Kayıp Zamanın İzinde'nin Üzerinden Bir Yüzyıl Geride Kalırken...

Havva gelecek mi?

Marcel Proust Yahudi, hasta ve eşcinseldir. Ari ırk, temiz toplum ve ahlaklı vatandaş kristallerinin ölümcül parıltıları altında, bu üç kimlik, ağırdır. Doğduğu gün Yahudidir, 9 yaşında bedensel hastalığa yakalanmış ve bu hastalık 34 yaşına geldiğinde Proust’u, perdeleri kapalı bir odaya çarmıhlamıştır.

Dreyfus Davası, başlamış bitmiş; Zola’nın “J’accuse”ü ile yeniden başlamıştır. (Ve aslında Dreyfus Davası hukuken bir karara bağlanmadan günümüze kadar devam eden bir davadır.)

Zola’nın 1898’de “İtham” eden insan çığlığı ile İngiltere’nin Güney Afrika’da ilk toplama kamplarını inşa ettiği zaman Proust’un “Kayıp Zamanın İzine” düzüleceği zamanın içindedir.

1914’te ilk bölümünü tamamladığında, dünya savaşı başlamış, Nisan Genelgesi yayınlanmıştır.

Proust astımlı hali ile Kayıp Zaman’ın peşine düşerken, vebalı bir başka Yahudi aynı yıl Annesine “ceketinin düğmeleri altın yıldızlı adamın niye geldiğini” soruyordu. Annesinin cevabı 25 yıl sonra çocuklarını dehşet verici bir çaresizlik ile anlatacak Yahudi Annelerin cevabıydı; “… Hiç canım. Bizim evden ayrılmamızı ve bir geziye çıkmamızı istiyor.”[1]

Kapitalizm ve onun toplumsal ilişkiler, süreçler, ittifaklar kopuşlar… dizpotiflerinin tümünü görmüş olan Proust, tam da bu yüzden debdebelerin en yükseğindeyken, varoluşunun Kaybı’nı keşfeder. Arendt’e göre Proust’u bu keşfe yönelten itki, “yaşadığı zamana ait bir savunma”[2] oluşturabilmekti. “Ari ırk, temiz toplum, ahlaklı vatandaş”a varmış kapitalist modernizm, aslında tüm insanlığın varlığını anlamsızlaştırmıştı. İlerleme, kaskatı bir gericilik canavarının kendisine dönmüştü.

Bu dönüşüm veya dönüşümün gücü korkunçtu, evrenselliği kendi “varlık” nedeni sayan ve lirik bir iman ile her metnine (ister davadan bir bildiri, ister bir marş, isterse de bir kitap olsun) işleyen sol vicdan bile, canavarın pençelerine takılıp, varoluşunun kendisine yönelmiş bu dönüşümden etkilenip önemli parçalarını, ulus-devlete kaptıracaktı.

Bugün bile birçok sol akıl, Proust’u salt “burjuva yaşamının tüm yönleriyle ifşası” olarak okur. Oysa 1914’ten sonra olanlar, olanlardaki ortaklıklar, bu tür okumaların iddialarını epey zayıflatmıştır.

Proust, yaşadığı zamana bir anlam bulma arayışına girdiği an büyük bir direnç ile karşılaşır. Bu direncin nedeni ve kapsamını Adorno’dan dinleyelim; “Yeteneklerinden veya zayıflıklarından ötürü, sanatçı ya da düşünür olarak ‘entelektüel’ uğraşlara dalan zengin aile çocukları, ‘meslektaş’ gibi tatsız bir sözcükle anılan kişilerle geçinmenin hiç de kolay olmadığını göreceklerdir… çok köklü yansıtırlar da… direncin kaynağı başka yerdedir. Bugün zihinsel konularla uğraşmanın kendisi de ‘pratikleşmiş’, departmanları ve giriş kısıtlamalarıyla katı bir iş bölümünün geçerli olduğu bir ticari faaliyet haline gelmiştir. Para kazanmanın getirdiği alçalmadan tiksindiği için, zihinsel uğraşı seçen varlıklı kişi (bu varlıklı olma, madden olduğu kadar moralman, tüm iktidar olanak ve süreçlerinden kendini sıyırarak, öteki olmanın tüm bedelini insan olma onuru ile kendisi için bir doyuma çevirmiş insan için de geçerli olabilir. X.N.) bu gerçeği kabul etmeye yatkın olmayacaktır.”[3]

Direnç, kapitalizmin tüm alanlara ve o alanda en zıt konumlarda bulunanlara bile sirayet etme yeteneğinin kendisidir. İşbölümü- şeyleşme- zihinsel veya toplumsal kastlaşma, toplumun her departmanına kendi normlarını yansıtmıştır. Belki de bu nedenle yüzyıl sonra “Kayıp Zamanın İzinde” okunurken, geçmiş yüzyılın canavarımsı mirasını, Proust’un, “bir sınıfın ifşası” olarak değil, o sınıfın tüm sınıfları ne derece etkilemekte olduğu bağlamında tartışmakta fayda var.

