Günah Keçisi: Uyuşturucu Suçları Kapsamında İdam Üzerine Bir Değerlendirme










Giriş

Bilindiği üzere İran Ceza Kanunu içerisinde bir cezalandırma yöntemi olarak idam halen uygulanmakta olup diğer ülkeler ile mukayese ettiğimizde İran’daki idam örneklerinin sayısal olarak hep ilk sıralarda yer aldığını rahatlıkla söylememiz mümkündür. Çevirdiğim metinde tartışmaya açılan husus, İran’da vuku bulan uyuşturucu suçları kapsamında idam cezalarının gerçekleştiği politik, toplumsal ve hukuksal arka planının genel bir tasvirini çizmemiz durumunda metnin kavramsal çerçevesini daha rahat bir şekilde idrak edebileceğimiz.

İran’da idam cezaları genellikle uyuşturucu, siyasi ve dinî suçlar, tecavüz suçu çerçevesinde gerçekleşir; infaz mekânı ise kendi içinde ikiye ayrılır. Birincisi genellikle her yerde olduğu gibi cezaevi içerisinde gerçekleşir. İkincisi ise “Ortaçağ’ı andıran” bir şekilde şehrin merkezî bir yerinde ve umum nezdinde vuku bulur. İkinci uygulama mekânının üzerinde kısaca durmak istiyorum zira kimi önemli sosyo-politik veçheleri olduğunu düşünüyorum. “Umum Nezdinde İdam” cezası genellikle tecavüz, uyuşturucu ve siyasi suçlar çerçevesinde ajanlık, uyuşturucu kaçakçılığı ve tecavüz gibi ağır suçlar işleyen birine verilir. İran devleti bu denli bir gerici uygulamadan kesinlikle siyasi ve toplumsal bir menfaat gütmektedir. Özünde İran devleti böylesi bir uygulama ile İslâm Cumhuriyeti Devletine muhalif olan herkese “halkın gözleri önünde asarız” mesajını en korkutucu şekliyle vermektedir. Bu tür umum nezdinde idamlar âdeta bir tiyatro sahnesine benzemektedir. Kırk sene boyunca toplumsal yapının üretimi ve yeniden üretimi bu denli insanlık-dışı uygulamalar üzerinde gerçekleşmiştir. Umum Nezdinde İdam cezası alan kişi ilk başta devletin farklı propaganda ve manipülasyon mecraları aracılığıyla şeytanileştiriliyor ve netice itibarı ile “idam eylemi”nin toplumsal zeminini hazırlamış oluyor. Sonrasında aynı mecralar vasıtası ile insanları, aktörü devlet ve polis olan tiyatro oyununu izlemeye davet ediyor. Zannımca bu sürecin en dramatik sahnesi insanların idam alanına gelip tiyatro seyreder gibi idamı izlemeleri ve alkışlar yağdırmalarıdır. Metnin en başında anlatılan “Günah Keçisi” hikâyesi tam da bu “Umum Nezdinde İdam” hikâyesi ile örtüşmektedir. Özetle, çizdiğimiz resmi çevirdiğim metinde var olan argüman ile yorumlayacak olursak “Seyirci Ekip”in idam edilen kişinin o noktaya gelmesinde ifa ettiği rolü görmezden gelip vicdanlarını rahatlatmak için devlet tarafından düzenlenen kukla oyununu izlemeye gitmeleri ile bir benzerlik ortaya çıkmaktadır. Fakat vurgulamamız gerekir ki son yıllarda İran’ın toplumsal yapısı özellikle siyasi ve teknolojik dönüşümler ile karşı karşıya kaldığından ötürü neredeyse tüm toplumsal kurumlarda şiddetli değişimler yaşamıştır ki bunun halen devam ettiğini söylememiz mümkün. Bu değişimlerin gerçekleştiği alanlardan biri de aslında “Seyirci Ekip”in ikili krizidir. Bir taraftan seyirci ekip devletin manipülasyonuna maruz kalıp diğer taraftan ise kendi içinde idama yönelik meşru bir tutum sergilemektedir. Dolayısıyla seyirci ekibin sadece niceliğini değil, aynı zamanda niteliğini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Buna ilaveten son on yılda sivil toplum içerisinde bir bütün olarak İnsan Hakları çerçevesinde İran’ın içinde ve dışında faaliyet gösteren farklı siyasi cereyanlar tarafından başlatılan “İdam’a Hayır” gibi kampanyalar çokça göze çarpmıştır. Bu yüzden kimi şehirlerde seyirci ekip kendi içerisinde sayısal bir kriz ile karşı karşıya kalmıştır. Hal böyle olunca bu durum İran İslâm Devlet ideolojisinin bir meşruiyet krizine sebebiyet verir. Bu tip kriz türü son yıllarda İran’ın tüm toplumsal fayları içerisinde tezahür etmiştir ki bu “ideolojik çöküş” olarak adlandırılmıştır (Dabbashi, 2009).

