“Üst Akıl”, Akıl, “Aklın Eleştirisi”

“Topluma öyle bir düzen verilmelidir ki onu bir daha düzeltmek mümkün olmasın.

Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği, düşmanları ya da yurttaşları aldatmak için yalan söyleyebilir. Başka hiç kimsenin bu ince işe girmeye hakkı yoktur. Yaşlıların buyurup gençlerin buyrukları dinlemesi ise söz götürmez bir zorunluluktur...

Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır” PLATON [1]

 

“Akıl Oyunları”

Russel Crowe’un başrolünü oynadığı, Nobel Edebiyat ödülünü alan ünlü matematikçinin hayatının anlatıldığı Akıl Oyunları filminde, matematik dâhisi, aklının ürettiği paranoyalar yüzünden tüm kariyerini, hatta ailesini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Soğuk Savaş’ın konjonktürü içinde, aklıyla tasarladığı paranoyalar, zaman zaman seyirciyi de ikna edecek bir mantık içinde gerçeklik kazanır. Profesör gibi seyirci de, aklın ürünü kurgular hakkında gerilimli bir gel-git içindedir. Sonra, basit bir soru, aklın kurduğu, kurguladığı ve mantıkileştirdiği o devasa ve son derece gerçekçi Akıl Oyunu’na çomak sokar: Profesör, paranoyasının zirve yaptığı eşe saldırı ânında, aniden aklına düşen bir soruyla akıl hastanesine kaldırılma ihtimalini de bitirir: Yaşadıklarının hakikat değil, paranoya olduğunu kafasında dank ettiren, gördüğünü sandığı Gizli Servis elemanlarının, aradan geçen bunca yılda hiç değişmeden kaldıklarını fark etmesidir. Sorunun “hiç değişmeyen kahramanlar” veya değişmeden kalan özne üzerinden çözülmeye başlaması, Akıl Oyunları’nın en anlamlı anlarından biridir.

Aklın, matematik profesörünün hayatını felç eden bu niteliğiyle, felsefe tarihinde ilk kapsamlı karşılaşmaya cesaret eden filozof Kant’tır. Kant insan aklının “bilgilerin bir türünde özel bir yazgı ile karşı karşıya” kaldığını, “rahatsız edici, geri çevrilemez, kendi doğasından ona verili ve ayrı zamanda bu sorulara cevap veremez[2] bir yazgının istemeden faili olduğunu belirterek, “saf” ve “pratik” Aklın Eleştirisi’nin devasa perdelerini açar. Hem Kant’tan önce hem de Kant’tan sonra, Akıl, daimi bir hoşgörünün, iltimasın, övgünün, yüceltmenin rüzgârına mazhar olmuştu. Yine de paradoksal olarak akla en anlamlı değeri bahşeden, Aklın Eleştirisi’ne cesaret eden Kant oldu. “Aklın Eleştirisi”ne yeniden döneceğiz ancak ondan önce, birkaç soru sormakta fayda var.

Neden?..

Spinoza, baş eseri sayılan Etika’dan[3] önce yayımladığı Tanrı-bilimsel Politik İnceleme’nin[4] önsözünde (TPİ) “Akıl-Hurafe-Önyargı” arasındaki tarihsel, sosyolojik, kültürel ve politik ilişkiye değindikten sonra, bu ilişkileri açımlamaya koyulur. Akıl ile insan arasında garip bir ilişkiyi keşfeden Spinoza, bu ilişkiden ne tür hurafeler, önyargılar çıkabileceğine odaklanır:

“Tüm varlıklarını konulmuş kurallarla yönetebilseydi ya da yazgı her zaman onlardan yana olsaydı, insanlar hiç bir zaman batıl inançlı olmazdı. Ama kuralların işe yaramadığı sıkıntılara sevk edilirken ve yazgıdan açgözlüce arzuladıkları şansın belirsizliği yüzünden umut ve koruk arasında zavallıca bocalarken, insanlar bunların sonucu olarak çoğu zaman her şeye inanmaya çok yatkındır. İnsan aklı genellikle övüngen, kendine fazla güvenen ve gururlu olmasına rağmen, kuşkulu zamanlarda, özellikle de umut ve korku üstünlük için mücadele içindeyken kolayca çekinir” (a.g.e., 9).

