Sevdalık İyi Şeymiş, Biz Daha Yeni Başladık...

Gezi direnişi bizler için en beklenmedik ve en güzel şekilde başladı. Bize marjinal diyenlere karşı milyonlar olduk ve evet “hem nasıl marjinaliz bakın”, dedik; limon ve atkıdan gaz maskesine, deniz gözlüğüne sofistike bir geçiş yaptık. Suyla inceltilmiş mide ilaçları da cabası. Maskelerimizle, bozkır Ankara’da dahi taktığımız deniz gözlüklerimizle ve yüzümüzde Talcid, Rennie izleriyle adeta kostümlü baloda gibiydik; o bizim sokaklardaki eylemli balomuz...

Sizi bilmem ama ansızın, binlerce insan olarak dünyaya böyle bir kolektif resim vereceğimiz, eylem malzemelerimizi çantamızın mütemmim cüzü olarak her daim yanımızda taşır hale geleceğimiz, kendimizi geceleri başka gündüzleri başka bir hayat yaşarken buluvereceğimiz benim aklıma gelmezdi. Direnmek fiilinin gündeliğimize en sıcak samimiyetiyle süzüleceği; kadınların ve lgbt’lerin tomalara, polislere kafa tutacağı, küfürle değil inatla direnmenin şiirini yazacağı; eylem alanındaki çocuğun başını çevirdiğinde yanında annesini de direnirken görüvereceği; Kürt ve Türk bayraklı iki gencin polis şiddetine karşı el ele direneceği; namaz kılanları polis saldırısından ateistlerin koruyacağı ve hatta takım tutmanın dahi anlamının böylesine değişeceği, aklımıza gelir miydi? Yaratıcılık ve cesaretle tüm dünyaya saçılan bu imgemiz benim için gerçekten de aşkın imgesi, aşk gibi bir şey…

Direnişin kolektif coşkusunu hissetmeye ve söze dökmeye çalışırken, Gezi’nin kendini ifade biçimi olarak açıkça imgeleri seçmiş olduğunu fark ettim. Gezi imgelerle düşündü, imgelerle konuştu: İmgeleri buluşturarak, ayrıştırarak, keserek-yapıştırarak dilsel değil, imgesel fikirler üretti; imge-fikirler demeli belki onlara. Yakın zamana kadar fotoğrafın gerçekliği ve otantikliğindeki her tür müdahale ve ihtimal “bozulma” fotomontaj, dolayısıyla da yalan olarak karalanırdı. Şimdi fotomontaj düşünmenin şenliğine bakın siz! Yeni iletişim araçlarıyla birlikte yeni bir dil, daha doğrusu ifadeleme biçimi de ortaya çıkmış oldu; imgelerle oynamak artık, direnişin söylemlerini üretmenin, direnişin mücadele araçlarını zenginleştirmenin şenlikli, yaratıcı ve olağan biçimlerinden. Bence bizler Gezi’de montaj-düşüncenin, imgeler üzerinden “yanlış bütünleri” parçalamanın ve yeniden kolajlamanın en canlı ve gerçek atölyesini yaptık!

O kadar çok örnek var ki! Gezi, hem güncel hem geçmişte birikmiş devasa toplumsal imgeler repertuarımızın içine daldı ve oradan dilsel değil imgesel fikirler (t)üretti; Neşeli Günlerin annesi Adile Naşit ile babası Münir Özkul bu defa “limon mu sirke mi” diye çekişti, Bizimkiler’in Cemil’i “Sevim koş katil geliyor!” diye seslenirken aklımıza malum kişiyi nakışladı. Daha mı? Ben Isengard diyeyim siz Taksim’i bilin, ben Revolution diyeyim, Reloveution sizden gelsin… Yetmesin, üstüne sizler sosyal medyada dolaşan yüzlerce anonim photoshop düzenlemeyi aklınıza getirin…

Söylediğim gibi, imgeler ve imgesel düşünme üzerine kafa yoruyordum birkaç gündür ama bu yazıya vesile olan imgeyi ben aramıyordum; o beni buldu. Onu Gezi’de gördüm. Bizim “ağlayan çocuk” değil miydi o!

Bize acının ne olduğunu bir imge olarak sunmak üzere kapımızı çalmış, o el çocuğu mesafesinde, ev misafiri yakınlığındaki temiz yüzlü çocuk. Şu bizim darbelerle ve siyasi şiddetle yoğrulmuş kolektif hissimizin; suçluluk ve geleceksizlik duygularımızın, çocuksuluğuna ve masumiyetine inandığımız acımızın imge karşılığı… Kendimize baktırıp ağlattığımız, kendisine bakıp bakıp ağladığımız?! Temsilimizde kendimizi bu imgeye, bu çocuğa gömmüştük hani; öyle söylendi. Boşuna değildi; o bizi ağlıyordu. Yeşilçam’da “ağla yavrum, açılırsın”, diye avuttuğumuz ağlayan çocuğu hatırladınız mı? Çiko diye isim takmıştık en son hani ona. Onu gördüm işte...

/

Gezi direnişinde ağlayan çocuk da çıkmış sokağa. Ağzında gaz maskesiyle direniyordu; o afili maskeyi nerden bulmuş bilmiyorum... Yüz çizgilerimize ve 1980’ler boyunca müzikal ezgilerimize dikişlediği acıyı, tam da ağlarken nedense durup bize bakan o hüzünlü durgunluğunu bir kenara itivermişti. Yok, ağlamıyordu hiç; sadece gözleri yanmış gibiydi biraz biber gazından… Sağolsun, onu gördüğüme sevindim; içinden geçtiğimiz dönemin tarihsel kıymetini bir de onunla doğruladım kendime. Görünen o ki, Gezi gençliği 1980’lerin o derinden gelen, o lezzetini hafif çiğliğinden alan arabesk hüznünü kıvırıp kışkırtıp uçurtma yapmıştı. Ağlayan çocuk Gezi dönemecinin öncesinde unutulup gitmektense direnişin imgelerinden biri olmayı seçerek ömrünü çoğaltmıştı; böylece toplumsal öz-değer duygumuzu da kendi imgesinde cömertçe düzeltivermişti. Duydum direnişin devam eden günlerinde yaralanmış, bir gözünü kaybetmiş ağlayan çocuk. Ama iyiymiş morali, birkaç güne güler diyorlar.