Yazıda üzerinde durulan diğer bir husus ise “kanunda eşitlik” ve “kanun önünde eşitlik” ikilemidir. Metin içerisinde kanunda eşitlik şöyle tanımlanıyor: “Kanunlar koyulurken aslında cinsiyet, ırk, etnisiteye dayalı ayrımları, toplumsal ve ekonomik ayrımları göz önünde bulundurmamamız haksız bir şekilde ayrımcılık yapmamamız anlamına gelmektedir.” Sürecin teorik kısmını bu tanıma istinaden kabul edelim. Fakat sorun sürecin pratik ve uygulama kısmı olan “kanun önünde eşitlik”te kendini gösteriyor zira uygulamaların arka planına baktığımızda ne denli eşitsiz ve hatta, kimi zaman faşizan bir tavrın olduğunu aşikâr bir biçimde görmekteyiz. Hukuk içerisinde bu eşitsiz yaklaşım uyuşturucu ile ilgili suçlar dahil olmak üzere tüm “suç” türlerine karşı daima var olmuştur. Örneğin, İran’da hukuksal olarak -yani kanunda eşitlik- kadın ve erkek eşitliği ilkesi net bir şekilde vardır fakat uygulamada -yani kanun önünde eşitlik-  kadınlar giyim tarzları nedeniyle “suçlu” bulunup baskı altında tutularak tutuklanmaktadır. İran’da kadın hakları ihlali ile ilgili sıralanabilir birçok örnek bulunmaktadır. Bugünlerde kurumsallaşmış yolsuzluk krizi ile karşı karşıya olan İran rejimi aynı ayrımcı tavırla sözde mücadelesini sürdürmektedir. Bunu anlatmak için yakın zamanda vuku bulan bir olayı aktarmak münasip olacaktır: Bundan birkaç ay önce İran Radyo Televizyon Kurumu tarafından bir “hırsızın” itirafları yayınlandı; hırsız sıfatıyla tanıtılan kişi çocuğunun temel ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile bir marketten mama, bez ve benzeri şeyleri almıştı. İran rejimi bu olay üzerinden propaganda yapıp burjuva ahlâkının yeniden üretimini sağladı. Sözde adalet manevrası yapan mafyalaşmış İran Adalet Kurumu, rant rejimi sayesinde yolsuzlukla milyar dolar kazanan devlet mensupları ve çevrelerindeki insanları, ne tutuklamakta ne de televizyonda “hırsız yakaladık” şeklinde haberini yapmakta. Yazar metin boyunca aslında tam da bu hususu anlatmak istiyor. İran devleti adalet adı altında çoğunlukla alt sınıflardan müteşekkil, temel maddi ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile “suç” işleyen kişileri tutuklayıp rahatlıkla idam etmekte -veya yukarıda anlatılan örnekte olduğu gibi, televizyonlarda adaletli görünmek için “hırsız yakaladık” şeklinde propaganda yapabilmektedir.

***

“Ne zaman ve nerede; özelliklerini hatırlamadığım bir kitapta bir kabile ile ilgili ki onun da tarihsel ve coğrafi özelliklerini hatırlamıyorum, ilginç bir şey okumuştum. O kabilenin fertleri her gün günah işliyorlardı, hatırlamadığıma sevindiğim birçok uygunsuz ve kötü şey de yapıyorlardı fakat hatırlıyorum ki her yılın sonunda zavallı bir koyunu yakalayıp şanlı bir ziyafet eşliğinde koyunun yününe saçma ve garip şeyler takıp başına doğum günü şapkası takarak hayvanı dayak, küfür ve hakaret eşliğinde şehrin merkezine kadar yerde sürüklüyorlardı. Şehrin merkezinde fiilî olarak tüm günahlarını hayvana yükleyip ziyafetin en ruhani bölümünde kanını döküyorlardı. Sonra gusül abdesti alıp gece temiz ve günahlardan arınmış bir şekilde uyuyorlardı. Ertesi sabah uykudan uyandıklarında bir sene boyunca kolayca ve vicdan azabı çekmeden günah işleyebileceklerini iyi biliyorlardı. Bir sonraki sene de günahları ona yüklemek için başka bir hayvan bulunurdu.”[2]

Yukarıdaki hikâyenin uyuşturucu suçlarından dolayı idamdan hüküm giymiş suçlular ile bir ilişkisi var mıdır? Acaba bu eski hikâye içerisinde bizim idam ile ilgili idrakımıza katkı yapacak bir içgörü bulabilir miyiz? Benim bu sorulara cevabım olumlu. Bu cevabın doğruluğunu göstermek için sizinle altı parçayı paylaşıyorum. Bu altı parçayı bulmaca olarak ele alabilirsiniz. Benim temel argümanım şöyle; bu altı parçayı doğru bir biçimde dizersek yukarıdaki hikâye ile uyuşturucu suçları kapsamında idam meselesi aydınlanır. İlk başta size bu altı parçayı sunup sonunda ise ortaya bir öneride bulunmak için bu altı parçayı birleştirmeye çalışacağım. Zannımca bu parçalar bu yıllardaki idamlara ışık tutacak.