Aklın, duruma göre çarçabuk pozisyon alması, aynı yüzyılın büyük bir diğer dehası Shakespeare’in deyimiyle “Güdülerin pezevenkliği”ne olan yatkınlığı, dikkate değerdir. Akıl masum bir kurban değil, kurnaz bir oyuncudur. Hurafenin kendisini tamamen kuşatmasına razı gelir, çünkü hurafe ne kadar irrasyonel olursa olsun, her zaman aklın kurgusal yeteneğinden faydalanacaktır. Bundan ötürü Spinoza, TPİ’de “sağlam akıl” kavramsallaştırmasıyla, olumladığı aklı ayırt eder.

“Karamsar ve korkak akılların hayal ürününden” başka bir şey olmayan hurafe, çözüm üretmek bir yana, Spinoza’ya göre “birçok korkunç savaş ve devrime neden olmuştur” (a.g.e., 12). Bu gerçeğe rağmen dinsel siyaset tüm politik düzenekleriyle hurafe üretmeye devam eder. Neden?

“Çokluğu yönetmek için hurafeden daha etkili hiçbir şey yoktur ve bu çokluk –aşağı tabaka– din bahanesiyle bir an krallarına tanrı gibi tapmaya kolayca yönlendirilirken, başka bir an onlara insanlığın ortak felaketleri diye lanet edebilir ve onları yadsıyabilir. Bu nedenle dinin her türlü sarsıntıyı atlatabilmesi ve ona tüm insanlarca dikkatli saygıyla uyulması için doğru ya da yanlış olsun, bu kadar görkem ve türenle dine yatırım yapılarak bu kötülüğe etkisiz hale getirmek için büyük zahmetler çekildi. Her anlaşmazlığı dine karşı saygısızlık olarak kabul edip böylece insanların kafasını inanca dayalı yöntemlerle tıkayarak kuşku duyacak kadar bile sağlam akla yer bırakmayan bu sistem Türkler tarafından mükemmelleştirilmiştir”.

Spinoza’nın cevabı meseleyi “Türkler”e indirgese de, söz konusu “sistem” yüzyıllar içinde neredeyse tüm meridyen ve paralellerde tezahür etmiştir.

Spinoza’nın hedefi “Zorba Devlet”tir. Onun yaşadığı dönem (1032-1677), devletlerin ideolojik kimlikleri, Reform ve Rönesans’a rağmen hâlâ dinseldi. Spinoza, peygamberane bir öngörüyle, Devlet-Felsefe-Din-Topluluk arasında ayrışmaya dayalı, sözleşme öngören bir demokratik yönetim içeren sekülerizm savunusuyla, ortaçağlardan bile kapsamlı bir felaketi engellemeye çabalıyordu. Demokratik bir sekülerizm olmazsa, “Yurttaşların soytarı konumunda olduğu Zorba Devlet” neredeyse kaçınılmazdı. Böyle zorba bir devlette “İnsanlar, kölelik için sanki kurtuluşlarıymış gibi savaşmayı ve devlet başkanının kaprisleri için kanlarını ve canlarını vermeyi bir utanç değil de, en büyük onur” (a.g.e., 13) sayacaklardı.

Bilimin ve aklın en çok gelişme gösterdiği 20. ve 21. yüzyılda, başta ultra ateist Sovyetler ve modern felsefenin dölyatağı Almanya başta olmak üzere, Çin’den Yugoslavya’ya, Türkiye’den Yemen’e, Fas’tan İran’a milyonlarca insan, “Tek bir adam kibirlensin” diye, ölümcül sloganlar ve ölüm mekanizmalarını dehşeti bir iştahla çalıştırıp ilkel kabilelere rahmet okutan bir tapıncın, kurban olmanın ve etmenin gönüllü neferleri oldular.