“Yaşadığı Zaman” (Yaşanılan Zaman) Kant kadar Proust için de kilit kavramsallaştırmadır. Yaşadığı Zaman’a duyduğu kuşku, onu Descartes gibi varoluşun eminliğine değil, Heidegger’e “yol açan”, ama onun gibi nihilistleşme ile metafiziğin garip bileşimine de götürmeden, varlığa anlamlı bir anlam bulma arayışına itiyor.

Yaşadığı Zaman’a dair şüphesini “Zamanın dışında yer almadığım, onun yasalarına tabi olduğum şüphesiydi… Dünyanın döndüğünü teorik olarak biliriz, ama aslında fark etmeyiz; üzerine bastığımız toprak hareketsiz gibidir, biz de rahat rahat yaşayıp gideriz. Hayatta zaman için de aynı şey geçerlidir”[4] diye belirten Proust, zamanın kaybı ile dünyanın döndüğü, ama bunun anın bilincinde de değil genel doğrunun, çok da dert edilmeyen bilgisi niteliğindeki durumu göstermeye çalışır. “Dünya dönüyor mu?” “Tabii ki.” “Sen anlık olarak hissediyor ve bunu yaşıyor musun?” “Hayır”/ Peki “ Zaman kayıp mıdır?” “Evet”, “Farkında mısın?” “Zor soru!”

“Zamanım hiç yok” ile “Dünya dönüyor”un teorik algıları arasında bir paralellik vardır. Birincisinde, bizim olan bir şeyin, aslında bizim olmadığının ifadesi, ikincisinde bizi sanki hiç ilgilendirmeyen bir şey iması vardır. Bugün en çok sermayesi olanın, sermayesinin tam aksine, hiç zamanı yoktur. Çok fazla iş ve sermaye sahibi olanın hiç zamanının olmaması, Proust’un zamanda aradığı en önemli şeydir.

Zamanı olan, zamanın ağır işlemesinden şikayet eden sadece dört grup insan vardır: Deliler, hastalar, tutsaklar ve ölüler. Zamanı dirhem dirhem yaşarlar. Şiirin tersine “akşam erken inmez mahpushaneye”, indiğinde de geç çekilir. Hasta, doktorun bir sonraki kontrolünü iple çeker. Deli, gece yatağında tümüyle kendinin olacağı zamanı özler, ölüler için kıyamet gününe kadar beklenecek zaman Tanrının ağır hem de çok ağır işleyen zamanıdır. Bu dört kategorideki insanların şikayeti, zamanlarının çok olması ve ağır işlemesidir.

Yaşanılan An’ın bilgisi, bu bilginin yenilebilirliği, çoğu zihinsel ve etik devrimin temelidir.

Öldüğü yıl olan 1543’te yayınladığı De Revolutionibus’un son bölümünde Kopernik, “gök cisimlerinin dönüşleri arasındaki uyumsuzluğu, ancak ve ancak yerküreyi güneş etrafında dönüyor olarak görürsek çözebileceğimizi” söylemişti[5]. O koca evrenin, varoluşunu, hareketlerini, ilişkilerini anlayabilmek için bir An için Batlamyus’un “dünya merkezciliği”nden azade bakabilirsek, evrenin hakikat bilgisinin bir kısmına ulaşabiliriz. Kopernik Devrimi, her zaman aynı bakılana ve doğal olarak aynı görünene, sadece bir An içim, farklı bakabilme cesaretidir. Kopernik’in astronomide yaptığını, Kant Kopernik’e de atıfta bulunarak felsefede, Proust ise romanda yaptı.

Kopernik’in keşfi, dünyanın sabit ve merkez olmadığıydı. Kant, bilginin öznenin ürünü olduğunu, Proust ise zamanın kayıp olduğunu, bir An içinde keşfettiler. Her bir keşfin nasıl bir külliyat ve etki bıraktığını biliyoruz. Ne astronomi o An’dan sonra eski astronomi, ne felsefe o andan sonra eski felsefe, ne de roman Proust’tan sonra eski roman oldu.

Proust’a göre zaman bilincimiz; tıpkı “dünya dönüyor” gibi pratik bir değeri olmayan, kısır bir bilgi düzeyindedir. Üstelik bu zaman bilgisi, “Deleuze’ün, Shakespeare’in ve Kant’ın eserlerine atıfla, zamanın ne köken etrafındaki kozmik ve göksel hareketin zamanı, ne de kırsal dünyanın meteorolojik zamanı olduğu, kendinden başka hiçbir koşula tabi olmayan zamanın bilgisidir”[6].