Konuya girmeden evvel bir hususa değinmek istiyorum. Felsefi kriminoloji içindeki en mühim tartışmalardan biri, suç fenomeni gerçekleşirken yapı ve özne arasındaki diyalektiktir.[3] Bu bağlamda şu soru sorulabilir: Suç işlemek ne ölçüde toplumsal yapıdan kaynaklıdır? Diğer taraftan ise suç işleyen kişi suçun işlenmesinde ne denli bir role sahiptir? Ben bu kısa yazıda, bu yorucu zihinsel uğraşı çözmek çabasında değilim. Benim temel iddiam, toplumsal yapıların determinist bir biçimde suçun işlenmesini gerekli kıldığı şeklinde değildir. Tam tersi, benim iddiam şudur: Toplum, idam cezalarının gerçekleşmesindeki rolünü göz ardı edip bütün sorumluluğu suç işleyen kişiye yüklemektedir. Halbuki suç işlemenin kendisi bir kolektif eylem olup kolektif bir çözümü de talep eder.[4] Şimdi bulmacanın parçalarına geçebiliriz.

Bir: “Uyuşturucu kaçakçıları” ve “ölüm tüccarları” ibarelerini duyduğunuz zaman aklınızdan ne geçiyor? Verilecek olası cevabınız şu şekilde olacaktır: Onlar para biriktirmek dışında hiçbir şeye önem vermeyen, insanların canı ve sağlığı pahasına sermaye elde eden, uyuşturucu dağıtımıyla gençleri zehirleyen, aileleri darmadağın eden ve insanları suç işlemeye zorlayan kişilerdir. Muhtemelen buna birkaç satır daha devam edebiliriz. Fakat burada sizin dikkatinizi daha mühim bir hususa çekmek istiyorum. İran’da uyuşturucu suçlarından dolayı idam edilen şahısların büyük bir çoğunluğu yukarıda zikredilen sıfatları kesinlikle taşımamaktadır. Eğer idamdan hüküm giymiş kişilerin gerçek hayatlarını öğrenirseniz, büyük bir ihtimalle “ölüm tüccarı” gibi ibareleri onların büyük bir kısmı için kullanmakta zorluk yaşarsınız. Bunun sebebi ne?

İki: Uyuşturucu kaçakçılığının özünde örgütlenmiş bir suç olduğunu duymuşsunuzdur. Örgütlenmiş suçların hukuksal karmaşıklıkları ile ilgili tartışmaları bir kenara bırakırsak suç örgütlerinin yapılarını anlamak için elimizde daha kolay bir yol bulunmakta: Aslında suç örgütlerinin yapısı ile meşru ticari şirketlerin yapısı arasında hayli benzerlik vardır. Bildiğiniz üzere, ticari şirketlerde farklı “roller” bulunmaktadır; birisi genel müdür, birkaçı yönetim kurulu, birkaçı memur, olasılıkla birkaçı güvenlik ve belki de birkaçı “paketçi” olarak işlevlerini yerine getirirler. Bu farklı rollerin önemi kesinlikle aynı düzeyde değildir. Örneğin, genel müdür paketçiye nazaran şirketin ticari faaliyetleri üzerinde daha fazla bir etki alanına sahip olup daha fazla kâr elde ederken daha fazla sorumluluk da üstlenmektedir. Bu rollerdeki farklılıklar suç örgütlerinde de aşikâr bir şekilde görünmektedir. Bazıları suç örgütlerinin “beyni”dir: Örgütleri kuranlar, faaliyetleri yürütenler, başkaları ile alışveriş gerçekleştirenler ve meşru olmayan kârın büyük bir kısmını elde edenlerdir. Diğer tarafta ise, ticari şirketlerde paketçilik yapanlar gibi, suç örgütlerinde de ayak işleri yapanlar vardır. Bu şahıslar belirli bir miktar para karşılığında uyuşturucuyu üzerlerinde taşırlar.[5] Şimdiye kadar önemli bir hususun anlaşılması beklenmektedir: Bir gazetede “uyuşturucu kaçakçıları” ve “ölüm tüccarları”nın idam haberini okuduğunuzda farklı rollerde bulunan kesimlerin haberini okumuş olursunuz. “Uyuşturucu kaçakçısı” veya “ölüm tüccarı” olarak anılan şahıs uluslararası bir suç örgütünün başı da olabilir, ayak işleri yapan ve belirli bir para karşılığında torbacılık yapan biri de olabilir. Fakat aslında İran’da idam ile yargılananların çoğu ayak işleri yapan “suçlu” torbacılardır. Bu konu üzerinde biraz daha duracağım.