Günbegün televizyon ekranlarından ve gazetelerden, zihin dünyamıza iştahla saldırıda bulunan “Hurafe Pornografisi”ne, “gayrimeşru diyalektiğin” zıtlarını ifade eden “Reis-Hocaefendi” dikotomisine Spinozacı bir perspektiften bakmakta fayda vardır. Ki, “neden, kocaman titrleri olan onca profesörün, generalin, müsteşarın, bakanın, gazetecinin vesaire”nin, “Sanki özgürlük içinmiş gibi, kölece savaştıkları ve bir despotun kibri için fedai oldukları, temelden anlaşılabilsin.

Spinoza’nın hem TPİ hem de Etika’sı, salt bir din eleştirisi değil, zorba devlete ideolojik kimlik olan ve hurafe üreten politik aygıtın eleştirisidir. Bu aygıt, doğrudan dini referans alabileceği gibi, Stalin, Hitler, Baas, Vatan Partisi gibi, dinselleşmiş bir seküler ideolojiyi de referans alabilir pekâlâ. TPİ ve Etika, tıpkı Marx’ın Alman İdeolojisi[5] gibi, iktidar mekanizmalarının kavram, imge, fikir, uygulama tekniklerine dönük eleştiriyi kapsar. Mekanizmaların kökensel benzerliği ve amaç tekliği, birbirinin en zıttı olan Bolşevikleri, Nazileri, Kemalistleri, Reisçileri, Hocaefendicileri, Kim İl Sungcuları, “farksızların aynılığında” sahneler.

Ara bir not: Kemalistlerin büyük günahı

Reis-şürekası ile “Hocaefendi”nin[6] zıtların birliğinin en büyük mağduru Kürtler, demokratlar, sosyalistlerken, en büyük korkuyu ise Kemalistler yaşayıp duruyor. 15 Temmuz’dan sonra, ideolojik zafer kazanmış edasıyla ekranlara hücum halindeler. Çözüm önerileriyse “Kemalizme verilen kısa aralığın ardından yeniden biat”. Ne kadar acı vericidir, 15 Temmuz Siyasi Depremi’nin nedenlerini, fizikî depremlerin nedenlerini “Dinden saptık, onun için Tanrı bizi cezalandırdı,” diye “açıklayan” rahip-şeyhleri andırıyorlar.

Oysa bu topraklara; Ulu bir önder, ulu önderin tüm emir, istek, arzu ve kaprislerini aniden yerine getirecek bir “parti”yi, bu partinin örgütlediği devletin yapılandırdığı bir “akademia”yı, bu akademianın cahillikten medeniyete taşıyacağı “medeni bir toplum”u, bu toplumun “homojenliği” paradigmasını ifade eden Zorba Devlet’i, İttihatçı-Kemalist elitler taşıdı ve inşa etti. Reis ve Partisi, Hegelyen bir ifadeyle A’nın antitezi olarak B’dir, ki Hegelci diyalektiğin şahikası A’nın aynı zamanda A olmayabileceğidir. Tam da bu nedenle, Marx, trajedi olarak belirenin (1. Napolyon), tekrar etmesi halinde (Louis Bonaparte = 3. Napolyon) komedi olacağını söylemişti, yine Hegelci diyalektikten hareketle. (A’nın A olmayan hali her zaman A’dan daha iyi olacak diye bir kural yoktur.)

Taklit Napolyon (3.) 1851 Darbesi’yle, Anayasa ve Parlamentoyu lağvetmiş, “Fransa’yı yeniden ihtişamlı günlerine kavuşturma arzusuyla” (Neo Fransacılık diyelim) 1834 kısa süreli Kırım İttifakı sonrasında, Meksika Meselesinden ötürü ABD’yle, Polonya Meselesinden ötürü Rusya’yla, İtalyan Kent Devletleri Meselesinden ötürü Avusturya’yla düşman olmuş ve Doğu sınırları vesilesiyle Bismark’ın tuzağına düşerek Prusya ile savaşa girip, bir İç Savaş (Paris Komünü) ve Dış Savaş (Prusya) ile Prusya’nın Alman İmparatorluğu’nu Paris’te ilanından çok kısa bir süre önce ölmüştür. 3. Napolyon’dan Fransa’ya kalan miras, “stratejik felç” ve bugün ismi “kentsel dönüşüm” olan, inşaat seferberliğiyle yapılmış geniş meydan, yol ve köprüler olmuştur.