/

Ağlamayı değil direnmeyi seçen çocuklar ve gençler bugün birkaç şeyi birden düzeltiyorlar. Büyüklerin evhamını, çocuklarına dönük kaygı ve suçluluk duygularını, ailenin domestik hapishanesinin talimatnamesini üzerlerinden silkeliyorlar. Hatta onlar, hayatı dalgaya almanın ciddiyetiyle, “suçluluk duygusundan kurtulup direnmeye geçmenin” şen potansiyelini direnişin meyvesi bir hediye gibi bırakıveriyorlar avuçlarımıza.

Biz büyümenin yaş ve yaşlanmayla geldiğini, olgunlaşma evreleri ve ritüelleriyle tescillendiğini sanırdık; öyle olmadı bu defa. Şöyle oldu; direnişle birlikte yaşanmış ömrümüzden ömür gitti, yaşayacağımız ömrümüze eklendi; gençleşerek büyüdük. Bu defa gençler büyüttü bizi. Çoğu zaman barikatlarda direnerek yaptılar bunu, kimi zaman da toplumun sinir uçlarında yumaklanmış tabuları gıdıklaya gıdıklaya çözmek yoluyla. En önemlisi de toplumsal halet-i ruhiyemizi kendine dertlenme ataletinden kurtararak yaptılar bunu.

Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. Diyor ki “biz geçenlerde denedik arkadaşımla, artık hüzünlü şarkılar dinleyemiyoruz.” Gezi bir metamorfoz yarattı toplumsal bünyemizde çünkü. Bakın, siz de deneyin artık öyle hüzünlü, acıklı müzikler dinleyemediğinizi göreceksiniz. Gezi’deki kimlik grupları kırılganlıklarını hep birlikte direnerek mücadelenin diline çevirdiler. Acılarını gaza, tomaya, tazyikli suya, akrep hamlelerine dayanıklılık testinde rehabilite ettiler. Direnişte düşene, dövüşene bin selamla… Gezi’de direniş evini buldu...

/

Gezi’nin şenlikli, coşkulu ve yaratıcı tabu yıkıcılığından sonra artık ağlamak biraz da parodik. Ağlayan çocuk imgesi üzerinden photoshop düzenlemelerle birlikte yeni imge-metinler üretildi. Gezi direnişinin yaşarken kurulan belleği bu resimdeki “çocuğu” yanına aldı, ondaki “ağlayışı” ise, medya camlarından toplumun üzerine sık sık tazyikli gözyaşları döken “sahiplerine” iade etti. Haliyle, bu görsel düzenlemelerden çekilip çıkarılmıştı çocukluk; yeni yüzleriyle karşımızdaki imge-metinler iktidarın arkaik mağduriyet söylemindeki sinsi saldırganlığı somutluyordu. Az şey değil, bizim de Yeşilçam’dan öğrendiğimiz bir şey var sonuçta; muktedirin samimiyetsizliğini bir çırpıda tespit edebiliriz.

Sözün özü, zamane genç direnişi İtalyan ressam Bruno Amadio’nun bir eseri olan gönül misafirimiz “Ağlayan Çocuk”u şenlendirdi. 1970'lerde hayatımıza giren, bu çocuğu direnişe kattı, onun ağlayışını ise işte bu imge-metinler yoluyla zamane iktidarının eline tutuşturdu. Çocuklar ve direniş bizimdir, gözyaşları sizin olsun, dedi; mizahi, ironik, adaletli bir taksim bu.

/

Bu yazıyı Gezi’deki bir çocuğun direnişte dinlenen fotoğrafıyla bitirmek istiyorum. “Ağlayan Çocuk” resmi, toplumun kolektif hislerini temsil etmek üzere, geçmişten ve başka coğrafyalardan gelen bir resim imgeydi. Buradaki çocuk ise bizim Gezi Parkı’ndan fotoğrafik bir imge; o gerçek. Bizim gerçeğimiz.

Gezi direnişinin hem eylemsel ve düşünsel dinamikleri, hem kimlik bileşenleri ve hem de sınıfsal profili üzerine daha şimdiden çok şeyler söyleniyor, söylenmeye de devam edecek… Benim için Gezi direnişine dönük sorular var, cevapları henüz yok. O cevaplar bir potansiyel olarak bu imgede yüklü; ona bakıp bakıp duruyorum; baktıkça anlayamıyor, anlayamadıkça heyecanlanıyor, heyecanlandıkça çocuklaşıyorum. Kaşlarının üstüne biriken yorgunluk alnına doğru ferahlıyor; direnen çocuk mucizeye benziyor. Ve ben mucizeye inanıyorum.

Not: Gezi’de direnen çocuk fotoğrafını sendika.org sitesinde, Sibel Yerdeniz’in yazısından aldım. Diğer görselleri ise facebook paylaşımından ve bobiler.org sayfasından derledim. Yazının başlığı için hep içimizde yaşayacak olan Kazım Koyuncu’ya, bu yazıya kaynaklık ve esin sağlayan tüm dostlara, tüm Gezi direnişçilerine teşekkür ve selamlarla!