Üç: Konuyu daha iyi anlamak için ilk başta “kanunda eşitlik” ve “kanun önünde eşitlik” arasındaki kavramsal farklılığı dakik bir biçimde idrak etmeliyiz. “Kanunda eşit olmak”, kanunlar koyulurken aslında cinsiyet, ırk, etnisite, toplumsal ve ekonomik temelli ayrımları göz önünde bulundurmamamız ve haksız bir şekilde ayrımcılık yapmamamız anlamına gelmektedir.[6] Uyuşturucu ile ilgili yasada, görünürde yoksul ve zengin arasında herhangi bir ayrımcılık göze çarpmaz, böylece ilk adımda onlar arasında eşitlik sağlanmıştır. Diğer taraftan bakacak olursak belki kanunda eşitlik gerçekleşebilir. Yani kanunun kendisi insanlar arasında bir ayrımcı içeriğe sahip değildir fakat “kanunun uygulanması” ayrımcılık içerir. Bunu, “kanun önünde eşitlik”in ihlali olarak adlandırabiliriz. Dolayısıyla, kanunun kendisi “genel” olduğundan yoksulu ve zengini kapsamaktadır fakat kanunu uygulayanlar sadece yoksulların peşine düşmekte ve bu durumda kimileri “kanun önünde eşitlik”i sorgulamaktadır.[7]

Ülkemde “kanun önünde eşitlik”ten bahsetmem pek mümkün değil ve örneklerin büyük bir kısmında yoksullar suçlu olup zenginler paçayı kurtarırlar. Bunun kökleri uyuşturucu ile mücadele kanununun bizzat kendisindedir. Dikkat ederseniz bu kanun “görünüşte” ve “ilk bakışta” yoksullar ve zenginler arasında eşitlik ilkesine uymaktadır. Bu iki koşulu bilinçli bir şekilde koydum zira “gerçekte” ve “son tahlilde” kanunun içerisinde mühim bir bileşeni bulunmaktadır ki yoksul ve zengin arasında eşitsizliğe neden oluyor. O bileşen nedir? Yasa koyucu, insanlar arasında uyuşturucu suçları kapsamında suç işleyenin “rolü”nden ziyade “uyuşturucu miktarı”nı yargılamasının kriteri olarak belirlemektedir.[8]

Böylesi bir yasa koyuculuğun nasıl bir sorunu vardır? Sorun şurada ortaya çıkmakta; bir uyuşturucu çetesinin başı ve asıl adamları, neredeyse hiçbir zaman uyuşturucuyu kendileri bir taraftan diğer tarafa taşımaz, uyuşturucuyu taşımak için biri işe alınır. Bu şahıs, meşru olmayan ticaretin büyük kârından pek bir şey almaksızın belirli bir ücret karşılığında uyuşturucuyu taşıma görevini üstlenir.[9] Her halükarda uyuşturucu onun üzerinde bulunur, polis ve mahkeme mensupları uyuşturucuyu yakaladıklarında uyuşturucuyu taşıyan kişiyi gözaltına alırlar. Tüm deliller onun aleyhinedir, inkâr edecek durumda değildir. Dolayısıyla, eğer uyuşturucu ile mücadele kanununda belirlenmiş miktardan daha fazlası üstünde ise yıllarca idam kâbusu ile yaşamak zorunda kalır. Yasa koyucu, uyuşturucu miktarının fazla olmasını kişinin o alanda temel bir role sahip olması olarak varsaymıştır. Batı ülkelerinde yapılan saha araştırmalarına istinaden bu denli bir varsayımın sorunu, ayrımcılık içeriyor olmasıdır. Her nasılsa, farklı nedenlerden mütevellit ceza hukuku kurumu elebaşlarına ve asıl insanlara ulaşamıyor. Suç örgütlerinin işleyiş biçimlerinden dolayı ayak işleri yapan torbacılar, daha önemli olan kişilerin gerçek kimlikleri hakkında, onları ifşa edecek kadar yeterli bilgiye sahip olamıyorlar. Onların birçoğu suç örgütlerine üye olmadıklarından pek bir bilgiye sahip olmazlar. Böylece suçu başta olan kişilere yöneltmek için farklı zorluklar bulunmaktadır. Buna ilaveten asıl kişiler genelde zengin olup çok iyi bir avukat tutmak gibi hukuksal fırsatları ile beraber kanun-dışı çözümlere de başvurabilirler.