Kant’ın Kopernik Devrimi: Etkin öznelerin eleştirel aklı

Leviathan[7] en az TPİ ve Etika kadar, hurafe ve önyargıyla savaş halindeydi. Özellikle Hobbes’un mekanist rasyonelliği, yeni hükümdara dehşet verici yetkiler vermekle kalmıyor, “sözleşmeli bir zorba Devletin tüm düzeneklerini” akılla inşa ediyordu. Spinoza’nın, kendisi gibi rasyonalist olan Hobbes’a itirazı temeldendi. Ona göre hakların bir egemene devri söz konusu bile değildi, kendi rasyonel yönetim anlayışını, “Yönetimin amacı insanları rasyonel varlıklardan dört ayaklı hayvanlara ya da kuklalara dönüştürmek değil, onların akıl ve bedenlerini güven içinde geliştirebilir ve özgür biçimde akılarını kullanabilir hale getirmektir. Aslında yönetimin gerçek amacı özgürlüktür,” diye ifade ederek, “Yönetimin amacı güvenliktir,” diyen Hobbes’tan tamamen ayırıyordu.

Kant, Antik Yunan’dan beri süregelen ve Rönesans ile Aydınlanma’nın ilk çeyreğine damgasını vuran tüm tartışmaları, yepyeni bir düzleme çekiyordu. Sorunun temelinde yatan Kant’a göre, insanların ve sistemlerin akıllı olup olmaması ve ne kadar akıllı olunabileceği değil, bizzat Aklın kendisiydi. Aklın kendisi bizzat tartışmanın ve eleştirinin konusu yapılmadan, hakiki bilgiye ulaşılamayacağı gibi, “dogmatik metafiziğin despotizminden” kurtulmaya imkân yoktu.

Sokrates’in insana ödev olarak yüklediği “kendini bilmeyi”, Kant usa yükler. Kant kendi yaşadığı çağı “gerçek eleştiri çağı” olarak tanımlar. Kutsallık yoluyla dinin, yücelik yoluyla yasamanın kendilerini eleştiriden bağışık tutmaya çalıştıklarını gözlemleyen Kant’a göre, Yargı Yetisinin etkin olmasının yolu, usun tüm görevler içinde en güç olanını, yani kendini bilme görevini yeniden üstlenmesi ve bir mahkeme kurmayı başarmasıdır. Bu mahkeme Kant’a göre “arı usun eleştirisinin kendisinden başkası değildir” (Arı Usun Eleştirisi, s. 16).

Kant, kendi deyimiyle “Kitap ve dizgelerin bir eleştirisi değil, genel olarak us yetisinin tüm deneyimden bağımsız olarak uğruna çabalayabildiği tüm bilgiler açısından bir eleştiri” olarak konumlandırır kendisini: “Öyleyse bu genel olarak bir metafiziğin olanağı ya da olanaksızlığı üzerine karar verecek ve her şey ilkelere uygun olmak üzere, onun kaynaklarını olduğu gibi alan ve sınırlarını da belirleyecektir” (a.g.e., 17).

Kant açısından hayati noktalardan biri, usun kendini yanlış anladığı noktayı açığa çıkarmaktır. Bu nokta usun kendi kendine ürettiği ve tüm dogmatik metafiziğin ve bunun doğal üretimi olan “meta-hurafenin”, “meta-önyargılar”ın kaynağını teşkil eden “Her şeyi, hem de istediği gibi bilebileceği” savıdır. Tam da bu nedenle Kant, usun eleştirisinin felsefi uğraşında hiç kimsenin “büyücülerden beklenilen” doyumun, kendisinden beklenmemesi uyarısında bulunur.

