözüm Süreci’nde yapılan hatalara dayandırıyor, erken seçim kararı alınması bir aya yakın olmuşken, AKP-CHP koalisyonunun kerametine işaret ediyordu.

Ahmet Hakan, gazetesinin saldırıya uğramasından sonra, kendisinin saldırıya uğramasından önce olan “Madem kumpas kuracaksın bari Zekeriya Öz'ü örnek al” başlıklı yazısının ilk bölümünde, Gülen Cemaati’nden mesafe aldıktan sonra gazetenin ana sayfasında da başlık olan “Yeter be yeter” alt başlıklı bölümünde AKP cenahından gelen “teröre destek” suçlamalarını kontra çıkışlarla karşılıyordu. “OSLO'da PKK ile gizli görüşmeyi biz mi başlattık da bize ‘TERÖRİST’ diyorsunuz?” sorusuyla başlayan bölümde Hakan, bir yandan Çözüm Süreci’ni değersizleştirirken bir yandan da AKP ve Erdoğan’ı kriminalize eden bir retorik kullanıyordu.

Mehmet Y. Yılmaz ise “Savcı Bey’in ilgisine ve dikkatine sunarım” başlıklı yazısıyla tıpkı Hakan gibi Doğan Grubu’na yönelik terör soruşturmasını Çözüm Süreci çerçevesinde kontraya çıkarak karşılıyordu. Yılmaz, “Bakın bakalım ‘terör örgütünün ve liderinin propagandasını’ kimler yapmış?” sorusunun ardından Çözüm Süreci sırasında AKP çevrelerince zikredilmiş “sakıncalı” beyanatları sıralıyordu. Yazısının “Nerelerde operasyon yapılmasına izin verilmedi?” alt başlığını taşıyan bölümünde ise Yılmaz, cumhurbaşkanının “PKK'nın ‘barış sürecinde’ silah ve bomba depolamasına göz yumulması emrinin kendisi tarafından verildiğini kabul etmiş” olduğunu belirtiyor ve şu soruyu soruyordu: “Asker ve polis, bu süre içinde valilerden kaç kez operasyon izni istedi ve verilmedi?” Yılmaz yazısını şu çağrıyla da bitiriyordu: “Genelkurmay ve Emniyet Genel Müdürlüğü eminim ki bu kayıtları tutuyor. Bunları açıklarlarsa hepimiz öğrenmiş oluruz.”

Darbe öncesi süreçte askerin siyasete kamuya açık biçimde müdahil olduğu tek örnek olay olan bilgi ve yorum paylaşımı ise belirttiğim gibi bu köşe yazılarının ertesi günü Hürriyet sayfalarında yer alıyordu. “Talep 290, izin 8” başlıklı haberde TSK’nın valiliklerden 290 kez operasyon talebinde bulunduğu, bunların ancak 8’ine izin verildiği belirtiliyor, haberin dayandırıldığı askerî kaynağın “operasyon izni verilen şeyler de terör örgütüne ağır darbe indirecek türden şeyler değildi” değerlendirilmesine yer veriliyordu.

Bu tespit ve verilerden daha önemlisi ve haberin can alıcı noktasını oluşturan husus ise TSK’nın, bu izin sürecini kayıt altına aldığına dair bilgiydi. Haberin “Tek tek kaydı var” alt başlığını taşıyan bölümünü tam olarak görelim:

“TSK taleplerini, hangi ilde, nereye, hangi saatte ve hangi amaçla operasyon yapmak istediğini en ince ayrıntısına kadar yazılı olarak valiliğe bildirdi. Bu bildirimler, bölgedeki tugay komutanlıkları, tugayların bağlı olduğu kolordu komutanlığı ve Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nca bildirimin yapıldığı saat itibariyle tek tek kayıt altına alındı. Yazılı talep kayıtlarının Genelkurmay’da gizlilik hassasiyetiyle korunduğu öğrenildi” (vurgular bana ait).

Bu arşivleme çalışması hiç şüphesiz ki “terörle mücadelede zafiyetin siyasette olduğunu” belgelemeye yönelikti ve haliyle de bu haber izleyen günlerde hükümete yönelik bir eleştiri ve suçlama dalgasına yol açtı. Belgeler, hükümetin ve Erdoğan’ın bu zafiyetten dolayı yargılanabilir olduğunu ima ediyor, eleştirenlerin bir kısmı siyasi sorumluluğa vurgu yaparken, bir diğer kısmı ise ihanete varan suçlamalarla birlikte hukuki sürece işaret ediyordu.