Birçok araştırmanın sonucu, cezanın, uyuşturucu miktarına istinaden belirlenmesini tam olarak yoksulların ve “küçük çaplı sabıkalıların” aleyhine olduğunu göstermiştir.[10] Bu denli bir yasa koyuculuk sisteminde, yoksullar, asıl kişiler yerine cezalandırılıyor. Cezaların kişilerin üstlendiği “rol”e istinaden belirlenmesi daha anlaşılabilir bir yöntemdir. Hatta kanunun uygulanmasında odaklı arama gibi onarıcı uygulamalara başvurulabilir. Örneğin asıl kişileri hedef kitle olarak belirleyelim, her halükarda uyuşturucuyu taşıyan ve kaçakçıyı birbirlerinden ayırabilmemize imkân veren kimi düzenlemeler üzerinde düşünmeliyiz.[11] Bu denli çözümler olmazsa “kanunda eşitlik” ve “kanun önünde eşitlik” arasındaki boşluk gittikçe daha derinleşir. Nedeni ise çok açık, hukuksal eşitlik, eşit olmayan toplumsal koşullar içerisinde, eşitsizliği üretebilir. Örneğin şu kanun üzerinde düşünelim: “Geceleri parktaki banklarda uyumak suçtur.” Teoride herkes bu suçu işleyebilir fakat “gerçek ihtimal” içerisinde yoksul ve evsiz insanlar bu “suçu” işlemiyor mu? Uyuşturucu ile mücadele kanunu için de bu husus geçerlidir. “Gerçek ihtimal” içerisinde yargılanma sadece yoksullar için gerçekleşip zenginlerin birçoğu için ise tutuklama ve  cezalandırmanın “gerçek imtina”sından bahsedebiliriz.[12]

Dört: Artık yukarıdaki tahlilin doğruluğu görevliler için de aşikârdır. Örneğin, İran Adalet Kurumu’nun başkan yardımcısı şu beyanda bulunmuş: ‘‘... şunu göz önünde bulundurmalıyız ki idam olanlar asıl kaçakçılar değillerdir, zira asıl kaçakçılar uyuşturucu paketlerinin taşıma işlerine bulaşmazlar. Genelde bu denli işleri yeterli maddi kaynaklara sahip olmayan şahıslara yaptırmaktadırlar.”[13]

Adalet Kurumu’nun başkan yardımcısının açıklamaları içerisinde üzerine kafa yormamız gereken önemli bir nokta bulunuyor. Genel olarak yoksullar, uyuşturucuyu taşımak veya saklamaktan idam edilmiş, bir zenginin aynı suçtan idam cezası alması nadiren gerçekleşmiştir.[14] Farklı ülkelerde yapılan araştırmalar başkan yardımcının açıklamalarını desteklemektedir, bu ne anlama geliyor?[15]

Mutlaka şimdiye kadar “niyet” ve “sonuç” arasındaki farklılık üzerinde düşünmüşsünüzdür. Çoğu zaman kimi işleri amaçlarımıza ulaşmak için yaparız fakat o işler bizim amaçlarımız ile ilgisi olmayan bir şekilde sonuçlanır. Böyle bir durumda, işin sonucu bizim amaçlarımız doğrultusunda değil denilir. Veyahut bizim işimizin istenmeyen bir sonucu vardır. Biliyoruz ki İnkılap Mahkemelerinde kimi hâkimler abdest almış bir şekilde mahkemede bulunurlar. Eğer onlardan idam cezasından beklentiniz nedir sorusunu sorarsanız, muhtemelen dürüst bir şekilde cevap vereceklerdir: Kanun ve adaletin icrası vb. gibi. Fakat saha araştırmalarına bakıldığında onların yaptıklarının “sonucu” tam olarak yoksulların ve avarelerin idamıdır.

Sorun nerede? Sorun şu ki “amaç”lar zihinseldir, “sonuç”lar ise somuttur ve insanların gerçek hayatlarını etkiler. Zannımca yargı mensuplarının hiçbiri yoksulların büyük bir kısmını idam etmeyi “amaç”lamamışlardır ama yaptıklarının “sonucu” tam da yoksulların birçoğunun idam edilmesi olmuştur. Ahlâki olarak bu gerçekliği göz ardı etmemiz mümkün müdür?