Şehirde biriktirilmiş insan, metanın fetişist müdahaleleriyle “tam (tüm) zamansızlık” ile çepeçevre kuşatılmış işbölümü içerisinde, varlığının tüm etkinliklerinden fırlatılmış gibidir.

İnsanların her şeyi olabilir, zamanları hariç. Zamanın kaybı, varlığın tüm imtiyazlarıyla talan edilmesidir. Proust’a göre zaman, varoluşun yegane imkanıdır[7].

Şehirde tüm anlamına kavuşmuş kapitalizm; her insanın zamanını almış, ortak bir zamansızlık yaratmış ve insan, zaman-dışı bir zamansızlıkta, köklü bir kriz içine düşmüştür.

Kaybedileni, bulmamız lazım. Aksi takdirde varoluşumuzu mümkün kılan her şey beyhude olacaktır. Ve insan yaşadığı An’a dair bir savunma imkanından da mahrum kalacaktır. Tam da bu nedenle Proust, geçmişi özleyen bir pastoral-romantik değil, kaybolanı bugün-yarın ve geçmiş için bulmaya çalışan bir devrimcidir.

Peki Proust, Zaman’ı nerede, kim ve kimlerle arayacaktır? “Alışkanlık” diyordu Proust “ her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bile en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir. Önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir.” (age., s.196) Kaybolan, unutulan aynı zamanda en iyi korunmuş olandır.

Proust, Kayıp Zaman’ın peşine düşerken, “şeyleşmiş” sanatı, romanın şahsında, yeniden devrimci bir işlev üstlenmiş alana çeker. Kaybedilen, sonsuzluğumuzun ve çokluğumuzun, ta kendisidir. Ya bulacak ya da yitip gidecek ve “zaman”ı olmayan vatandaşlara döneceğiz.

YOL ZAMANI…

Yola çıkar Proust, ne arkadaşları Şekspirgil, kral, kraliçe, şövalye, matmazeldir ne de mekanı şato, saray ve malikanelerdir. “Çiçek Açmış Genç Kızlar”, sade bir taşra evi, basit bir iskemle, bir fahişe… dir. Tüm bu mekan ve insanlar, Kayıp Zamanın Ötekileri’dir. Kıtanın ötekisinden, dünyanın ötekisine gidecektir. Sodom ve Gomore’da günahı suç ve cezanın anlatımını yeniden anlatacak. Tüm dünyanın, “Zamanın Yakalanma”sına değin sürecek yolculukta, Kayıp Zaman’ın ötekisinin hikayesine varacaktır. Çalınmış zamanda, insan, tümden ötekidir.

Sermaye ile birlikte Kayıp da birikmiştir. Ve sanki zaman kaybedilip ardından zamansızlık üretilmeseydi ve ardından biriktirilmeseydi, sermaye birikmeyecekti.

Balzac, 19. yy’da, sermayenin, tüm monarşik, kralgil, imparatoryan, klikçi… yönlerini tüm çirkefliğiyle sergilemişti. İnsanlığı devrime çağıran Marx, Balzac hayranı idi. Soylu unvanı alacak Balzac kadar, soyluluğun rezilliğini ifşa eden olmamıştı. Bu, tam da romanın devrimcileşmesiydi. Sanatın ne olduğu üzerine süregelen gerilim ve çatışmada, Krallıktan soyluluk unvanı almış Balzac, Devrimci Marx ile aynı cephededir. Felsefenin ve sanatın ne ve nasıl olması gerektiği, Marx ve Balzac’ta cevabını bulur.

20. yüzyılın Balzac’ı Proust’tur. Tekniği, olayları işleme biçimi, Balzac’tan farklıdır. Balzac’ın kitaplarında, kelimeleri ve kahramanları bağırır haldedir. Her sayfa patlamalar ile doludur, İfşa, okuyucunun yüzüne çarpar; Proust’ta olaylar, kişiler, anlatılar, okyanusun dibindeki yolculuğu andırır. Olaydan, olayın dibine yolculuk. Arendt o vicdan yanardağı Benjamin için “İnci Avcısı” demişti. Bu imge belki de Benjamin’den sonra Proust’a yakışır.

YAKALANAN ZAMAN…

Havva ve Zaman, birlikte kaybolmaya başlamıştır. İkisinin yitikliğinde korkunç bir benzerlik vardır.

Tüm hayatın, zamansız ve kadınsızlık hikayesi ve bu hikayenin bin yıllarca süregelen akışında, varılan, varoluşsuzluk, sıradan insan halinin, sıra dışı hikayesidir. Ve çok hakikidir.