Gelelim darbe girişimi sonrası üzerinde durulması gereken kritik sorulara. Haberde kaynağın TSK olduğu ifade edilmekle birlikte bir isim ya da görev belirtilmiyor. Bu çapta bir haberin Hürriyet gibi bir yayın organında yer bulması, söz konusu yorum ve bilgilerin Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde verilmiş olduğunu düşündürüyor. Ama hangi Genelkurmay? Çözüm Süreci’nin sonlanmasını, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan tablo çerçevesinde yeniden değerlendireceksek aydınlığa çıkartılması gereken sorulardan biri de bu.

Alıntılanan metinde vurguladığımız ifadeler bu arşivleme çalışmasının nasıl bir hiyerarşi içerisinde gerçekleştiğini gösteriyor: En tepede Genelkurmay Harekât Başkanlığı var. Haberin yayımlandığı tarihte Genelkurmay Harekât Başkanı olan Korgeneral Satı Bahadır Köse şu an tutuklu. Ele geçirilen bir belgede cuntanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na atayacağı isim olduğu görüldü.

Ardından Kolordu Komutanlıkları geliyor. Diyarbakır merkezli 7. Kolordu komutanı Korgeneral İbrahim Yıldız ve bağlı bulunduğu 2. Ordu komutanı Orgeneral Adem Huduti tutuklu. Erzurum merkezli 9. Kolordu Komutanı Korgeneral Şeref Öngay ise darbe girişiminde yer almadı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı’na atandı. Yine darbeye katılmayan Elazığ merkezli 8. Kolordu Komutanı Korgeneral Yılmaz Uyar ise görevine devam ediyor. Belirtilen hiyerarşinin bir sonraki seviyesinde yer alan Tugay Komutanları arasında ise çok sayıda tutuklama var.

Görünen o ki bu arşivleme çalışmasının organizasyon şemasında yer alan generallerden darbeye katılmış olduğu şüphesi bulunanlar da, hakkında böyle bir şüphe taşınmayanlar da var. Ancak bu belgeleme organizasyonunun Genelkurmay’da görevli olan ve ondan habersiz basına bilgi verilmeyeceğini varsayabileceğimiz başı ise şüpheliler arasında.

Bu organizasyonda yer alan subayların darbe günü ayrı saflarda yer almalarına çarpıcı bir örnek daha var. Sözcü gazetesinin 28 Eylül 2015 tarihli “‘Teröristlere dokunmayın’ açılımının belgesi çıktı” başlıklı haberinde valilikçe operasyon izni verilmemesi üzerine tutanak tutan Van Jandarma Komutanı Albay Nurettin Alkan’dan bahsediliyor, Alkan’ın hazırladığı tutanak yayımlanıyor. Aynı subayın ismi darbe gecesi, üçü Balyoz davasından hapis yatıp serbest kalan dört subay arkadaşıyla birlikte cuntacılarla Jandarma Genel Komutanlığı’nda çatışmaya girmesi ve yaralanması üzerine basına yansıyor.

Sonuç olarak, hükümetin Çözüm Süreci sırasında izlediği çatışmasızlık politikası ordu içindeki farklı gruplarca benimsenmemekle ve siyaseti sorumlu tutmaya yönelik bir ortaklık görülmekle birlikte bu grupların savaşın başlamasından yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşen darbe girişimi sırasında farklı saflarda yer alabildiklerini görüyoruz.

*          *          *

Bu haberin yayımlanmasını izleyen günlerde gelen tepkiler de ilginç. Hükümeti Çözüm Süreci üzerinden suçlayanlar arasında MHP’den Oktay Vural, Nuri Okutan, Oktay Öztürk ve Ümit Özdağ, CHP’den Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, Levent Gök ve Mehmet Şeker, DSP, LDP, MİLAD Partisi, Merkez Parti ve DYP genel başkanları bulunuyor. En ağır ithamlar bekleneceği üzere MHP’den. Şüphesiz ki, siyasilerin böyle bir bilgiyi kendi görüşlerine göre değerlendirmeleri değil değerlendirmemeleri haber değeri taşırdı. Keza başta Hürriyet gazetesi olmak üzere basın kurumlarının da. Ancak bu haberin yarattığı dalganın görülmesi açısından gelen tepkiler (ve Bugün gazetesinin hazırladığı derleme) kayda değer. HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen ise o günlerde düzenlediği bir basın toplantısında şu tespitte bulunuyordu: “Savaşın başlamasının sebebi çözüm süreci değil, tam tersine çözüm sürecinin iyi yönetilememesidir, gerekenlerin yerine getirilememesi ve çözüm sürecinden vazgeçilmesidir.”

Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne’nin 20 Eylül tarihli “MİT-Öcalan Süreci'nin faturası kime çıkartılacak?” başlıklı yazısı ile İçişleri Eski Bakanı İdris Naim Şahin’in Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e verdiği röportaj ise özel önem taşıyor. Türköne yazısında durumun hukuki karşılığını şöyle ifade ediyor: “‘Kanunsuz emir’den başlayıp, vatana ihanete kadar uzanan bir suç zincirinden söz ediyoruz. Erdoğan başta olmak üzere, MİT Müsteşarı, İçişleri bakanları, bakanlar ve bölgedeki illerin valilerine kadar uzanan çok sayıda ismin yargılanması söz konusu.” İlginçtir, Türköne Hürriyet dışında “sorumsuzluk dosyalarını” açıklayan bir emekli jandarma albaydan bahsediyor. Bu da eylül ayı başında Samanyolu TV’de katıldığı canlı yayında konuyu gündeme getiren Bilgesam Başkanı Atilla Sandıklı olsa gerek. Sandıklı’nın, Cemaat’in TRT çalışanı “akademik kariyer imamı” olduğu iddia edilen Aykut Yıldır’a doçentliği almasındaki katkıları için teşekkür eden e-postası basına yansıdı. Öcalan’ın isteği üzerine görevden alındığını ifade eden Şahin ise tanık olarak (hatta âdeta bir hükümet itirafçısı gibi) konuşuyor, kendisinden sonra KCK operasyonlarının da boşa düşürüldüğünden yakınıyordu.

Görüldüğü üzere 2015 Eylül ayında hükümetin ve Erdoğan’ın Çözüm Süreci üzerinden kriminalize edilmesine yönelik geniş bir cephe bulunduğu görülüyor. Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen isimlerin de bu dalganın önemli ayaklarını oluşturdukları görülüyor. Tabii ki bundan tüm bu aktörlerin Gülen Cemaati’nin güdümünde hareket ettiği sonucuna varılamaz. Ancak gündemlerinin Çözüm Süreci karşıtlığı üzerinde örtüştüğü sonucuna varılabilir.

Hükümet cephesinden gelen tepkilerden Mehmet Ali Şahin’in 20 Ekim’de (haberden bir ay sonra) Karabük’te yaptığı seçim konuşmasında söyledikleri asker-siyaset ilişkisine dair sıradışı bir tablo çiziyor:

“Bakın terörle mücadelede en kapsamlı mücadele istifa etmiş olan bir hükumetin başbakanının talimatıyla başladı ve yürüyor. Demek ki istifa etmiş olan bir hükümet bile olsa hükümet boşluğu olmaması için her türlü gayreti gösterdik. Güvenlik güçleri terör örgütüyle mücadele için Sayın Başbakan'dan imzalı kâğıt istediler. O da çekinmeden “ben istifa etmiş dahi olsam Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanıyım” demiş ve imzayı atmıştır.

Şu anda terörle mücadeleler bu imzanın sonucu olarak böylesine kapsamlı yapılıyor. Terör örgütü tarihinin en zor anlarını yaşıyor, 2 binden fazla militan etkisiz hale getirildi. Kandil'deki, o yöredeki teçhizat yerleri bir bir yok edildi. Bundan taviz yok, bundan dönüş yok. Bu belayı Türkiye'nin sırtından mutlaka atacağız” (vurgu bana ait).