Beş: “Neden birileri yoksuldur?” sorusu üzerinde düşünmemiz mühimdir. Bu soruya verilebilecek farklı cevapları iki kısımda toplayabiliriz: İlki, belki de insanlar psikolojik ve bireysel nedenlerden dolayı yoksullar yahut o toplumun yoksulları “iyi genetik” yapıya sahip değildir; düşük bir zekâ seviyesine sahiptir, tembellerdir ve çalışmaya gönül vermiyorlardır. Örneğin, Richard Gere yoksulluğun nedeninin genetik olabileceğine inanıyor. İkincisi, sosyologlar bu denli psikolojik ve bireysel kuramlar ile ilgilenmezler. Örneğin, Fransız sosyolog Durkheim, “toplumsal meseleleri”, “sosyolojik yöntemler” ile anlayabileceğimize ve psikolojik yorumların bu alanda çalışamayacağına inanıyordu. Ona göre kolektif yaşam ancak kolektif yaşam çerçevesi içerisinde tefsir edilebilir. Yoksulluk bir toplumsal fenomendir ve sadece sosyolojik yöntem ile bu toplumsal fenomeni anlayabiliriz. Sosyolojik tahlillerin birine göre yoksulluk ve adaletsizlik arasında sıkı bir bağ vardır. Toplumun bir kısmı, farklı toplumsal kurumların işleyişinin adaletsiz olması ve kaynakların insaflı bir şekilde (yeniden) dağıtılmadığından dolayı yoksuldur. Yoksulluk ve adaletsizlik arasında var olan ilişkiyi ciddiye alırsak çok önemli bir sonuca varırız. Adaletsizlik toplumsal bir meseledir; netice itibarıyla da yoksul her kimse onun üzerinde herhangi bir kontrole sahip değildir. Yoksul kimse toplumsal kurumların işlememesine feda edilmiştir. Yoksul kimsenin yoksulluk nedenini ortadan kaldırması mümkün olmamıştır zira onlar üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir. Yoksulluk, yoksul kimsenin hikâyesinin sadece bir parçasıdır ve bu parçayı toplum onun için yazmıştır. Toplum, yoksul kimsenin hayat hikâyesini, o yoksullukla yaşamalı şeklinde yazmıştır. Dolayısıyla yoksul biri, yoksul olduğundan dolayı serzenişte bulunmamalıdır.

Altı: Yoksulluğun ortaya çıkma nedenini toplumsal adaletsizlik olarak varsayarsak suç işleme ile ilgili nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? İnsanlara sorduğunuz takdirde insanların büyük bir çoğunluğu yoksulluğu uyuşturucu ile ilgili suçların nedeni olarak kabul eder. Buna rağmen farklı araştırmalar yoksulluk ve suç arasındaki ilişkinin bunlardan çok daha karmaşık olduğunu göstermiştir. Yer kısıtlılığından dolayı bu karmaşık ilişkinin farklı boyutlarını anlatamayacağım. Buna ilaveten benim okumalarımın da bunun için kâfi olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle burada, sadece önemli bir araştırmanın bulgularını, yoksulluk ve suç arasındaki ilişkiye ışık tutabileceğini gördüğümden dolayı paylaşıyorum.

2013’te dört bilim insanı, Science dergisinde bir makale yayımladılar. Makalenin başlığı şuydu: “Yoksulluk, Bilişsel Eylemi Bozar”.[16] Bu makalede, yoksulluğun, farklı alanlar içerisinde (örneğin sağlık, uyuşturucu ile ilgili konular, iş meseleleri, çocuk bakımı ve ekonomik performans gibi),  karar verme yetisi üzerinde olumsuz etkiler bırakabileceği ortaya atılıyor. Ve yoksul olmanın zihinsel yükü o kadardır ki yoksul birinin zekâsı sanki on üç puan düşüyor. Yoksullar, kararlarının onları daha kötü bir duruma sokacak şekilde vermelerinin nedeni bireysel özellikleri değil, tam olarak yoksul olmalarıdır ki bu durum onları daha da yoksullaştırıyor. Yoksulluktan mütevellit meşgaleler insanın zihinsel gücünü öyle ele geçiriyor ki ekonomik olmayan meselelerde dahi kararların rasyonelliği üzerinde olumsuz etki bırakır.

Bu tahlile istinaden belki az da olsa bazı yoksulların ağır cezalara rağmen neden halen torbacılık yapıyor olmalarını anlayabiliriz.[17] Nasıl olur da bir insan cüzi bir para karşılığında ağır cezalar alma tehlikesini kabul eder? Aslında yoksulluk, eylemlerinin rasyonel faydası ile olası zararını (tutuklamak ve cezalandırmak) rasyonel bir şekilde değerlendirememelerine sebep olur. Diğer bir ifadeyle yoksulluktan doğan zorunluluklar yanlış kararlar vermeye neden olur ki bu beklenir bir durumdur. Bunlardan birisi uyuşturucu kapsamında suç işlemek olabilir.

Sonuç: Bulmacanın parçalarını dizmenin zamanı geldi: Yoksulluk, toplumda var olan adaletsizliğin bir sonucudur ve yoksul, yoksulluğuna sebebiyet veren nedenlerin üzerinde etkiye sahip değildir. Dolayısıyla yoksul kimse yoksulluğundan dolayı sorgulanmamalıdır. Esasen toplumun kendisi insanları yoksulluğa sürüklüyordur. Toplum kendi sorumluluğunu görmezden gelmemelidir (beşinci parça). Diğer taraftan ise yoksulluk, yoksulun bilişsel işlevi üzerinde olumsuz etki bırakır. Öyle ki yoksul, yoksulluktan mütevellit baskılardan dolayı rasyonellikten yoksun kararlar verebilir. Uyuşturucu kapsamında işlenen suçlar gibi. Cezalar ne kadar ağır olursa olsun, yoksulluk, yoksul birinin aldığı kararın zararı ve faydası arasındaki farkı ölçebilmesini engelliyordur (altıncı parça). Buna ilaveten, olayların birçoğunda, ceza kanunu sistemi sadece fakirleri yakalıyor ve zenginler suç işledikleri halde, genelde farklı yöntemler ile ceza almaktan yakayı kurtarıyorlar. Kanun koyucu ve hâkimlerin niyetleri dışında yaptıklarının neticesi, kolektif bir biçimde yoksulları idam etme uğraşından başka bir şey değildir (birinci parçadan dördüncü parçaya kadar). Sonuç itibarıyla toplumun kendisi insanları yoksulluğa sürüklüyor ve menşei yoksulluk olan baskılar ise suç işleme koşullarını sağlıyordur.