Usun neyi bilebileceğini bilmemiz; bildiğimiz ve bilmememize rağmen biliyor göründüğümüz tüm düşünce, fikir, kavramların eleştirisini mümkün kılacağı için, bizi hakikat bilgisine yakınlaştıracaktır. Spinoza, hakikatin kendi kanıtını kendisinde taşıdığını söylerken, Kant bunu yeni bir düzleme taşır ve aşağı yukarı şunu söyler: Hakikat, kendini bilen usun kendi eleştirisinden sezilen ve kavranandır, kimi zaman kavramsal ve fikirsel ifadeye kavuşmasa bile!

Ancak insanın tüm bunları yapabilmesi için öncelikle bilgi ile anlama ve bilme ilişkisinde, Kant’a kadar süregelen konumlarda radikal bir değişikliğe ihtiyaç vardı:

“Bugüne dek tüm bilgimizin kendini nesnelere uydurması gerektiği varsayılmıştır; ama onlara ilişkin herhangi bir şeyi kavramlar yoluyla apriori saptama ve bilgimizi bu yolla genişletme girişimleri bu varsayım altında boşa çıkmıştır. Öyleyse, bir kez de nesnelerin kendilerini bilgimize uydurmaları gerektiği varsayımı altında metafiziğin görevinden daha iyi sonuç alıp almayacağımızı sınayabiliriz... Burada durum öyleyse Kopernik’in ilk düşüncesinde olduğu gibidir. Gök cisimlerinin devinimlerini, bütün bir yıldızlar kümesinin gözlemcinin çevresinde döndüğü varsayımıyla açıklamaktan iyi bir sonuç almadığını görünce, Kopernik gözlemcinin kendisini döndürüp, yıldızları dingi tutarsa daha başarılı olup olmayacağını araştırmıştı” (a.g.e., 25.)

Bilginin ve doğruluk ölçütü olarak zihnin kendi dışındaki nesnelere uymasının kabul edilmesi durumunda, Kant tümel ve zorunlu bir bilgiye değil de, sadece tek tek nesne ve olayların veya tikel doğruların bilgisine sahip olabileceğimize işaret eder. Buna göre, tek bir cismi gözlemler, bu cismin serbest bırakıldığı zaman yere düştüğünü görebiliriz. Aynı gözlem birkaç cisim için daha söz konusu olabilir. Fakat bütün cisimleri gözlemlememiz doğal olarak imkânsız olduğundan, serbest bırakılan bütün cisimlerin yerçekimi etkisiyle düştüklerini asla bilemeyiz. Dahası ve çok daha önemlisi, olaydaki nesnel bağı, yerçekimiyle nesnelerin düşüşü arasında zorunlu bağı keşfedemeyiz. Bundan dolayı, zihnin nesnelere uyması, dolayısıyla insan bilgide salt pasif bir alıcı konumda bulunması, bilgi problemini çözmez; Kant’ın var oluşlarından emin olduğu sentetik apriori önermeleri açıklayamaz. Apriori bilgiyi açıklayabilmek için Kopernik’in astronomi alanında yaptığı gibi, bir hipotez değişikliğine gitmek gerekir. İnsanlar, jeosantrik sistemle tatmin edici bir astronomi teorisine bir türlü ulaşmayınca, Kopernik başka bir hipotezi, helyosantrik sistemi denemeye karar vermişti. Böylece hipotez başarılı olmuştu. Fenomenler her iki hipotezde de aynıdır, değişen sadece hipotezdir. Aynı şekilde Kant’ın durumunda da dünyadaki fenomenler yine ayrı fenomenler olarak kalır, Kant var olan dünyanın ampirik gerçekliğine yeni kendilikler eklemez. Değişen sadece hipotezdir, bakış açısıdır. Kant bu hipotez değişikliğinin “cisimleri birer görünüşe, birer yanılsamaya indirgeyen akıllı Berkeley’in… giderek bu yolda zaman gibi bir şey-olmayanın kalıcı olgusallığına bağımlı kılınan kendi varoluşumuzu bile salt bir yanılsamaya çeviren” (a.g.e., 75) saçma idealizmiyle karıştırılmaması gerektiğini özenle belirtme ihtiyacı duyar.