Marx, bilsek de bilmesek de, politik argümanlara kavuştursak da kavuşturmasak da, hep bir değiştirme ve arayış halinde olan insan halimizden bahseder. Marx’ın Freud’tan çok önce keşfettiği; açığa vurulmayan ve vurulamayan bu derin bilinç halinin harekete geçirici faktörü, ekonomist Marksistlerin zannettiği gibi üretim ilişkisi değil, üretim ilişkisini de yaratan insan haliydi. İnsan bilmese de değiştiriyor ve durmadan arıyordu; niye? Kaybettiğini hissediyordu, hissediyor. Ağıt, kaybın çıplak müziğidir. Dünya hep birlikte ağıtın eşliğinde dönüyor. Kadın ve ağıtın neredeyse aynı anlam taşıması, kendi-kendini yakaran bir tutarlılıktır.

O halde zaman nerede ve ne zaman yakalanacaktır?

HAVVA’NIN DÖNÜŞÜ

Trajedi, keçinin, ağıtyan bir koro eşliğinde kurban edilmesini ifade eden bir kavramsallaştırmadır. Keçi, hem Batı hem Doğu edebiyatında “günahın yüklendiği “ kurban imgesini ifade eder. Keçi kurbandır, ama bir o kadar da inattır.

Trajedi, Shakespeare ile peygambersel bir iktidar karşıtı ve Arendt’in deyimiyle “en mükemmel politik sanat” işlevi kazanır[8]. Shakespeare’in trajedilerinde, ilk sahne ile son sahne arasında; tüm haller, sıfatlar, vasıflar yüzde yüz değişir. Hakiki kahraman, sonunda aklanır ama ölerek.

Hayatın ilk sahnesinde, Havva rezil edilerek kurban edilmiş ve varoluşsal zamanın kaybı başlamıştır. Havva’ya ne olduğu bir sır olarak kalmıştır. Havva, ilk eylemin, ilk isyanın, ilk “ben” diyen kelamın sahibidir. Kendisi sır olurken, eylemi, isyanı, kelamı bin bir biçimde varlığını sürdürmüş, Proust zamansızlığı keşfedip yola çıktığında Havva’nın tümden yok edilememiş inadının izlerini takip etmiştir.

Proust’un bulduğu izler ve “yakaladığı zaman”, Havva’nın sır ve rezil olmasıyla başlayan trajedinin son sahnesine yaklaşıldığını gösteriyor.

Tunus’taki seyyar satıcı, Mezopotamya’daki yoksullar ve kadınlar, Gezi’deki çokluğun görkemli çocukları söylüyor Havva’nın geleceğini.

Proust yüzyıl önce söylemişti. Söylemişti de kimse inanmamıştı. Proust’tan yüz yıl sonra Proust’un kahramanları, romanın sayfalarından çıkan, “Çiçek Açmış Genç Kızlar”, yoksul aşçı kadın, ergenliğe henüz adım atmış sıfatsız erkek çocuklar, Havva’nın geleceğini, zamanın yakalandığı muştusuyla veriyorlar.

Havva Şekspirgil bir ölümle aklanarak değil, daha çok, çok daha çok yaşayarak dönüyor. Yüzünden önce sesinin silueti ufuk çizgisinde beliriyor.

“Çocuklarım, Kadındaşlarım, Yoksullarım, Yarenlerim, Patikadaşlarım, Arkadaşlarım… Hayata kalkın ve kelam eyleyin.

Bilin ki;

Bir yoksulu isyana kaldıran

Bir yoldaşı kavgaya kaldıran

Sevgiliyi yüreğe kaldıran

Yere düşmüş ve düşürülmüş birini yaşama kaldıran

Bir imparatorluğu ayağa kaldıran…

Kelamdır…”


[1] Kafka, Defterler, Çev. Kamuran Şipal, Cem Yayınları.

[2] Arendt, Geçmiş ile Gelecek Arasında, Çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları

[3] Adorno, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak/Ahmet Doğukan, “Marcel Proust için” adlı makaleden, s.29

[4] Proust, Kayıp Zamanın İzinde - “Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde”, Çev: Roza Hakmen, YKY, S.52

[5] Karatani, Transkritik, Çev. Erkan Ünal, S. 56.

[6] Benslama, İslâm'ın Psikanalizi, Çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınları, S.88.

[7] Tam da burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu keşfin sahibi Proust olmasına rağmen, Heidegger 1927 yılında yayınlanmış kitabında bu tanımı olduğu gibi kullanır ve tırnak içine almaz. Çoğu insan da bu tanımı hep ve her zaman Heidegger’i referans göstererek kullanır. Heidegger bu keşfin Proust’un olduğunu biliyor muydu, bilmiyor muydu, gerçekten kendisi mi buldu? Bilmiyorum. Bildiğim, en azından böylesi bir tanımın Heidegger’den 13 yıl önce yazıldığıdır. Heidegger’in söz konusu kitabı: “Varlık ve Zaman”. Çev. Kaan H. Ökten) Ve o varoluş kayıptır.

[8] Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünden Sevmek, Metis Yayınları, S.66.