Dikkat ediniz, idam merasiminde şuna tanık oluyoruz: Daha önce “adaletsiz” bir tavır ile insanları yoksulluğa sürükleyen toplum, şimdi kendi suç ve günahlarını göz ardı edip mahkeme mensupları aracılığıyla resmî bir biçimde bütün suç ve günahları yoksula yükleyip “adalet” adı altında bir merasim çerçevesinde onu kurban ediyordur. Yazının başında size anlattığım hikâyeyi hatırladınız mı?

EK: Son zamanlarda, 2017’nin Kasım ayında resmî gazetelerde yayımlanan “Uyuşturucu İle Mücadele Kanununa İlhak Etme Kanunu” idamların sayısını[18] önemli ölçüde azalttı. İran meclisindeki Ceza ve Hukuk Komisyonu genel başkan yardımcısının da beyan ettiği gibi, aşağı yukarı önceden uyuşturucu suçlarından idam cezası alan beş bin kişiden dört bini idam edilmekten kurtuluyor.[19] Bu yazı belki bizim bu ek kanun ile sempati kurmamıza yardımcı olur. Her halükarda yoksul ve mahrum bırakılan vatandaşlarımızın neredeyse dört bini idam edilmekten kurtulacak.

Her nasılsa, idam cezasının garip bir özelliği vardır: Ceza kanunu sistemi idamın şerrinden kurtulmak istiyor olsa bile onun “hayaleti”nden kurtulamıyor.[20] Öyle görünüyor ki gelecek yıllarda, artan biçimde, yoksulların büyük bir çoğunluğunun hapse atılması sorununun uzun vadeli ve insani olmayan şekliyle karşı karşıya kalacağız. Kanun koyucu, özellikle bu madde değişikliğinde, yine iddialara karşın, gayri insani olan “ağırlaştırılmış müebbet” örneğinden uyarlama yapıp belli koşullarda mahpusları, ceza alma sürecinin askıya alınması, koşullu serbestlik ve indirim kurumlarından yoksun bırakmıştır. Halbuki, bu Amerikan usulü cezalandırma[21] biçimi İslâmi öğretilere ters düşmektedir. İdamın “hayaleti” ve onun yükünden kurtulma imkânı olsaydı, belki de daha insani ve yararlı çözümler üzerinde düşünme fırsatımız olabilirdi. İlaveten, dikkat etmemiz gereken husus, zikredilen madde değişikliğininin, uygulanmasından önce ve sonra gerçekleşen suçlar arasında ayrım gözetmesidir. Hukuksal tahlile binaen, bu yeni madde daha önce yalnızca uyuşturucu miktarına göre yakalanıp idam cezası alan kişilerin hepsine bir şekilde “genel indirim” içermektedir. Diğer bir ifade ile, artık idama mahkûm olan beş bin kişi, sadece üzerlerinde tespit edilen uyuşturucu miktarına istinaden dar ağacına götürülmüyorlar. Fakat bu kanun, yürürlüğe girdiği tarihten sonraki dönemde suç işleyen kişileri kapsıyor. Dolayısıyla gelecekte çokça uyuşturucunun türü ve miktarına göre idam cezasına mahkûm olan kişiler görmemiz bekleniyor.

Çeviren: Saeid Mozafari

Mehdi Samai: Kriminoloji ve Ceza Hukuku doktora öğrencisi.


[1] Kriminoloji ve Ceza Hukuku doktora öğrencisi

[2] Bu anlatı Ahd-i Atik’in üçüncü kitabı olan Levyan Seyahati kitabından alınmıştır. Bu kitabın bir kısmında şunu okuruz: “Liderlerden biri istemeyerek bir günah işlerse ve tanrının kurallarından birini ihlal ederse yani tanrıyı ayakları altına alırsa suçlu bulunur. Günahının farkına vardıktan sonra sağlıklı ve sorunsuz olan bir erkek keçi bulup takdim ettikten sonra elini keçinin kafasına koyup onu keserek tanrıya sunar. Bu onun günahının kurbanıdır.” Devamında ise bu gibi kararlar “normal insanlar” için de zikredilmiştir. Aslında metin içerisindeki kelime scapegoat’tur ki “günah keçisi” olarak çevirebiliriz. Fakat ben Farsçada “günah koyunu” çevirisini daha anlamlı buluyorum.