Şahin’in ifadelerinden “güvenlik güçleri”nin topyekûn operasyon kararı alınan 23 Temmuz’daki özel toplantı sırasında Başbakan Davutoğlu’ndan imza aldıkları anlaşılıyor. Davutoğlu, 2 Ekim’de katıldığı canlı yayında ise bu toplantıdan kendine has sinematografik üslubuyla şöyle bahsetmişti:

“23 Temmuz, saat 2, Genelkurmay Başkanı benimle ikili görüşmeye geliyor, 3’te de terör zirvesi var. O esnada sınırda dağ karakolunda askerimiz şehit ediliyor DEAŞ tarafından. Bir saat sonra giriyoruz, tek sorduğumuz soru şu: hazır mısınız? Gün bugündür. ‘Ne yaptınız, bana rakam verin,’ dedim. Şehirlerde kaç kişi var? DHKP-C, DEAŞ, PKK, ülkeyi huzursuzluğa boğabilecek kaç kişi var. ‘Şu kadar sayı var.’ Tamam, ‘Sizin hedefleriniz neresidir Hava Kuvvetleri olarak? Kuzey Irak'ta nereler var?' 'Şu barınaklar var. Şunları biliyoruz.' 'Suriye'de ne yapacağız?' O gün saat 5'te kararlar alındı. ‘Çok soğukkanlı, sıradan bir terör değerlendirmesi yapıldı,' dendi. Sayın Cumhurbaşkanımızı aradım 'Şu tedbirleri düşünüyoruz, bu geceden itibaren başlıyoruz,' dedim. ‘Hayırlı olsun,’ dedi” (vurgular bana ait).

Hem Şahin’in hem de Davutoğlu’nun ifadelerindeki savunmacı hat yukarıda bahsettiğimiz suçlamaları karşılamaya yönelik olsa gerek. Kamuoyunu, doğru zamanda gereken hamleyi yaptıklarına ikna etmeye çalışıyorlar.

Oysa 15 Temmuz sonrası aydınlatılması gereken bir diğer husus da 23 Temmuz günü öğleden sonra saat 3 ila 5 arasında yapılan ve savaş kararı alınan toplantıda darbeyi gerçekleştiren unsurların nasıl bir etkileri olduğu, o toplantıda Türköne’nin “sorumluluk dosyaları” dediği dosyaların gündeme gelip gelmediği.

*          *          *

Bu soruların yanıtsız kalması muhtemel olsa da bu süreçten çıkarılabilecek birtakım sonuçlar var: Birincisi, siyaset kurumu, parlamenter sistemi, Çözüm Süreci’yle krize girdiği anda askerin siyasete müdahale alanı genişliyor. Bu örnekte bu 15 Temmuz öncesine uzanıyor ve siyasilerin darbe koşullarının oluşumuna engel olamadığı görülüyor. Bu halen Türkiye’nin yapısal bir sorunu ve bir askerî darbenin boşa düşürüldüğü şu gün için dahi geçerli. Perdelenmesi için özel çaba sarf ediliyor olsa da bu darbe girişiminin başarısız kılınmasının MİT ve TSK içindeki darbe karşıtı kesim olduğu anlaşılıyor. Sonuçta bu askerî darbe girişimi bize artık darbe yapmanın zor olduğunu gösterdiği kadar mümkün olduğunu da gösterdi.

İkincisi, Kürt meselesinin çözümü ülkenin güçlü siyasi aktörleri açısından üzerinde uzlaşılmış ve önem sırasında en yukarı konmuş bir hedef değil, iktidar mücadeleleri bağlamında kolayca kenara konabiliyor ve bunun bedelini farklı biçimlerde de olsa ödemeye devam ediyoruz.

Üçüncüsü, meşru siyasi yapılarla kurulacak herhangi bir koalisyonun bir ülkeyi karanlık yapılarla kurulacak gayrimeşru koalisyonlar kadar istikrarsızlaştıramayacağı herhalde anlaşılmıştır.

Son olarak da yargı Tanzimat’tan günümüze siyasi bir hesaplaşma, devir değiştirme mekanizması olmaktan çıkmış değil. Köklü sorunlarımıza siyasi çözümler bulma azmindeysek siyasetin yanında yargıyı da güçlendirmeli ve siyasi müdahalelere kapatmalıyız. Sağlıklı bir yargı kurumu hem yolsuzluk hem askerî darbe hem de devlette kadrolaşma gibi sorunların bu derece derin siyasi istikrarsızlığa neden olmadan önünü alabilirdi. Yine bu çerçevede değerlendirebileceğimiz bir sonuç da, siyaset kurumunun zamanın güç dengeleri sonucu kendi dışındaki birtakım güçlere rehin düşmesini önlemek için Çözüm Süreci gibi kırılgan süreçlerin gündelik pragmatizmin ötesine geçen, üzerinde minimum bir uzlaşmaya varılmış sağlam yasal zeminlerde yürütülmesinin önemi.