Kant’ın Kopernik Devrimi, başka devrimleri de içerir. Bilgiyle ilişkisi değişen insan, “zorba bir devletin kulu olmaktan” çıkıp “kendi şahsında olduğu kadar başka herhangi birinin şahsındaki insanlığı da, asla sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda ve hep bir amaç olarak kullanacak şekilde eylemde bulun”manın[8] teatral perdesini de açmış olur.

Kant, sadece metafiziğin dogmatizmiyle değil, Aydınlanmanın inancı dışlayan soğuk nesnel aklıyla da çatışmış, “bu nedenle inanca yer açmak için bilgiyi sınırlandırmak zorunda kaldığını” (Arı Usun Eleştirisi, s. 30) ifade etmiştir. Kant’ın bu bağlamda bir diğer devrimi dogmatizm ile inanç arasında var olduğu kabul edilen ilişkiye indirdiği ölümcül eleştirel darbedir. Yaygın ve kabul görmüş kanı, dogmatik olanların katı inanç sahibi olduklarıdır. Kant tam aksine dogmatik olanların beslenme kaynaklarının inanç değil, inançsızlık olduğunu söyleyerek bu hipotezi alaşağı eder. En katı ve fanatik olanların aniden süper dönek itirafçı, iftiracı olmaları, bir çelişki değil, dogmatizmin “gayrimeşru” diyalektiğinin doğal tezahürleridir. Ekranlardaki “hurafe pornografisi”nin her zaman haklı faillerinin insanı utançtan çıldırtan hallerini, bir de bu perspektiften izlemekte fayda var.

“Metafizik doğal eğilim olarak nasıl olanaklıdır?”

İnsan aklı, bilemeyeceği sorularla, durmadan taciz edilmeye yazgılıdır. Metafizik bir bilim olarak değil, doğal bir eğilim olarak, verili bilgi üretme kapasitesine içkindir.

“Çünkü insan usu, hiçbir biçimde çokbilmişlik gibi bir kibrin etkisi altında kalmaksızın, salt bir iç gereksinimin durdurulamaz dürtüsü altında (hırs) herhangi bir görgül us kullanımının ya da buna göre türetilen ilkelerin yanıtlayamayacağı sorularla ilerler. Bu nedenle tüm insanlarda us kendini kurgu düşünce düzeyine dek genişletir genişletmez, herhangi bir metafizik her zaman olmuştur ve her zaman olmaya sürdürecektir...”

Usun eleştirisi, yani kendi sınırlarını ve neyi bilebileceğini bilebilmesinin ortaya çıkaracağı hakikat, yani bilimsel bilgi, metafizik dogmanın doğal sınırında yer alır. Tıpkı bir insanın etik sahibi olmasının, etik Sahibi olmayanı hem ifşa etmesi hem de sınırlandırması gibi: “Usun eleştirisi öyleyse sonunda zorunlu olarak bilime götürür; buna karşı, eleştiriden yoksun dogmatik kullanımı ise temelsiz önesürümlere götürür ki, bunların karşısına eşit ölçüde görünüşte karşıt önesürümler çıkarılabileceği için, gerçekte kuşkuculuğa götürür.” Burada çare, “arı us yetisinin kendisinin eleştirisidir. Ancak bu eleştiriyi temel aldığımız zamandır ki bu alandaki eski ve yeni tüm çalışmaların felsefi içeriklerini değerlendirebilecek bir denek taşımız olabilir; bu olmaksızın beceriksiz tarih yazarı ve yargıç başkalarının temelsiz önesürümlerini kendi eşit ölçüde temelsiz önesürümleriyle yargılamaktan öte bir şey yapmış olmaz” (a.g.e., 52).