[3] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için:  Crewe, Don. Existentialist Criminology, “1. Bölüm”, Routledge-Cavendish, 2009.

[4] Dolovich, Sharon. Creating the Permanent Prisoner, in: Life without Parole: America’s New Death Penalty?, New York University Press, 2012, “3. Bölüm”, s. 102.

[5] Lerman, Kevin. “Couriers Not Kingpins: Toward A More Just Federal Sentencing Regime For Defendants Who Deliver Drugs”, Uc Irvine Law Review, 2016.

[6] Lucy, William. “Equality under and Before The Law”, The University of Toronto Law Journal, Vol. 61, No. 3 (Summer 2011), s. 411-465.

[7] Hukuk felsefecileri en azından Hans Kelsen’den itibaren, kanun önünde eşitlik kavramına eleştiriler yöneltmişler. Kelsen, net bir biçimde bu kavramı “boş ve fazla” buluyordu. Ruiz Miguel, Alfonso. “Equality before the Law and Precedent”, Ratio Juris, Vol. 10 , No. 4, Aralık 1997, s. 372–391.

[8] Düzeltilen uyuşturucu ile mücadele kanununda, İslâmi Ceza Kanunu’na uygun bir şekilde, “elebaşı” olanın rolüne dikkat edilmiştir fakat buna rağmen bir şekilde farklı rollerin cezalarını belirlememiştir. İran’da suç örgütleri içerisindeki rolleri araştıracak bir araştırma göze çarpmadığından yasa koyucu için uygun bir bilgi temeli de bulunmamaktadır.

[9] “Kâr sahipleri” ile “maaşlılar” arasındaki ayrımı detaylı okumak için bkz. “A definition of ‘drug mules’ for use in a European context”, European Monitoring Centre for Drugs and Drug Addiction.

[10] Bu konuda daha fazla bilgi için: Sadegi, Azadeh. “İran’da Uyuşturucu Suçlarına Tecrübe Temelli Yaklaşım”, Doktora Tezi, Terbiyet-e Moallem Üniversitesi, 2017.

[11] Bu çözümleri okumak için bkz. Lerman, Kevin, a.g.e. Bjerk, David ve Caleb Mason. The Market for Mules: Risk and Compensation of Cross Border Drug Couriers, 2014. Ayrıca “A definition of ‘drug mules’ for use in a European context”, European Monitoring Centre for Drugs and Drug Addiction.

[12] Bu husus cezalandırmaların genelinde geçerlidir ki genelde fakirler cezalandırılıyorlar. Bu konu ile ilgili fazla bilgi için bkz. Arrigo, Bruce A. ve Dragan Milovanovic. Revolution in Penology, Rowman & Littlefield Publishers, 2009, s. 44.

[14] Amerika’da da “ağırlaştırılmış müebbet” cezası alanların birçoğu yoksullardan oluşuyor: Gottschalk, Marie. “No Way Out? Life Sentences and the Politics of Penal Reform”, içinde Life without Parole: America’s New Death Penalty?, New York University Press, 2012, “3. Bölüm”, s. 228.

[15] Bkz. Novak, Andrew. The Global Decline of the Mandatory Death Penalty, Ashgate, 2014, s. 11. Edwards, Griffith vd. “Drug Trafficking: Time to Abolish the Death Penalty”, International Journal of Mental Health Addiction, 2009. Gallahue, Patrick ve Rick Lines. “The Death Penalty for Drug Offences”, Global Overview, 2015, Harm Reduction International.

[16] Mani, Anandi vd. “Poverty Impedes Cognitive Function”, Science, 30 Ağustos 2013, Vol. 341, Sayı 6149, s. 976-980.

[17] İdamın caydırıcı olmaması sadece bu konuda geçerli değildir, bu konu üzerinde daha fazla okuma yapmak için bkz.

Parks, Peggy J. Does the death penalty deter crime?, Reference Point Press, 2010, s. 59.

[18] Vurgulamamız gerekir ki bu kanun değişikliği idam olaylarının “sayısı”nı azaltmaktadır. Zira buna istinaden, yasanın yürürlüğe girmesinden önce müebbet ile yargılanan suçlular artık kimi koşullar altıda idam edilebilir. Dolayısıyla, bu açıdan, idam sayıları artıyor. Fakat bu artış gelecekte idam olaylarının toplam sayısındaki düşüşe oranla daha az bir sayıya tekabül ediyor. Bu nedenle idam olaylarının “toplam”ının azalması bekleniyor.

[20] Bkz. Gottschalk, Marie. “The Long Shadow of the Death Penalty: Mass Incarceration, Capital Punishment, and Penal Policy in the United States”, içinde Is the Death Penalty Dying?, Cambridge University Press, 2011.

[21] Ağırlaştırılmış müebbet cezası özünde Amerikan usulü olup onların cezalandırma sisteminin “istisnacılığı”nın bir temsilidir.