Saf aklın sorusu: “Üst akıl ne yana düşer usta?”

Reis ve onun mitolog-teolog ve ideologları, Türkiye politik tarihinin görmediği bir propaganda ve rant dağıtım ağıyla toplumu kuşatıp çembere alırken, tüm konjonktürel kitle desteğine rağmen, iktidar dizpotiflerinin çemberi, çatlamak üzeredir. Reis ve iktidarı, sadece değerleri değil, tüm kavramları tüketmiş haldedir. İktidar açlığının en berbat arzusuna tekabül eden milliyetçiliğin ufku ise dayandığı nedenlerin gayri hakikiliğinden ötürü çok uzun ömürlü gözükmemektedir. 2002’de, 2007’de, kısmen de 2011’de Reis ve iktidara oy verenler, bunu en genel anlamıyla adalet ümidiyle yapıyorlardı. Bugünkü oy verme itkisi, “Yeni Türkiye” için değil, “Türkiye elden gitmesin” diyedir. Reis ve İktidarı’nın on dört yıl içinde vaatten, korkunun kaynağına dönüşmesi, Türkiye’nin siyasal tarihinin ilginç anlatılarından biri olacaktır.

ABD ve Batı ittifakının görünür desteğiyle meşruiyet peşinde koşan, ABD ve Batı İttifakı’nın 2003 Irak, 2011 Suriye ve Libya Müdahalelerine destek ve ortak olan, Türkiye’de “milli” etiketli ne kadar KİT varsa yabancı sermayeye satan, devletin tüm kurumlarını yıllarca “FETÖ” ile paylaşan Reis ve iktidarının sığındığı “Üst Akıl” bir hurafedir.

“Üst Akıl”, Reis ve iktidarının dogmatik metafiziğinin, Eleştirel Etik Akıl karşısında, hem kendi inançsızlıklarını doyurmak hem de çokluğu yönetmek için icat ettikleri, Soğuk Savaş döneminin “Bu kış komünizm gelecek” hurafesinin güncel halidir.

Reis ve iktidarının ortak vatanımızın Babil’ini dağıtmak için herkesi birbirine düşman kılan stratejisine karşı, Kant’ın Arı Usun Eleştirisi’nin son bölümünde söylediklerine dönelim. Dilin, yani birbirini anlama imkânının yok edilmesinden “dolayı yaşanılan başarısızlığa” karşın, aklın kendisini bilme bilincinin, yeni bir Babil ümidini yaşattığını söyler orada. Hem özerk hem de evrensel bir dünya ve insanlığın imkânına, yakarırcasına bağlanarak...



[1] Platon: Devlet. Çev. S. Eyüboğlu, V. Günyol, s. 25, 1967.

[2] Kant: Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, 2014 (4. Baskı),  s. 15.

[3] Spinoza: Etika, çev. Çiğdem Dürüşken. Alfa Yayınları, 2014.

[4] Spinoza: Tanrıbilimsel Politik İnceleme, çev. Betül Ertuğrul. Biblos Yayınları, 2008.

[5] Marx-Engels: Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok, Olcay Geridönmez. Evrensel Basım Yayın, 2013.

[6] Spinoza’nın, en tapınılanın yine bizzat tapanlar tarafından keskin bir dönüşle ayaklar altına alınıp çiğnenebileceğine ilişkin değerlendirmesine dikkat çekmek istiyorum. Toplumsal dirençle bertaraf edilen 15 Temmuz Darbesi’nin, Allah göstermesin, başarılı olması durumunda, ekranlardaki hurafe pornografisinde, yine aynı kişilerce, yine aynı teknikler kullanılarak, ayaklar altına alınanın Reis olacağından hiçbir kuşku duymuyorum.

[7] T. Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, YKY, 2014.

[8] Kant: Ahlak Metafiziğin Temellendirilmesi, çev. İ. Kuçuradi. Türkiye Felsefe Kurumu, 1996.